Ben bugün kendi adıma yola, yolculuğa, sefere, vesaireye bu kadar da çok kafa yorduğumuz bir iklimde terminali kaybettiğimizi düşünüyorum. Yitirmek değil kaybetmek. Artık nereden geldiğimiz unutulmuştur, nereye gittiğimiz belli değildir. Halbuki asıl sabite burasıydı. Pergelin bir ayağı buraya vazgeçilmez bir şekilde gömülüp kalacak biz diğer ayağıyla dolaşıp duracaktık.
Dr. Necdet Subaşı / Yazar
Terminalimizi kaybettik. Sahiden kaybettik. Şimdi artık nereye gidecek olsak altımızda arabamız var, karar verdiğimiz gibi yola çıkmamız bir oluyor. Artık kim nereye gidiyor umurumuzda bile değil. Belki fakirdik, belki her birimizin kendi başımıza sürdürebileceğimiz yolculuklarımız için seferber edilecek özel araçlarımız yoktu, hem hayal gücümüz de belki şimdiki kadar güçlü değildi ama neresinden bakılırsa bakılsın hepimizi tek tek yola vuracak kudrette geniş ve güçlü bir terminalimiz vardı.
Oysa terminalde toplanır, oradan yolcu edilirdik. Nereye ne zaman gideceğimiz belli olurdu. Kimse bizi şöyle adam akıllı uğurlamadan evine dönmezdi. Ne kadar yakına ne kadar uzağa gidersek gidelim bizi uğurlayanlara garip bir hüzün çökerdi. Evden dışarı adım atmak gurbete teslim olmaktı. Artık bundan sonrası için hiçbir kestirimdem söz edilemezdi. Yolcunun duası kabul olurdu. Bu yüzden gidene dua emanet edilirdi. Yolcunun işini Allah bilirdi, yolcu Allah'a emanetti. O gidiş bazen sadece o gidiş olurdu.
Hayatın basit kopyası
Kim nereye gidecekse ilk hareket noktası burasıydı; terminali kullanmak vazgeçilmezdi. Ana istasyon tekti. Memleketin neresine gidersek gidelim ilk uğrak yerimiz terminal olurdu. Gitmeler de gelmeler de uğurlamalar da karşılamalar da hep burada gerçekleşirdi. Yolcular birbirinin ne kardeşi ne de arkadaşıydı ama işte gidişler hep birlikte buradan sağlanırdı. Burası bilindik bilinmedik herkesin bir şekilde yolu düştüğünde içinde dolaştığı bir mecraydı. Buradan bir yerlere gidilirdi, buraya bir yerlerden gelinirdi. Sonra herkes kendi evinin yolunu tutar, kendi mahallesinin dolmuşuna biner, terminalden uzaklaşırdı. Bütün otobüsler buradan kalkardı. Saat başı seferler vardı. Biri gider öbürü gelirdi. Görünüşe bakılırsa herkes yola çıkmış, herkes yolda gibiydi sanki. Terminallerde yok yoktu: Gişe görevlileri, simsarlar, çığırtkanlar, habire bekleşenler, kalabalık yapanlar, izdiham mensupları, gazete satıcıları, sivil polisler, askeri inzibatlar, piyangocular, ipsizler sapsızlar, ayakkabı boyacıları, umut tacirleri, evsiz barksızlar... Bir de bütün bunların yayılıp yerleştikleri banklar, çay ocakları, büfeler, zula yerler... Bir yolcunun karşılaşabileceği her şey vardı, sürprizler unutulmamış, can sıkıcı şeylere yeter düzeyde yer verilmiş gibiydi. Dışarıda yaşanılan hayatın basit bir kopyası gibiydi; insan bir terminale girdiğinde en çok da nereye gideceğini, neyle gideceğini, kimi karşılayacağını, nerde karşılayacağını aklında tutması gerekirdi.
