Seçimle gelen terör

Taceddin Ural Gazeteci / Yazar
14.07.2018

Demokrasilerde seçmen tercihi “kutsaldır” ancak bu, sonuçta bir parti etrafında, dolayısıyla da genele karşı dar bir alanda öbeklenmiş bir kutsallıktır. Bu verili durum, HDP örneğinde olduğu gibi geniş kitlelerin kutsallarına karşı hasmane, yıkıcı, hatta gerçek manada öldürücü bir tutuma dönüştüğünde ise ne o parti, ne de ona gözü kapalı destek verenler, asgarî bir demokratik tahammülü de saygıyı da hak edemezler.


Seçimle gelen terör

Sistemin adına bir kez “demokrasi” dediğinizde ve adı bu olan sistemde bütün kural ve kurumlar layığınca işlediğinde, seçmen de bir nevi “kutsallık” kazanıyor. Mekanizma, seçen ve seçilen üzerine kurulu olduğu için, işin doğası gereği en çok da seçmen “sözünün üstüne söz söylenmez” bir konumda görülüyor. En azından teoride bu böyle.

Elbette; akademi dünyasında, düşünce merkezlerinde işin teorisi üzerine çalışanlar ile oy sandıktan çıkıncaya kadar tercihin ne yönde olacağını bilemeyen, dolayısıyla da her seçmeni “kendisinin” sayma durumundaki siyasetçiler, seçmene “kutsiyet” atfetmekte mazurlar. Peki, herkes kitabî tariflerin veya siyasetin pragmatist yöntemlerinin takipçisi olmak zorunda mı? Belirli bir coğrafyadaki belirli bir zaman dilimine özgü itkiler, sırf “seçmen kutsiyeti” gerekçe gösterilerek görmezden mi gelinmeli? Muhtemelen hayır. Daha açık ifade etmek gerekirse mesela, 2013-2018 parantezindeki Türkiye’de de bu naiflik geçerli olabilir mi? Daha, daha da açık ifade etmek gerekirse 24 Haziran seçimlerinde, HDP’nin aldığı 5 milyon 867 bin 302 oy (yüzde 11,7), daha doğrusu bu oyların sahipleri irdelenmemeli mi? Bu, neredeyse 6 milyonluk blok oy akışını hayata geçirenlerin durumu/ ruh hali/ hissiyatı –belki de hissizliği-, “demokrasilerde esas olan seçmenin tercihidir” denilerek asla ve kata sorgulanmamalı mı?

‘Kürt siyasi hareketi’

Tek parti döneminde, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarıyla uyumlu çalıştıkları, bir başka anlatımla “Kürt gerçeği”ni yadsıdıkları ölçüde “Kürt” seçkinler, yönetim mekanizmasının şurasında, burasında kendisine yer bulabiliyordu. Çok partili dönemin takriben ilk yarım asrında da durum fazla bir değişiklik göstermedi. Yasamada da yürütmede de “Kürtlük” genellikle sakıncalı bir aidiyetti. Koskoca bir bölgeyi, tarihi, etnik popülasyonu ifade eden bu isimlendirme, müesses nizam nezdinde sadece “folklorik” bir unsur olduğunda kabul edilebilirdi. Başka türlüsü, “ceberrut devlet” reflekslerine tosluyordu.

Bu kısır döngü, merhum Turgut Özal’ın döneminde değişmeye başladı. Ortama hâkim olan görece özgür havanın etkisiyle kendilerini Kürt olarak tanımlayan ve siyaseti mezkûr kimlik üzerinden yapmak isteyenler için alan, 1990’lara gidilen süreçte nispeten çer çöpten temizlendi. Zaten HEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP ve BDP gibi partiler de “bu hava”da ortaya çıktı. Müesses nizam, elbette eski alışkanlıklarını kolayca bırakmayacaktı, bırakmadı. “Kürt partileri”nin isim sıralamasındaki çokluk, milletvekillerinin Meclis’ten atılması, bazılarının cezaevine konulması vb. tutumlar bu müdahaleyi gözler önüne seriyordu. Ancak “zamanın ruhu” farklıydı ve birçok inkıtaa rağmen “Kürt siyasi hareketi” her durdurma girişiminde biraz sendelese de bir sonraki adımını daha güçlü ve daha ileriye atabildi.

Etnik aidiyet her şey midir?

