Seçim arefesinde Türkiye’yi çevreleyen güvenlik sorunları

Murat Aslan / Hasan Kalyoncu Üniversitesi
12.05.2018

Türkiye’de, seçim takvimi işletilirken, bir yandan da ‘güvenlik gerginliklerini’ aşamamış uluslararası siyasette, tehdit ve fırsatlar barındıran sorunlara yoğunlaşılmalıdır. Suriye, İsrail, Irak, Ermenistan ve Yunanistan merkezli risk ve belirsizlikler titizlikle analiz edilmelidir.


Seçim arefesinde Türkiye’yi çevreleyen güvenlik sorunları

24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanı ve 27’nci Dönem Milletvekili Genel Seçimi, Türkiye’nin gündemini değiştirmiş görünmektedir. Ancak halen ‘güvenlik gerginliklerini’ aşamamış uluslararası siyasette, Türkiye’nin yanı başında meydana gelen gelişmeler veya Türkiye ile ilintili güvenlik sorunları risk ve tehditler barındırmaya devam etmektedir. Nitekim bizzat Cumhurbaşkanı tarafından seçimlerin erkene alınmasına yönelik yapılan açıklamada da görüldüğü gibi; erken seçim kararının asli nedenlerinden birisi, Türkiye’nin yanı başında meydana gelen “tarihi önemdeki hadiseler” ve bu meyanda Türkiye’nin “belirsizlikleri aşma” ihtiyacıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin seçim takvimi demokratik normlara uygun olarak işletilirken, aynı zamanda güvenliği ile ilgili gelişmeleri takip etmesi, gerektiğinde müdahil olması ve çıkarlarını savunması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, seçim atmosferinin gölgesinde kalmasına rağmen risk, tehdit ve aynı zamanda fırsatlar barındıran güvenlik sorunsallarının ele alınması; mevcut güvenlik resminin ortaya koyulması ve seçimlerin nedeni olan risk ve belirsizliklerin analiz edilmesi önemlidir.

Suriye krizi

2011 yılından bu yana uluslararası siyasetin gündemini meşgul eden Suriye’deki güvenlik krizi her geçen gün daha kötüye gitmektedir. Suriye’ye müdahil olan bölgesel/küresel güçler ile iş birliği yaptıkları yerel aktörler dikkate alındığında, Suriye’deki istikrarsızlığı derinleştirme ve genişletme potansiyeli olduğu görülmektedir. Bu çerçevede Esed rejimine destek veren İran-Hizbullah-Rusya üçlüsüyle, DEAŞ ile mücadele bahanesiyle PKK terör örgütüne destek veren ve Suriye’yi de facto bölen ABD-Fransa-İsrail ile Suudi destekli Arap bloğunun bilek güreşi halen tüm hızıyla devam etmektedir. Esed’in Doğu Guta’da kimyasal silah kullanmasını meşru müdahale nedeni olarak ilan eden ABD, Britanya ve Fransa’nın, 13 Nisan 2018 tarihinde, el çabukluğuyla gerçekleştirdiği füze saldırısı, ABD ile Rusya’nın Suriye’de sıcak temasa girmesinin aslında uzak bir ihtimal olmadığını göstermektedir. Suriye hava sahasını kontrol eden Rusya’nın, hava sahasını kapatma ve önleyici tedbirler alma gibi seçenekleri yürürlüğe sokması haline Suriye’de kriz büyüyecektir.

Suriye’de yaşanan gelişmelerin Türkiye’yi ilgilendiren yanı, sadece Türkiye’nin güvenliği ve çıkarlarıdır. Terör örgütünün halen Suriye’de hayat alanı bulması,  ABD ve diğer Batılı ülkelerden destek görmesi, ‘malum olan’ bir güvenlik riski olarak karşımıza durmaktadır. Söz konusu terör örgütlerinin; Suriye krizine paralel olarak Orta Doğu’nun farklı alanlarına yöneltilmesi, meşrulaştırılması, kurumsal kimliğe büründürülmesi gibi Batı merkezli girişimler, risk ötesinde bir tehdittir. ABD, radikalliğe ve İran etkisine karşı, Marksist bir örgütü meşru bir aktör olarak Orta Doğu’nun kalbine enjekte etme stratejisini benimsemiştir. Ancak söz konusu strateji, Türkiye’yi dışlayan ve bölge gerçekleri ile bağdaşmayan bir tercihtir. Şüphesiz PKK’nın, ABD eliyle kapasite kazanması, Türkiye için ertelenemeyecek bir güvenlik sorunsalıdır.