İnsan çeşitliliğinin ağırlığını yansıtacak derecede bir sürü peron vardı. İnsanlar bu ana istasyondan acaba nerelere gidebilirdi, hepsi düşünülmüştü. Arabalar saati gelince peronlarına yaklaşır, dakika bile sektirmeden, bir uyarı anonsunu bile beklemeden sırası gelince harekete geçerlerdi. Bir şoför, bir muavin ve arkada bütün bir otobüsü dolduran yolcular. Arkanızı terminale verdikten, oraya dayadıktan sonra gideceğiniz her yere gitmeyi aklınıza koyabilirdiniz. Olmazsa bir başka terminale kadar bir yol tutar oradan da başka bir terminale aktarma yapardınız: Eğer nereye gideceğinizi biliyorsanız bütün yolların nereye çıkacağını da biliyor olmalıydınız. Yol bitmezdi; yeter ki istasyonu doğrultasınız, yeter ki arabayı kaçırmayasınız.
Gerçi terminal hep vardı ama bütün bu ağırlıklardan kimsenin haberi yoktu. Onlardan her biri alışılmış, doğal, hayatın içinde bir yerde konuşlanmış birer merkezdiler. Onlar bulunduğunuz şehri simgeleyen odak noktalarıydı. Kim bir şehre ayak basacaksa ilk adımını oraya atacaktır, kim bir şehirden çıkıp gidecekse son adımını burada atacaktır. Hemen herkes araçların oradan kalktığını, sonra şehre gelen bütün yolcuların da ilk soluklarını burada aldıklarını bilirlerdi. Amiyane bir bilgiydi, terminalin yerini bilmeyen yoktu. Şehrin her tarafından oraya ulaşmak mümkündü. Kime sorsanız bilinirdi, garaja nerden gidilir herkesin bileceği bir şeydi, oradan nereye gidileceği ise sizin.
Seferiliğin başı
Yanınızda sadece yükleriniz, denkleriniz ve yol arkadaşlarınız değil sizi yolculuğa uğurlayacaklar da burada hazır olurdu. Tekmil bir seferilik böyle başlardı. Niyet ettiğiniz şey size yeni bir usul yeni bir fıkıh yeni bir üslup yüklerdi. Seferiydiniz artık. Sizi uğurlamaya gelenlere veda edişlerinizi hep hatırlardınız. Ortalık genellikle ana baba günü olurdu ama kimin nereye gideceği sanki önceden belli gibiydi. Etrafta ayakta koşuşan herkes yolcu değildi. Kimi gidenleri uğurlamaya kimi de gelenleri karşılamaya gelmişti. Bir neşe, bir cümbüş, bir hüzün, bir sıkıntı. Oysa herkesin yaşadığı bambaşka bir şeydi, herkes ayrı bir alemdi. Toplam resimde görünenler sadece gidenler ve gelenlerdi, İçlerinde kim ne hâldeydi? Bunu bilmek zordu. Hem bunun için de kafa yormaya gerek yoktu, giden gitti mi tamamdı, gelen geldi mi yapacak başka bir şey yoktu.
'Neye olsa binerimciler'
Yola çıkmaya karar verildiğinde önce gidilecek yöne doğru hangi araçlar, hangi firmalar var ona bakılırdı. "Neye olsa binerimciler"in belli ki mutlak aceleleri vardı. Ondandır böyleleri için seçilecek aracın pek de önemi olmaz, zor bela yetiştikleri araca ne yapar eder binmenin bir yolunu ararlardı. Arkada bir yer bile olsa hatta içeride sıkışarak da olsa oturabilecekleri koltuk bulunsa, başka bir şey düşünmez biner giderlerdi. Ne var ki yolculuğun tadını çıkarmak, kendini pek fazla yormadan ve olabildiğince konforlu bir şekilde sürdürmek isteyenler için araç da firma da yer de koltuk da önemlidir. Bu nedenle hangi otobüsle yola çıkılacağı, içeride hangi sırada oturulacağı, koridorun ne tarafında oturulacağı, bir o kadar önemliydi. Bu arada kuşkusuz saat de önemliydi. Gece mi gitmeliydi gündüz mü? Uzun bir yola çıktıysak bu süreci bitmek tükenmek bilmeyen saatleri uykuya mı vurarak geçirecektik yoksa etrafa bakınarak, ya da tüm cesaretimizi toplayarak yanımızdakiyle bir daha asla tekrarlanması imkansız bir muhabbet başlatarak mı sürdürecektik?