AK Parti hükümetleriyle birlikte de bu kazanımlar çok daha ileri noktalara taşındı. Hareketin ve hükümetin lideri Erdoğan, bu alanda sayısız riskler aldı; zaman zaman kendi teşkilatından, tabanından bile eleştiriler kulağına çalındı. AK Parti gerek lider, gerekse teşkilat, gerekse de hükümet nezdinde bu faturaları göğüsledi. “Bölge”de artık herkesin ezbere bildiği (Kürtçe müzik, alfabedeki “yasak harfler”e son verilmesi, mahkemelerde Kürtçe tercüman, Kürtçe TV, Kürtçe dil kursları vb) özgürlük alanları açıldı. Zaman içerisinde diğer açılım politikaları da devreye girdi. Ancak bütün bu iyi niyetli yaklaşımlar, 6-7 Ekim kışkırtmasıyla, “çukur siyaseti”yle karşılık buldu. “Bölge partileri”nin çoğunluk yöneticileri ile hiç de küçümsenmeyecek bir toplumsal destek, barış havasını zehirledi.

Peki neden böyle oldu, oluyor? “Seçmen de, tercihi de kutsaldır” mottosunun baskısı eşliğinde dikkatli bir dille bu hali anlamaya çalışmak kolay olmasa da; denemeli...

TÜBİTAK’ın desteğinde Yaşama Dair Vakıf (YADA) ile İstanbul Şehir Üniversitesi’nin 2015 yılında yayınladığı “Kürt Seçmenlerin Oy Verme Dinamikleri” isimli araştırmada, bölgedeki Kürt seçmenle ilgili şöyle tespitler var: “Bölgede HDP–AK Parti arasında dağılan oylar, dindarlık - sekülerlik ekseninde değil, etnik köken ve Kürt kimliğini sahiplenme ekseninde şekilleniyor. Bölgede oy verme davranışını en fazla belirleyen değişkenler arasında etnik kimlik öne çıkıyor. Benzer şekilde anadil, aile içinde ana dilin konuşuluyor olması diğer önemli faktörler. Dindarlık da şüphesiz bir etken, fakat HDP’ye oy verenler arasında önemli bir oranda dindar kesim de var. HDP yalnız seküler ve/veya eğitimli kesimlerde değil, dindar ve/veya yoksul Kürt ve Zazaların önemli bir çoğunluğunda da etkili. Özellikle dindarlık düzeyi orta düzey olan seçmenlerin ve dindarlık düzeyi yüksek olan yoksul seçmenlerin HDP’ye yönelmesi dikkat çekici. Aile içinde en çok konuşulan dilin Kürtçe olduğu seçmenlerin yüzde 65’i HDP’yi, yüzde 31’i AK Parti’yi ve hanesinde Kürtçe televizyon izlenen seçmenlerin yüzde 62’si HDP’yi, yüzde 34’ü AK Parti’yi destekliyor. Orta yaşlarda olanların desteği HDP’den yana. Bu partinin oylarının 4’te 3’ü kemik oy.”

Mükerrer faturalar mı bekleniyor?

Araştırmanın ortaya koyduğu tespitler, aslında bir “oksimoron”a da işaret ediyor. Araştırmaya katılanların büyük bir bölümü; aslında ya yaş, ya sosyal ya da gelir durumlarıyla “hayatın olağan akışı” içerisinde bu sorulara karşılık gelmesi beklenen olası cevapları değil, tam tersi cevapları veriyorlar. Mesela, dindar bir Kürt, nasıl oluyor da katı seküler söylemin sahibi olan bir partiye gönül bağlıyor? Mesela, dindarlık pratikleri belki yeterince olmayan ama “ahlâk telakkisi” oldukça yoğun düzeylerde bulunan bir Kürt seçmen, nasıl oluyor da cinsel tercihi sapma gösteren adayları bile listesine alan bir partiye “beni yönet” diyebiliyor? Mesela, gelir seviyesi -doğal olarak AK Partili hükümetler döneminde– iyileşen orta ve orta üst gelir sahipleri, neden daha belediyenin bütçesini bile idare edemeyen/ etmeyen partiye mührünü basıyor? Mesela, -ister özel, ister devlet yayını olsun- “Kürtçe televizyon”u rahatça izleyebilen birisi, nasıl oluyor da bu imkânı sağlayan partiyi değil, bu konuda bir dahli, emeği olmayan siyasi hareketi tercih ediyor? Mesela, yaş itibarıyla “Eski Türkiye”yi çok ama çok iyi bilen, o yıllarda “Kürt’üm” demenin insanın başına ne dertlerler açabileceğini muhtemelen bizzat da yaşayan milyonlarca insan neden “Eski Türkiye” fotoğrafını eskide bırakan siyasi kadroya karşı ısrarla mesafeli duruyor? Nedir bu? Nasıl bir zihin ve ruh halidir? Yoksa kimi Yahudiler’in, 60 yıl önceki Holokost için bugün bile alakasız kesimlere, yönetimlere defalarca fatura çıkartmaları, onlardan özür beklemeleri gibi, (Dedesini Nazi işkencelerinde kaybeden Norman G. Finkelstein, Holokost Endüstrisi diye bir kitap yazmış ve özetle “Biz Yahudiler bu işi biraz abartıyoruz” demişti) bir kısım bölge insanı da “Kart kurt dönemleri”ne dair en ufak bir tasarrufu olmayan bir siyasi hareketten, bu siyasi harekete gönül verenlerden mükerrer faturalar, özürler mi bekliyor acaba?