 Suriye krizinin; insan, toplum ve sosyal sahadaki etkileri de ‘sert’ güvenlik algıları kadar önem arz etmektedir. Kendisini ‘sorumlu’ hisseden ve moral değerleri ön plana çıkaran devletlerin bir kenara itemeyeceği söz konusu ‘güvensizlik’ boyutları, uzun vadeli riskler barındırmaktadır. Türkiye, 2011 yılından bu yana Suriye kaynaklı insani ve toplumsal sorunlar yükünü her boyutuyla üstlenmiş ve uluslararası siyasete ilk defa ‘vicdan, misafir, kardeş, komşu’ gibi yeni kavramlar kazandırmıştır. Ancak Türkiye’nin, ezilen ve baskı altında olan tüm toplumların ilgi odağı olduğu dikkate alındığında, kapasitesinin sınırları bulunmaktadır. Türk toplumunun hazmedemeyeceği büyüklükte sosyal sonuçları olan söz konusu riskler ‘sürdürülebilir ve yönetilebilir’ olmaktan uzaklaşmaktadır. Suriye’de DEAŞ bahanesiyle, demografik değişikliğe ortam hazırlayan ABD’nin ve rejime destek sağlayan Rusya-Hizbullah-İran üçlüsünün,‘güvensizliğin’ söz konusu yeni boyutlarına yönelik sorumluluk almaları gereklilik haline gelmiştir.

Irak seçimleri ve sonrası

Irak için en büyük tehdidin, ülkenin bütünlüğünün korunamaması olduğu açıkça görünmektedir. Irak’ın, DEAŞ ile mücadeleye ve Irak Bölgesel Yönetimi ile siyasi/askerî krize sürüklenmesi, zayıf düştüğü anlarda ‘viral’ bir hastalık gibi kendini tekrar edecek tarzdadır. Ayrıca ABD ve İsrail’in baskısıyla, farklı mecralara sürüklenecek İran kaynaklı krizler, doğrudan Irak’ı etkileme potansiyeline sahiptir. ABD Başkanı Trump’ın, İran ile nükleer programa yönelik anlaşmadan çekildiğini açıklaması yeni bir güvenlik sorunsalının fitilini ateşleyebilir ve bu durum Irak’ı da etkileyebilir. Şii grupların yönetimi altında olan Irak, böyle bir karar sonrası farklı eğilimlerin mücadele sahası haline gelebilir. Irak seçimlerinin sonucu da siyasi gerginliği artırabilecek niteliktedir. 12 Mayıs genel seçimlerinde Haşdi Şabi’nin destek verdiği El Fetih grubunun Parlamento’da çoğunluk kazanması, İbadi’nin güç kaybetmesi gibi olasılıklar, Irak kaynaklı güvensizlik ortamında çarpan etkisi yaratabilir. Irak’ın; İran, genel seçimler, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ve terör örgütleri şeklinde özetlenebilecek öncelikli güvenlik sorunlarının ancak dış yönlendirmeyle ‘yönetilebilir’ seviyede tutulabileceği gerçeği, Türkiye’yi Irak’ta aktif siyaset izlemeye itecektir. Türkiye’nin halen muhatap olduğu ve mayıs ayı sonunda karşılaşabileceği güvenlik riskleri-ni; terör örgütlerinin Irak’ı konuşlanma ve gelişme alanı olarak kullanması, ABD ve İsrail gibi aktörlerin Irak’taki İran yanlısı Şii gruplara karşı örtülü mücadelesi ve en önemlisi Irak’taki ülke bütünlüğünün erimesi sonucunda Türkmen toplumunun statüsü ve geleceği, şeklinde özetlemek mümkündür.

Türkiye’deki seçimler esnasında, güvenlik gündemini meşgul edecek İran odaklı krizler aslında İsrail kaynaklıdır. İran ile P5+1  ve AB arasında yapılan anlaşmanın, halen işlevsel olmasına rağmen, güven bunalımı ve İsrail’in kışkırtması nedeniyle rafa kalkacak olması, Orta Doğu’da güvensiz-iği ve bölgesel mücadeleleri artıracak niteliktedir. Bu çerçevede Irak ve Suriye’de yansımaları olacak gerilim, Suudi Arabistan ile diğer körfez ülkelerinin de devreye girmesiyle geniş bir alana yayılma riski taşımaktadır. Yemen gibi halen çatışmaların devam ettiği ülkelerde İran destekli paramiliter unsurlar ile Batı destekli karşıt grupların mücadelesine yansıyacak gerilim, aynı zamanda hava harekâtı ve füze saldırıları gibi askerî müdahaleleri gündeme taşıyabilecek niteliktedir. Ayrıca 28 Aralık 2017 tarihinde İran genelinde başlayan iç kargaşa dikkate alındığında, İran’ın iç istikrarına yönelik kaygılar da bir güvenlik sorunsalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye için önemli olan, İran’daki mevcut istikrarın devam etmesi ve Suriye başta olmak üzere Orta Doğu’da İran’la ortak çıkarlar doğrultusunda halen elde edilmiş kazanımların ve alınan mesafenin muhafazasıdır. Ancak Türkiye’nin, ABD’nin İsrail’in güvenliği motivasyonuyla uygulamaya sokabileceği ‘İran senaryolarına’ hazır olması gerekmektedir.