Bunların hepsini düşünürüz. Aynı yere kalkan birden fazla otobüs firması arasında bile tercih yaparız. Hikayemizi oldu bittiye getiremeyiz. Tecrübelerimiz önemlidir. Ya bizzat yaşamışızdır ya da görüşlerine önem verdiklerimizden duymuşuzdur, almış kabul etmişizdir. Neredeyse ortak bir bilgiye dönüşen bu kabuller içinde kendi aracımızı seçeriz. Daha fazlasına dilimiz de varmaz mecalimiz de. Mesela şoför seçemeyiz ama pekala firmaların trafikle dünyasındaki yerlerine dikkat ederiz. Hangi firma yolları kana bulamıştır, hangi firmanın şoförlerinin uyuduğuna dair ortalıkta dolaşan bir şayia vardır. Yola çıkan kendi emniyeti için bütün bu kulağına çalan bilgilere dikkat kesilmek zorundadır. Gerisi nasip, gerisi tevekkül, gerisi takdir-i ilahidir.
Yolcunun derdi gideceği yere ulaşmak ve bu seferi en güzel şekilde nasıl tamamlayacağının hesabını yapmaktır. Vakit önemliyse para da önemlidir, araç önemliyse muamele de önemlidir. Bunlardan hiçbirinden vazgeçmeyiz. Unuttuğumuz tek şey terminalin kendisidir. Şatafatlı, mutantan, kırık dökük ya da salaş bir istasyonun varlığı bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren bizi götürecek aracın perona girip girmediği, vakti saati gelince harekete geçip geçmediğidir.
Bir döngünün ana mihveri
Oysa bütün bunların hepsi bir terminalin varlığı olmaksızın asla gerçekleştirilemez. Onlarca araç, onlarca zaman düzenlemesi, mevcut sirkülasyonun kazasız belasız yürütülmesi, peronların organizasyonu vs. hepsi bir sistematiğin ürünüdür. Öyle kafanıza estiği bir saatte istediğiniz bir peronda başka bir sefer için hazırlık yapan kaptana çek şu tarafa, çıkalım gidiyoruz diyemezsiniz. Her şeyin bir adabı, usulü, işleyişi ve düzeni vardır. Bütün bunlar bir düzenleme çabasıyla ancak hizaya girer. Bir terminale sahip olmak tek tek her birimizin akmayı düşündüğü mecralara tek bir yerden, ana bir eksenden, net bir bağlamdan dahil olması demektir. Koştur koştur bineceğimiz aracı ve saati kollarken görmediğimiz ama içinde bir şekilde debelendiğimiz yerin adı terminaldir. Oradan başka başka diyarlara gideriz, oraya adı sanı belli olan bu istasyona başka diğer yerlerden gelenler olur.
Hep araçtan, hep yolcudan, hep yoldan bahsederken terminali gözden kaçırırız. Oysa orası büyük ve bitmek bilmeyen bir döngünün ana mihveridir. Gidenlerin nerden yola çıktıkları, gelenlerin nereye geldiklerinin anlamı o istasyonla netlik kazanır. Ben bugün kendi adıma yola, yolculuğa, sefere, vesaireye bu kadar da çok kafa yorduğumuz bir iklimde terminali kaybettiğimizi düşünüyorum. Yitirmek değil kaybetmek. Artık nerden geldiğimiz unutulmuştur, nereye gittiğimiz belli değildir. Halbuki asıl sabite burasıydı. Pergelin bir ayağı buraya vazgeçilmez bir şekilde gömülüp kalacak biz diğer ayağıyla dolaşıp duracaktık.
@darulmedya