Seçimlerin gör dediği

Ali K. Metin / Şair-Yazar
21.04.2019

Türkiye halkı, devletinin bağımsızlığını aynı zamanda bir ideolojik, kültürel bağımsızlık meselesi diye kabul etti, siyasetteki mücadelenin bu meseleyle ilişkisi olduğunu az çok sezerek hareket etti. Halkımızın yüzde 60’ının aptal olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilen Batıcı kafalarsa bu gerçeği idrak etme kabiliyetini ne yazık ki gösteremedi.


Seçimlerin gör dediği

Yapılan yerel seçim de olsa tercihlerin çok büyük ölçüde genel seçim halet-i ruhiyesi içinde yapıldığı bir gerçek. Başkan adaylarının şahsi özellikleri, bütün iddialara rağmen, kanaatimce 31 Mart seçimlerinde çok küçük bir etkiye sahip. Küçük ilçelerde bu etkiden biraz daha ağırlıkla söz edilebilir belki, hepsi o kadar. Başbakanlık ve Meclis Başkanlığı yapıp gelmiş, altyapı işleri konusunda ulaştırma bakanlığındaki çalışmalarıyla kendisini ayrıca kanıtlamış Binali Yıldırım gibi bir adaya rağmen, İstanbul Belediye Başkanlığında beklenen üstünlüğün sağlanamaması söz konusu genel seçim havasının en açık kanıtlarından biridir. Medyada ve halk arasındaki seçim yorumlarının da zaten bu istikamette yapıldığını, iktidar ve muhalefet bloklaşmasına (ittifaklarına) dayalı değerlendirmelerin kamuoyunda etkili olduğunu görebiliyoruz. Buna rağmen şaşırtıcı olan nokta, Türkiye genelinde cumhur ittifakının yüzde 52, AK Parti’nin yüzde 44 oyunu neredeyse dikkate almaksızın iktidar bloğunun başarısızlığından dem vurulmak istenmesidir. 

Sağ seçmene açılma

Oysa Ankara ve İstanbul’u, daha genelde batı illerini Türkiye’nin tabiri caizse “ayrıcalıklı” illeri olarak değerlendirmediğimiz sürece, iktidar partisi ve bloğu açısından bir gerilemeden söz edemeyiz. Ancak burası Türkiye’dir. AK Parti de Türkiye’nin gerek tarihsel süreklilik içersindeki siyasal koşullarını ve sosyolojisini gerekse dünya sisteminin dahası emperyalizmin bölgemizdeki güç oyunlarını tümüyle aşabilmiş değildir. 31 Mart seçimlerini Türkiye gerçeğinin bu iki boyutundan soyutlayarak ele alma lüksümüz yok. O yüzden bilhassa Ankara ve İstanbul belediyelerinin muhalefet bloğuna geçmesi, Türkiye’deki sol-Kemalist gruplar açısından haklı olarak çok önemli bir zafer diye kabul edilecek, ancak kendi bağlamından çıkarılarak iktidar partisine karşı kullanılacak stratejik bir silaha dönüştürülecektir. İstanbul seçimlerinin netleşmesi akabinde bu strateji sanıyorum daha sıcak bir şekilde pratize edilmeye çalışılacaktır. Dünya konjonktürünün zorlamalarıyla sol-Kemalist kesimlerin darbe iştahı ister istemez kırılmıştır, fakat darbecilik eğilimleri huy değiştirerek artık başka şekillere bürünmüştür. Daha sofistike, daha kabule şayan nitelikte stratejik uygulamalara ihtiyaç vardır. Sağ seçmene açılma ve popülizm bunlardan biridir. 

Din ile sahici ilişki

Dinin siyasete alet edilmesi, bugün çok tuhaf, çok manidar bir şekilde CHP siyasetinde cari hale getirilmiştir. CHP’nin dinle barıştığına dair yorumlar belli bir doğruluk payı taşısa bile, bunun sahici bir arka planının olmadığı çok aşikar. Popülizme mecbur olduğunun farkında olan CHP, yaklaşık son 10 yıldır işi bu noktaya kadar taşımaktan geri kalmamış, başarı için dini kullanmayı mübah sayan bir anlayışa doğru hızla evrilmiştir. Oysa dinle sahici bir ilişki için elzem olan içsel dinamiklerden yoksundur.