Ermenistan meselesi

Ermenistan’da, 22 Nisan 2018 tarihinden itibaren, muhalif lider Nikol Paşinyan taraftarları tarafından başlatılan ve Çek Cumhuriyeti’ndeki  ‘Kadife Devrime’ benzetilen gösteriler, önce  Başbakan Serj Sarkisyan’ın istifasına neden olmuştur. Ermenistan’daki kargaşanın iki yönünün olduğu iddia edilebilir. Birinci husus, Paşinyan tarafından, her ne kadar, yürütülen mücadelenin Rusya karşıtı olmadığı açıklanmış olsa da demokratik haklar ve ekonomik sıkıntıların gölgesi altında Rusya ve Rus mafyası karşıtı eğilimdir. Diğer kutup ise ekonomik ferahlamayı arzulayan Batı yanlısı eğilim şeklinde görünmektedir. Ermenistan’daki olayların seyrinde, itidal çağrısı yapan ve Ermenistan’da askerî üssü bulunan Rusya’nın tavrı belirleyici olacaktır. Her halükârda, krizin sona ermesiyle birlikte, Türkiye ile Azerbaycan arasına sıkışmış Ermenistan’ın dış politik tercihlerinde büyük bir dönüşüm olması beklenmemektedir. Ancak Batılı ülkelerin, Rus nüfuzunu kırmak adına Ermenistan, Türkiye ve Azerbaycan üzerinde diplomatik baskı kurması muhtemel görünmektedir.

Türkiye’yi açıkça ‘tehdit’ olarak algılayan Yunanistan ve GKRY, uzun yıllardan bu yana, ‘Doğu’dan gelen tehdit’ iddiasıyla Batılı ülkelerden siyasi, diplomatik, ekonomik ve askerî destek arayışı içindedir. 17 Ekim 2017 tarihinde Trump’a, 23 Mart 2018 tarihinde Moskova ziyaretinde Putin’e ve her platformda AB’ye Türkiye’yi şikâyet eden Çipras askerî alanda tedbirler almaya başlamıştır. Özellikle Türk hududunu ihlâl eden iki Yunan askerinin tutuklanması sonrası, Türkiye’nin Ege’de ve Doğu Akdeniz’deki doğal gaz sahalarındaki askerî üstünlüğünden de kaygı duyan Yunanistan’ın, Fransa’dan fırkateyn kiralamak ve ABD firmalarına F-16 uçaklarını modernize ettirmek girişimlerinde bulunduğu bilinmektedir. AB’nin her fırsatta destek verdiği Yunanistan’ın, GKRY ile birlikte tahrik içeren eylemlerine devam etmesi; bu kapsamda enerji yataklarının bulundu-ğu Doğu Akdeniz, egemenlik tartışmalarının yaşandığı Ege Denizi ve Trakya kara hududu boyunca mağdur rolünü oynarken, Türkiye’yi siyasi an-lamda sıkıştırabilecek girişimler yapması mümkün görünmektedir.

Ne yapılmalı?

Türkiye; karmaşık tehditler yumağı karşısında; seçim sürecine paralel olarak, kendisini kuşatan tehditleri yönetebilme becerisi gösterebilmelidir. Türkiye’nin kontrolü dışında gelişecek söz konusu risk ve tehditler; gerektiğinde caydırıcı askerî, gerektiğinde uluslararası toplumla iş birliği içinde, diplomatik ve siyasi tedbirlerle kontrol altına alınmalıdır. Nihayetinde Türkiye’nin kararlı ve dik duruşu en büyük caydırıcılığıdır. Alınabilecek en güzel tedbir de bu duruşun tereddütsüz sergilenmeye devam etmesidir.

@dr_murat_aslan