Lahey'de düzenlenen NATO Zirvesi, askeri olduğu kadar ekonomik açıdan da dikkat çekici bir dönüm noktasıydı. Zirvede alınan kararlar, NATO'nun klasik güvenlik anlayışının ötesine geçtiğini ve artık yüksek teknoloji, enerji altyapısı ve stratejik veri alanlarında kolektif yatırım planlarıyla hareket ettiğini açıkça gösterdi. Bu çerçevede ilk kez “sürdürülebilir caydırıcılık” kavramı, yalnızca askeri kuvvet değil, ekonomik direnç kapasitesiyle birlikte tanımlandı
Dr. Makbule Yalın/ TBMM AB Uyum Komisyonu, Araştırmacı
NATO'nun tarihinde ekonomi hiçbir zaman ikincil bir başlık olmadı. Kuruluşundan (1949) bu yana ittifak, sadece güvenlik üretmekle kalmadı; aynı zamanda savunma harcamaları, sanayi politikaları ve stratejik teknolojiler aracılığıyla kendi içinde ve çevresinde ekonomik alanlar inşa etti.
Bugün yaşanan değişim ise bu ilişki biçiminin tamamen yeni bir başlangıcı değil; askeri öncelikli yatırımların giderek sivil ve dijital alanlara yönelmesiyle oluşan yapısal bir dönüşüm. Güvenlik söyleminin dili de bu süreçte sessizce değişiyor: Soğuk Savaş döneminde tanklar ve füzeler üzerinden yürüyen tartışmalar, artık ağ güvenliği, enerji arzı ve teknolojik yetkinlikler üzerinden şekilleniyor.
Bu dönüşüm, NATO'nun doğasına aykırı değil; bilakis onun tarihsel sürekliliğinin güncellenmiş biçimi. "Savaşsız savaş ekonomisi" tam da bu evrimi tanımlıyor: Zaman zaman sıcak çatışmaların kaçınılmaz olduğu durumlar yaşansa da, ittifakın asli rolü hâlâ barışı korumak ve caydırıcılığı sürdürmek üzerine kurulu.
Cephenin sınırları silikleşirken, güvenlik bütçeleriyle şekillenen yeni bir ekonomik harita sessizce yayılıyor. Lahey'de düzenlenen liderler zirvesi, bu dönüşümün simgesel ve resmî ifadesi olarak kayıtlara geçti.
Güvenlik üzerinden ekonomik istikrar (1949- 1960)
NATO, 1949'da sadece askeri bir tehdit algısına karşı değil, aynı zamanda Batı'nın ekonomik yeniden yapılanmasına öncülük eden bir güvenlik platformu olarak doğdu.
Sovyetler Birliği'nin merkezi planlamaya dayalı, kapalı ve devletçi ekonomik modeline karşı, NATO'nun temel rolü yalnızca toprak savunması değil, liberal piyasa ekonomisinin korunması oldu. Marshall Planı'nın dağıtıldığı, Avrupa'nın yıkıntılar altından çıkarıldığı bu dönemde, NATO şemsiyesi altında kurulan güvenlik iklimi, sermayenin Batı Avrupa'ya yönelmesini sağlayan ana koşullardan biri haline geldi.
Almanya, Fransa ve İtalya gibi savaşın yıkıma uğrattığı ülkeler, savunma kaygılarından arınmış şekilde sanayilerini ayağa kaldırırken, ABD hem askeri üslerle küresel erişim sağladı hem de silah, teçhizat ve altyapı yatırımları üzerinden kendi ekonomisine dış talep bağımlı yeni bir büyüme alanı yarattı. NATO, bu anlamda sadece siyasi bir ittifak değil; aynı zamanda ekonomik güvenlik temelli bir kalkınma sigortası işlevi gördü.
NATO'nun sağladığı güvenlik zemininde atılan her yatırım adımı, Batı kapitalizminin yeniden doğuşunu mümkün kıldı. Öyle ki, 1950'lerin sonunda sadece yeniden inşa değil, Batı Avrupa'nın sanayi entegrasyonu ve finansal kurumsallaşması da bu güvenlik mimarisi sayesinde şekillendi.
NATO, savaş sonrası Avrupa ekonomisinin büyümesini mümkün kılan görünmez el oldu.
Savunma merkezli kamu ekonomisi (1960–1991)
Soğuk Savaş döneminde NATO, askeri caydırıcılığı sürdürmek adına üye ülkelerden yüksek savunma harcamaları talep etti. Bu durum, güvenlik sağlama hedefiyle örtüşse de, ekonomik açıdan önemli gerilimler yarattı. Batı ülkeleri gayri safi yurtiçi hasılalarının kayda değer bir bölümünü askeri bütçelere yönlendirirken, sosyal refah harcamalarında gözle görülür bir daralma yaşandı. Kamu kaynakları, eğitim, sağlık ve altyapı gibi alanlar yerine giderek daha fazla savunmaya tahsis edildi.