CHP dini popülizm sebebiyle kendi politik geleneğine ve kodlarına (sekülarizme) ihanet etmekte, bu ihaneti ayrıca kendi içinde bir kimlik ve ideoloji krizi olarak da yaşamaktadır, fakat Cumhuriyetin kurucu ideolojisi ve partisi olarak tarihten devraldığı bürokratik elitizmin ve oligarşinin kendisine nüfuz etmiş iki temel özelliğini değiştirmiş değildir. Birincisi, CHP, Cumhuriyetin kurucu ideolojisine sadakati kendi açısından bir tür beka (ontoloji) meselesi olarak görmeye devam etmekte; ikincisi, bu beka tasavvuruna bağlı olarak kurucu ideoloji açısından tehlikeli addettiği iktidar yapılarına karşı her türlü manipülasyonu gerekli görmektedir. Bu manipülasyon sadece her türlü kirli propagandayı yapmaktan ibaret olmayacaktır, gerekirse kirli işlere, garip ittifaklara kadar varabilecektir. CHP’de yuvalanmış komitacı gelenekten gelen darbeci-sol zihniyet, bugün artık her türlü ittifakı bir çare olarak değerlendirme acziyeti ve gayretkeşliğine boyun eğmektedir. Handiyse, başarı asıl, gerisi teferruattır diyen bir psikolojiyle hareket etmeye teşne vaziyettedir. Camiye, kışlaya, spora siyasetin sokulmasını her zaman şiddetle eleştiren CHP’nin, daha önce de görüldüğü gibi 31 Mart seçimleri akabinde tribünlere taşınan siyasetten rahatsız olmaması bunun sadece küçük bir işaretidir. 

Oylar aynı yerinde  

FETÖ mağduriyetlerinin hukuk ve adalet gerekçelerine dayanılarak aslında siyasal bir malzemeye dönüştürüldüğünden şüphe etmek için Türkiye’yi ve CHP’yi hiç tanımıyor olmamız lazım. FETÖ ve CHP arasındaki iki taraflı kazan-kazan ilişkisi 2014 yılından bu yana artık görünür bir gerçeklik haline gelmiş bulunuyor. Denize düşen yılana sarılır dercesine CHP FETÖ’ye, FETÖ de CHP’nin ipine sarılarak kendilerine bir çıkış yolu bulmanın telaşı içindedir. HDP ise yaşadığı savrulmalardan ve devletin şamarıyla sersemlemiş olmaktan ötürü umudunu bu ittifaka bağlamış görünüyor. Dahası hınç alma psikolojisi, iktidar partisine zarar vermeyi belirleyici önceliği haline getiriyor. Saadet Partisi’ne gelince, onu anlayabilmemiz gerçekten zor. Saadet Partisi, Türkiye siyasetini konjonktürel perspektife irca etmek gibi anlaşılmaz bir gaflet hali içinde yalpa yapıp duruyor. Kimlerin değirmenine su taşıdığını idrak etmekten uzak, büyük resmi göremeyecek kadar ciddi bir şuursuzluk örneğini veriyor, tam anlamıyla. 

Ne ki, Saadet Partisi’nin idrak edemediği bu gerçekliği halk iyi kötü idrak etmekte, 31 Mart seçimlerinde olduğu gibi duruşunu neredeyse bilgece bir anlayışla ortaya koymaktadır. Seçim sonuçlarını halkın verdiği mesaj diye okumanın elbette nesnel bir temeli yok. Halk, partilere belli mesajlar vermek üzere seçim sonuçlarını oturup nasıl belirleyeceğini muhakeme etmez. Verilen her bir oyun anlamını sandıktan çıkan sonuca göre tanımlamaya çalışmak abesle iştigaldir; siyaset ve gazetecilik kültürünün ürettiği tuhaf bir alışkanlıktan ibarettir. Genel seçim havasında olması hasebiyle, seçimde halkımız iki ittifak arasında bir tercih yapmıştır, hepsi bu. Muhalefet bloğunun belli illerde üstünlüğü elde etmiş olması ise, iktidar partisindeki oy erimesinden değil, muhalefet bloğunun oluşturduğu ittifakın tabii sonucu olarak kabul edilmeli. Ayrıca, AK Parti seçmeninin bilhassa İstanbul’da sandığa gitme konusundaki rehaveti sebebiyle nispi bir oy kaybının meydana gelmesi, böyle bir erimeden bahsedemeyeceğimize ilişkin gözden ırak tutulmaması gereken noktalardan biridir. Dolayısıyla 31 Mart seçim sonuçları, -küçük farklara takılmamak kaydıyla- genel seçimlerdeki oy oranlarının tamamen ittifaktan kaynaklı şekilde iktidar veya muhalefet bloğunda toplaşmasıyla şekillenmiştir diyebiliriz. 