Demokrasiye kastetmek

HDP’nin son seçimlerde bölgede gerilemesi, Kürt seçmenin kendi içinde belli bir sorgulamaya işaret etse de; hala, büyük, oldukça büyük bir kitle adeta gözü kapalı bir biçimde “Kürt partisi”nin etrafında öbeklenmiş durumda. Eskinin “terör baskısıyla oy verme” gerçeği de, son yıllardaki terörle etkin mücadele sonucu önemli ölçüde geçerliliğini yitirmiş durumda. Hâl böyleyken bölgedeki “kemik destek” sürüyor. Buna bir de, “sahiller” ve büyük şehirlerdeki CHP’li seçmenler ile FETÖ tutuklu, hükümlü, firari, sempatizan vb kitle ile bunların tesir edebildiklerinin -tek motivasyonu “RTE nefreti” olan- oy desteğini de eklediğinizde “Kürt partisi” hiç de hak etmediği bir oy oranıyla siyaset sahnesindeki varlığını sürdürebiliyor. Oysa bu, hak edilmemiş bir varoluş. Çünkü HDP, Kürt siyasi hareketinin geçmişten bugüne uzanan partiler zincirindeki belki de en kirli siyasi organizasyon. Geçmişte ne HEP, DEP veya ne de HADEP, bu derece operasyona açık değillerdi. O partilerin döneminde vitrinde olan isimler, bugünküler kadar asla fütursuz değillerdi, terörle aralarına mesafe koyma konusunda bugünküler kadar asla isteksiz değillerdi. Kıyas için söylemeli, 27 yıl önce DEP’li Leyla Zana’nın “günahı”, sadece ve sadece Meclis’te Kürtçe yemin etmeye yeltenmesiydi. Bugün; HDP’nin, hem de Cumhurbaşkanı adayı ise tahrikleriyle binlerce kişiyi sokağa dökmesiyle, sorumsuz beyanlarıyla 53 vatandaşımızın can vermesindeki payıyla müştehir. Yalnızca profesyonel siyaset kadrolarında değil, “sade seçmen”de de ortaya çıkan bu savrulma/lar merak edilmeye değer değil midir?     

Asgari tahammülü bile hak etmiyorlar

Evet, “tablo” bu… Bir gazeteci merakı –ve belki de cüretiyle– ilk anda akla geliveren sorular bunlar. Bunlar ve daha fazlasını sormak, sonra da cevaplarını bulmak, olabiliyorsa çözüm önerilerini ortaya koymak siyaset bilimcilerinin, sosyologların ve hatta belki de psikologların işi. Bu sorular ne lüzumsuz, ne uçuk kaçık, ne de haddi aşan. Hepsi de o kritik soruyla ilintili. “Demokrasi, kendisine kastedeceklere de mi hoşgörülü olmalıdır?” İnsanlığın tecrübelerinden süzülerek bugünlere gelmiş asgarî insanî kazanımlara, insanlık birikimlerine açıkça hasım olduğu bilinen, kan dökmeye karşı sık sık “dilsiz şeytan” rolüne soyunan, pek çok mensubu bizatihi kriminal süreçlerde yer alan bir siyasi hareket ile bu harekete gözü kapalı destek verenler; asgarî bir demokratik tahammülü de, saygıyı da hak etmemektedir.

[email protected]