ABD, özellikle Reagan döneminde askeri-sanayi kompleksine büyük yatırımlar yaptı. Ancak bu büyüme beraberinde artan bütçe açıklarını ve mali disiplin sorunlarını getirdi. Avrupa ülkelerinde de benzer şekilde, güvenlik yükümlülükleri sosyal politikaların önüne geçti; kamu maliyesi güvenlikle sosyal refah arasında sıkıştı.
Bu yıllarda NATO'nun askeri yoğunlaşması, küresel ekonomik bloklaşmayı daha da pekiştirdi. Doğu ve Batı arasındaki keskin ayrışma, ticaretin serbest akışını engelledi; kaynakların etkin kullanımı sınırlandı. Sonuç olarak, NATO üyeleri güvenliklerini artırırken, ekonomik büyüme potansiyellerinden ödün vermek zorunda kaldılar.
Soğuk Savaş NATO'su, askeri harcamaların yükseldiği ancak bu yükün ekonomik sürdürülebilirlik açısından sınırlı fayda sağladığı bir dönem olarak değerlendirilebilir. Güvenlik ile refah arasındaki bu denge, ittifakın yalnızca askeri değil, mali açıdan da belirleyici bir aktöre dönüştüğünü gösteriyordu.
Doğuya genişleme, Batılı sermayeye güvence (1991–2008)
Soğuk Savaş'ın ardından NATO, hızla doğuya doğru genişleyerek eski Doğu Bloku ülkeleri için yalnızca bir askeri güvenlik şemsiyesi değil, aynı zamanda jeopolitik ve ekonomik bir yatırım güvencesi haline geldi. Polonya, Çekya ve Baltık ülkeleri gibi yeni üyeler, ittifakın sağladığı istikrarla yabancı sermaye çekme kapasitesini artırdı; üretim ve hizmet sektörlerinde büyüme ivmesi yakaladı.
NATO üyeliği, Batılı şirketler için hukuki öngörülebilirlik ve politik istikrar anlamına gelirken, bölgesel entegrasyonu hızlandıran bir ekonomik zemin oluşturdu. Ancak bu dönüşüm beraberinde yeni kırılganlıklar da getirdi. Hızlı sermaye girişine açık hale gelen bu ülkeler, dış şoklara karşı daha hassas bir yapıya büründü.
1990'lar ve 2000'ler boyunca NATO, doğu Avrupa'da yalnızca askeri değil, ekonomik mimariyi şekillendiren bir aktör olarak öne çıktı. Artık sadece güvenlik sağlayan değil, küresel sermayenin yönünü belirleyen bir ekonomi-politik yapı olarak tanımlanıyordu.
Teröre karşı trilyonluk savaş (2001–2014)
11 Eylül 2001 saldırıları sonrası NATO, tarihinde ilk kez 5. maddeyi devreye sokarak ABD liderliğinde Afganistan'a müdahale etti. Bu adım, savunma harcamalarını sadece caydırıcılıktan operasyonlara, altyapı inşasına ve bölgesel güvenliğe kaydırarak NATO tarihinde ekonomik açıdan da önemli bir kırılma yarattı.
Afganistan Savaşı, NATO'nun en uzun ve maliyetli operasyonu oldu; ABD tek başına 2 trilyon dolardan fazla harcadı, müttefiklerin toplamı ise 3 trilyon doları aştı. Bu yüksek harcamalar kamu borçlarını artırırken, sosyal harcamalarda kesintilere yol açtı.
Operasyonların yapıldığı Afganistan ve Irak'ta altyapı ağır zarar gördü, ekonomik toparlanma sağlanamadı ve dışa bağımlılık arttı. NATO'nun güvenlik üretimi, kalıcı istikrar yaratmaktan uzaktı. Terörle mücadele sürecinde artan savunma talepleri ekonomik büyümeye yansımadı; 2001–2014 dönemi, yüksek harcama ama tartışmalı ekonomik sonuçlarla anıldı.
Teknoloji ve enerji ekonomisi (2014–2025)
2014'te Rusya'nın Kırım'ı ilhakıyla NATO, caydırıcılık odaklı klasik savunma stratejisine döndü ancak güvenlik anlayışı değişti. Artık sınır koruması yanında veri, enerji, yapay zekâ ve çip altyapısı gibi çok boyutlu alanları kapsayan stratejik bir çerçeveye sahip. 2022'de başlayan Ukrayna Savaşı, NATO'yu hem askeri hem ekonomik olarak yeniden tanımladı.