Tarihsel eksen 

Halkın verdiği mesaj demeyelim ama, bu seçimlerden çıkarılması gereken temel bir gerçek bir sonuç varsa o da Türkiye siyasetini belirleyen ikili omurganın, diğer deyimle var olan çatışma ekseninin değişmediğidir. İYİ Parti’nin, bilhassa da Saadet Partisi’nin muhalefet bloğu içindeki arızi halleri bir yana bırakılırsa, Türkiye siyasetini belirleyen kimlik çatışması büyük ölçüde seçimlere yine damgasını vurmuştur. Güneydoğu bölgesindeki seçim sonuçları din ve muhafazakarlık temelli bu ayrışmayı bundan önceki iki seçime kıyasla yeniden tebarüz ettirmiş, siyaseti asli dinamikleriyle buluşturmuştur. Kürt halkının etnik milliyetçiliğe teslim olmadığını, HDP’nin belki de siyasal değil ama rasyonel, pragmatik sebeplerle geçici bir güç olarak kullanıldığını çıkan sonuçtan hareketle tespit etmek mümkün. Diğer taraftan, Türkiye siyasetine hakim olan kimlik çatışmasından burada neyi kastettiğimizin doğru anlaşılması hepsinden önemli. Şöyle ki, Türkiye halkı, bütün muhtelif görüntülerine ve problemlerine rağmen, iktidar mücadelesinin sosyo-kültürel anlamda bir efendilik mücadelesi olduğunu bilmektedir. Müslüman halk, Batılılaşmacı isterler doğrultusunda bugüne kadar kendisine dayatılan kültürel, seküler kimliklere karşı ya mesafe koydu ya da direniş içerisinde oldu. Bürokratik oligarşi ve aydınlarla halk arasında süregelen çatışma, Türkiye siyasetini ikiye böldü. Kah zinde kuvvetlerin Kemalist reflekslerinden kah sağ partilerin parçalı yapısından nemalanmaya çalışan sol, AK Parti’nin iktidarıyla beraber hiçbir şeyin artık eskisi olmadığını, olamayacağını gördü. AK Parti kadroları için “Muhtar bile olamaz” dedikleri günlerin altından çok sular aktı, Türkiye halkı büyük bir ısrar, sağduyu ve hatta özveriyle Türkiye siyasetinin asli meselesine sahip çıktı. Bu meselenin ardında dünya sisteminin ve küresel güç odaklarının rağmına hareket etmek de vardı. Türkiye halkı, devletinin bağımsızlığını aynı zamanda bir ideolojik, kültürel bağımsızlık meselesi diye kabul etti, siyasetteki mücadelenin bu meseleyle ilişkisi olduğunu az çok sezerek hareket etti. Halkımızın yüzde 60’ının aptal olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilen Batıcı kafalarsa bu gerçeği idrak etme kabiliyetini ne yazık ki gösteremediler. Söz konusu yüzde 60’ı siyasi manipülasyonlarla kandırmak için formüller arayıp durdular. Son olarak dini popülizm, çaresizce kullanmaya başladıkları formüllerden biriydi; bir diğeri, sağ partileri ittifak çıkarlarıyla kendi iktidar mücadelelerinde payanda olarak kullanmak oldu. Bugün için darbeciliğin yerine ikame edebilecekleri en pratik yol, sağ tabana ve sağ partilere yem atma stratejisi izlemek olmuştur. 

