Saydam Başbakan

M. Taceddin Kutay / Türk- Alman Üniversitesi
21.05.2016

Davutoğlu’nun kültüralizmi başkanlık sistemine yönelik tereddütleri yok etmekten uzaktı. Aksine bu tereddütleri besler nitelikteydi. Taban politikalarının öne çıkması oldukça muhtemel yeni dönemde, başkanlık sisteminin Türkiye’nin kalkınması bakımından bir şans olarak görülmesi, önceki döneme nispeten çok daha mümkün gözüküyor.


Saydam Başbakan

Bir ülke siyaseti, ihtilaller ve inkılaplar sonrası ilk önce muhalefetini yitirir. Çünkü böyle bir ortamda çoğunlukla muhalefet etmeye imkân bulamaz; imkân bulduğu demde ise mecal bulamaz. Müessislerinin büyük bir gururla “bin yıl sürecek” dedikleri 28 Şubat süreci sonrası iktidara gelen Ak Parti ilginç bir biçimde neredeyse muhalefetsiz iktidar olmak gibi bir yükü uzun yıllar taşımak zorunda kaldı. Her ne kadar muhalefet görünümlü partilerin vekilleri parlamento sıralarını işgal etmekte ve muhalefet eder görünmekte idilerseler de, muhalefet sayılabilecek bir siyaset üretmeyi beceremiyorlardı. Elbette Ak Parti açısından muhalefetsiz iktidar olmak taşınması güç bir yüktü. Zira muhalif kitleler kendilerini temsil etmeye layık bir parti görmekte zorlanıyor, siyasetten ümidini keser hale geliyordu.  Bu manzaranın yarattığı nihilizm Cumhuriyet Mitingleri ile başlamıştı. Gezi Parkı ile yeniden hortladı ve nihayet PKK’dan medet umar bile hale vardı.

Halk ihtilali

Bugün sormamız gereken soru şudur: “Hangi sebeple siyasi muhalefet felç oldu ve muhalefet ümidini başka yerlerde arar hale geldi?” Bu sorunun cevabı bence son derece açıktır: Sincan’da yürütülen tankların paletlerinin altında un ufak olduğu düşünülen bir kitle muhtar bile olamayacağı var sayılan bir siyasetçiyi Başbakan kılıyordu. Dolayısıyla bu “halk ihtilali”nden başka bir anlama gelemezdi. Kimilerinin “Çevrenin merkeze yeniden yürüyüşü” olarak adlandırdığı bu dönüşüm aslında bir “halk ihtilali”ydi ve ister istemez şok etkisi yarattı.  

İster halk ihtilali deyin ister inkılap deyin, Ak Parti’nin iktidara gelişi bir rejenerasyon dönemini beraberinde getirdi. Ülke bir yandan yetmişlerden kalma “enkaz devraldık” klişesiyle ancak ifade edilebilecek bir yıkımın ardından ayağa kalkmaya çalışıyor, ekonomi toparlanma sürecine giriyor öte yandan uzun yıllardır atılmayan alt yapı adımları atılmaya gayret ediliyordu. Onarılması gereken sadece ekonomik yıkım değildi, manevi yıkım da en az maddi yıkım kadar endişe verici seviyedeydi.

Böyle bir ortamda Ak Parti bir yandan kalkınma ve icraat politikalarını, diğer yandan kültür politikalarını peşi sıra hayata geçirmek durumunda kaldı. Muhalifleri kalkınma ve icraat politikalarını eleştiremedikleri Ak Parti’yi kültüralist politikaları üzerinden yıpratmayı deniyorlardı. Zira kalkınma politikaları muhalif seçmen nazarında da takdirle karşılanan Ak Parti’yi sanal bir öcü haline getirmek ancak kültüralist politikalar üzerinden mümkündü. Bu politikalar, kalkınma politikalarının getirdiği seçim başarıları sonrası oy potansiyelini büyütmüş Ak Parti karşısında her geçen gün nihilistleşen muhalefeti zinde tutmaktaydı.  Öte yandan Ak Parti’nin bu politikalardan vazgeçme lüksü de yoktu. Çünkü iktisadi olarak ayağa kalkmak için her şeyden çok özgüvene ihtiyaç vardı. Yitirdiği özgüvenini tekrar kazanma ihtiyacı içindeki Türk halkına bu özgüveni vermenin yegâne yolu buydu. Dolayısıyla kültüralist politikalar iktisadi kalkınmanın endirekt parçası idi.

Düşük profilden başbakan olmaz

Ak Parti seçmeninin homojen bir kitle olmadığı hakkında hemen herkes ittifak etmekte. Sağlık, ulaşım, imar gibi alanlarda atılan başarılı adımların Ak Parti’ye hiç de azımsanmayacak bir oranda seçmen kazandırdığı bir gerçek. Buna ilaveten kültüralist politikalar sonucu Ak Parti’yi tercih eden bir seçmen kitlesi de görmezden gelinemez. Her iki kitlenin birbirinden kesin hatlarla ayrıldığını iddia etmek olanaksız, ancak birleştikleri noktanın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğine olan güven olduğu da aşikâr. İşte bu nokta tam olarak Ak Parti’de kongre sürecini başlatan hassas noktaya tekabül etmekte.