Savunma harcamaları hızla artarken, 2024'te 20 üye, gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 2'sinden fazlasını savunmaya ayırdı; 2025'te bazıları yüzde 3-5 hedefledi. Ancak bu bütçeler yalnızca klasik silah ve üs yatırımlarına değil, siber güvenlik, enerji altyapısı koruması, yapay zekâ destekli sistemler ve veri merkezlerinin güvenliğine yöneldi.
Bu dönüşümle NATO, sadece savunma sanayisini değil, yüksek teknoloji ve stratejik altyapı yatırımlarını da yöneten güçlü bir aktör oldu. Üyeler arasında teknoloji transferi, kritik tedarik zinciri güvenliği ve çip üretiminde özerklik rekabeti öne çıktı. Enerji güvenliği ise jeopolitik hesapların merkezine yerleşti; LNG tedariki, nükleer altyapı ve yenilenebilir enerji projeleri artık stratejik yatırımlar olarak değerlendiriliyor.
2020'lerde NATO, yalnızca harcayan değil, sektörel öncelikleri belirleyen ve ekonomik büyüme modellerini şekillendiren bir güç konumunda. Teknolojiye dayalı iç pazar oluşurken, diğer ülkeler için dışlanma riski yükseliyor. Kısacası, NATO artık sadece savaş değil, ekonomik alanlarda da sınırlar çiziyor.
Lahey kararları: Yeni güvenliğin ekonomisi
2025'te Hollanda'nın Lahey kentinde düzenlenen NATO Zirvesi, askeri olduğu kadar ekonomik açıdan da dikkat çekici bir dönüm noktasıydı. Zirvede alınan kararlar, NATO'nun klasik güvenlik anlayışının ötesine geçtiğini ve artık yüksek teknoloji, enerji altyapısı ve stratejik veri alanlarında kolektif yatırım planlarıyla hareket ettiğini açıkça gösterdi. Bu çerçevede ilk kez "sürdürülebilir caydırıcılık" kavramı, yalnızca askeri kuvvet değil, ekonomik direnç kapasitesiyle birlikte tanımlandı.
Lahey'deki toplantının en çarpıcı yönlerinden biri, üye ülkelerin savunma harcamalarını yalnızca orduya değil, çip üretimi, yapay zekâ sistemleri, siber savunma ve enerji güvenliği yatırımlarına yönlendirme kararı almasıydı. Bu durum, NATO'nun bütçesinin giderek bir "stratejik kalkınma fonuna" dönüşmesi anlamına geliyor. 20'den fazla ülke, GSYH'nin yüzde 2'sinin üzerine çıkarken; bazı üyeler, yüzde 3 ila 5 bandına ilerlemeyi kabul etti. Harcamanın kapsamı değişti, fakat yükümlülük genişledi.
Türkiye için denge ve derinleşme anı
2025'teki Lahey Zirvesi, Türkiye açısından hem imkân hem dikkat gerektiren bir döneme işaret ediyor. Son yıllarda sınır güvenliği alanında edindiği tecrübeyi, savunma sanayi ihracatına taşıyan Türkiye; KAAN savaş uçağı, TB2 ve ANKA gibi sistemlerle askeri kapasitesini ekonomik değere dönüştürme konusunda belirgin bir ivme yakaladı. Bu performans, Türkiye'yi yalnızca tüketen değil, üreten ve ihraç eden az sayıda NATO üyesinden biri hâline getiriyor.
Enerji güvenliğinde de benzer bir tablo söz konusu. Karadeniz gazı, TANAP ve Orta Koridor üzerinden sağlanan enerji lojistiği, NATO'nun Rusya dışı kaynaklara yönelme stratejisiyle örtüşüyor. Türkiye, bu alanlarda jeopolitik konumunu ekonomik etkiye dönüştürmeye çalışıyor; ancak bu sürecin aynı zamanda bölgesel ve küresel riskler taşıdığı da unutulmamalı.
Lahey'de öne çıkan tablo, NATO'nun sadece güvenlik tüketen değil, ekonomik alanlarda yön belirleyen bir kuruma evrildiğini ortaya koydu. Türkiye bu yeni denklemde geçmişe kıyasla daha görünür ve etkili bir yerde duruyor. Ancak artan sorumluluk, beraberinde dikkatli bir stratejik pozisyon almayı da gerektiriyor. Zira bu yeni yapıda kazanımlar kadar kırılganlıklar da bölüşülüyor.