Neresinden bakarsak bakalım, Türkiye’deki kimlik mücadelesi siyaset zemininde bugün CHP ve AK Parti olmak üzere iki asli mümessile sahip. Yapılan siyasal tercihler ve ittifaklar ister istemez bu mücadele odağında bir işlev ve anlam kazanıyor. Türkiye halkı demokrasi tarihimiz içersinde ne olacağına kendisi karar vermek istemiş, bürokrasinin ve elitlerin dayattıkları kimlik değişimini bir tür gavurlaşma olarak değerlendirmiştir. Gavurlaşma veya değil, fakat halk, bu minval değişim arzusunun Batılı mihrakların beklentileriyle uyum içinde olduğunu tahmin etmektedir; okumuş kesimin düştüğü yabancılaşma garabetine düşmek istememekte, şerefli bir halk olarak yaşamayı her şeyden daha fazla önemsemektedir. Din halkın sadece kimliği değil, şerefi ve namusudur. Bu sebeple, siyasette esas aradığı şey sağ veya soldan ziyade, diniyle muvafık, yerli bir duruşun ve niteliğin temayüz ettirilmesidir. Türkiye’deki bölünmenin nirengi noktası esas itibariyle budur. Türkiye halkı, yaptığı tercihlerle -kimi önemsiz sayılabilecek firelere rağmen- bundan taviz vermemekteki kararlığını tutarlılıkla sürdürüyor. Özelde Kürt halkının HDP’ye angaje olmama konusundaki direnci de her şeyden ziyade bu iradenin bir tezahürü sayılır. 

Bağımsızlık meselesi 

Diğer taraftan, Türkiye halkının kimlik (din) gerçeğine dayalı bu varoluşsal tavrı, siyasetteki tezahürleri sebebiyle dünya sistemini/güçlerini rahatsız da etmektedir. O yüzden, Türkiye’de olan bitenlerin ve siyasetteki kavganın dış mihraklarla ilişkisini hesaba katmadan edemeyiz. Türkiye üzerine oynanan oyunların 15 Temmuz ile son bulduğunu zannetmek büyük safdillik olur. Bilerek veya bilmeyerek dış güçlerin taşeronluğunu yapma talihsizliği, siyasetin en nazik, aynı zamanda en karanlık ve netameli taraflarından biridir. Bunun fark edilmesi, siyaset yapanların da entelektüellerin de ferasetini icap ettirir. AK Parti’nin siyaset anlayışı ve değerleri üzerindeki olumsuz etkileri ne olursa olsun, MHP liderinin izlediği tavrı bu kabil bir ferasetle ilişkilendirmemiz pek yanlış olmaz. Partizanlığı aşan siyaset biraz da böyle bir şey: Dış mihrakların oyunlarına karşı olması gereken onurluca bir ittifak. Karşımızda emperyalizm olunca, beraberlik esas, gerisi teferruattır dedirten bu erdemli tavır, tam anlamıyla takdire şayan. Devlet ciddiyeti dediğimiz şey, özü itibariyle bir erdem meselesi. 

MHP liderinin tavrı, öyle görünüyor ki, halk üzerinde böyle bir erdemlilik etkisi yaptı. AK Parti’nin yaptığı patinajlara ve muhtelif yanlışlarına rağmen, halk tarafından yerli, bağımsız siyasetin gerçek mümessili olarak değerlendirilmesinde bu tavır pozitif bir faktör oldu. Halk, AK Parti’ye sahip çıktığını, temel dinamikleri itibariyle kimlik siyaseti üzerinden yürüyen ve dış mihraklar tarafından da manipüle edilmeye çalışılan çatışmanın bir tarafı olduğunu böylece bir kere daha ortaya koydu. Bu durum, halkın şüphesiz ki Türkiye’de olan bitenlerden tamamen memnun olduğu anlamına gelmemekte. Olsa olsa AK Parti’den başka sığınacak liman bulamadığını gösteriyor da denebilir. Nihayet AK Parti, bütün problemlerine rağmen halkın davasını ve ruhunu temsil etmeye devam etmektedir. Bu açıdan, Ankara ve İstanbul belediyelerinin kaybedilmesi, halkın istediği bir şey olarak değilse bile, AK Parti’nin kendisini derleyip toparlaması yönünde adeta kaderin bir cilvesi olmuş gibidir. Kim bilir! 

[email protected]