Erdoğan’da birleşen Ak Parti seçmeninin karşısına çıkacak genel başkanın opak bir karakter olması düşünülemezdi. Bilakis mümkün mertebe saydam bir karakter olarak Erdoğan’ı ve politikalarını görünür kılacak bir genel başkan adayı Ak Parti’nin kongre sürecine girmesini anlamlı hale getirebilirdi. Bu sebeple Binali Yıldırım, temayül yoklamalarında gördüğü teveccüh göz ardı edilse bile, olası adaylar arasında en fazla öne çıkan kimse olarak dikkat çekmekte idi. Öte yandan muhtemelen bir hata neticesinde yapılmış olan “düşük profilli” “Nasıl bir başbakan?” sorusunu hassaslaştırdı. Olumlu bir meziyet olan “saydamlık” özelliğinin de ister istemez negatif olarak okunmasına yol açtı.

Şu halde “düşük profil” ile “saydamlık” arasındaki temel farkların altını çizmek Binali Yıldırım’ı henüz göreve başlamadan omuzlarına yüklenen bu anlamsız yükten kurtarmayacaktır. Ancak saydamlığın düşük profil olmadığının anlaşılmasına yarayacaktır. Zira Türkiye siyaseti düşük profilli bir siyasetçiyi başvekillik koltuğuna oturtmaz.

Davutoğlu yapmış olduğu içtihatlarla ister istemez Erdoğan’a alternatif bir siyaset ortaya koymasıyla opaklaşmaktaydı. Davutoğlu’nun Erdoğan siyaseti ile tevil edilmesi mümkün olmayan hamleleri ister istemez Erdoğan-Davutoğlu birlikteliğini nihayetlendirdi. Rejenerasyon dönemlerinde son derece anlaşılabilir olan kültüralist politikaları siyasetinin temeline oturtan Davutoğlu ister istemez taban siyasetinden uzaklaşarak elit siyasetine yönelmek zorunda kaldı. Erdoğan siyasetinin temel mecrası olan taban, Davutoğlu’nun kültüralist politikaları ile ilgilenmeyen ve pek çok söylemi Erdoğan hatırına dinleyen bir kitleden oluşmaktadır. Erdoğan siyaseti açısından kültüralist politikalar sadece siyasi bir argüman olmakla kalmıyor, kalkınmanın da bir enstrümanı haline geliyordu. Bununla birlikte Davutoğlu kültüralizmi siyasetinin ta kendisi haline getirdi. Bu ise Ak Parti seçmeninin dahi dinlerken yorulduğu kadim medeniyet söylencelerinin haricinde argüman üretmekte zorlanan bir siyaseti doğurdu. Yüksek profilli ancak saydam olmayan bir başbakan olan Davutoğlu’na bakıldığında Erdoğan siyasetinin görülmesi her geçen gün daha da güçleşmekteydi ki Davutoğlu Erdoğan’a emaneti iade etti. Cumhurbaşkanı-Başbakan arasındaki uyumun zayıflamasını Davutoğlu’nun opaklığında değil de yüksek profilinde arayan analistler ister istemez Davutoğlu’na düşük profilli bir selef arar haline geldi.

Politik kalkınma

Ak Parti iktidarının en başarılı icracı bakanlarından olan Binali Yıldırım’ın düşük profilli bir başbakan olacağını iddia etmek mümkün değil. Aksine Yıldırım, Erdoğan’ın köşke çıkarken dile getirdiği “Güçlü Cumhurbaşkanı-Güçlü Başbakan” söylemine uygun bir başbakan profili çizmekte. İcracılığı ile kamuoyunun hemen her kesiminin takdirini kazanan Yıldırım’ın güçlü, ancak saydam bir başbakan olması oldukça muhtemel. Yıldırım’ın Erdoğan’a paralel bir siyaset üretme vizyonunun olmaması, bununla birlikte kamuoyunun çeşitli kesimlerince sevilen ve takdir edilen bir siyasetçi olması göz önünde tutulursa böyle bir iddiada bulunmamız kolaylaşır. Velut bir siyasetçi olarak Binali Yıldırım’ı bekleyen kalkınma ve icraat hamleleri altyapı ve ekonomi ile sınırlı değil. Yıldırım’ın yapılacaklar listesinde Türkiye siyasetinin ciddi ciddi tartışmaya başladığı başkanlık sistemine yönelik reformlar en üst sıralarda yer almakta. Davutoğlu’nun kültüralizmi başkanlık sistemine yönelik tereddütleri yok etmekten uzaktı, aksine bu tereddütleri besler nitelikteydi. Buna mukabil taban politikalarının öne çıkması oldukça muhtemel yeni dönemde, başkanlık sisteminin Türkiye’nin kalkınması bakımından bir şans olarak görülmesi, önceki döneme nispeten çok daha mümkün gözüküyor.

[email protected]