Şehirleri süsleyen bir vezir: Rüstem Paşa

Mustafa İsen / Yazar
28.08.2020

Gittiğim pek çok yerde Rüstem Paşa'nın yaptırdığı eserlerle karşılaştım, sıklıkla. Çoğu kez hiç ummadığım yerlerde. Osmaneli gibi örneğin. Her karşılaştığım muhteşem eser de gençliğimde kaleme aldığım o yazıyı hatırlattı. Paşa adeta her eseriyle beni mahcup etmeye devam ediyordu.


Şehirleri süsleyen bir vezir: Rüstem Paşa

İpek Yolu üzerinde yer alan kadim bir kasabanın dar ama düzgün sokaklarında anlamlı bir kalabalık ilerliyor. Genç bir adam nasılsa burayı teşrif etmiş bir devletlüye heyecanla kasabasıyla ilgili bir şeyler anlatıyor, ondan yöneticisi olduğu bu şehir için bir şeyler temin etme çabasıyla abartılı bilgiler veriyor. İlerledikleri yol üzerinden bir köşeyi dönünce birden karşılarına yüzük taşı gibi küçük, yalın, ama muhteşem bir cami çıkıyor. İlginin oraya yöneldiğini fark edince bu da bizim Rüstem Paşa camimiz, diyor genç adam. Misafir adeta çakılıyor, içinden bir ses tamam diyor, özür diliyorum, bin kere özür… Kulağında sesler, efendim, yüz otuz yedi tane tescilli ev, kurullarla sorunlarımız var, proje için yeterli destek… Hiçbirinin anlamı yok misafir için, başı yerde, mahcup, aklı yıllar öncesinde yazdığı bir yazıda…

Cihanın yıkıldı bir yanı

Gençlik yıllarında henüz her şeyi siyah beyaz gördüğü dönemde elinin altındaki birkaç bilgi kırıntısıyla biraz da şairlerin dolduruşuna gelerek Rüstem Paşa aleyhine yazdığı bir yazıyı hatırlıyor. Zaten popüler tarihin bu konuda sunduğu bilgiler hazır; Paşa bir entrika üstadı olarak Kanuni’den sonra Osmanlı’yı uçuracak adam Şehzade Mustafa’yı bin bir entrika ile idam ettirmedi mi? Üstelik de bu işi “Rus cadısı” Hürrem Sultan ile birlikte gerçekleştirdiler. Dönemin şairleri birlik olup bugünkü anlamda bir karalama kampanyası denebilecek olan mersiyeleri ile Paşa’ya yüklendiler. Örneğin Yahya Bey,

Meded meded bu cihanın yıkıldı bir yanı

Ecel celâlileri aldı Mustafa Hanı

derken onu işaret ediyordu. Üstelik bu kapalı ifadeyle yetinmeyip Vücûduna sitem-i Rüstem ile irdi ziyân mısraıyla durumu daha da açık ifade ediyordu. Başka şairler daha da ileri giderek mekr-i Rüstem (Rüstem’in entrikası) tamlaması ile bu meşum hadiseye tarih düşürmekteydiler. Sonraki yıllarda Paşa’nın şairlerle bu kavgasının arka planını daha iyi fark edecektim. Ama önce kim bu Rüstem Paşa, biraz bilgi.

Kehlesi dahi işe yarar

Osmanlı klasik döneminin önde gelen devlet adamlarından biri olan Rüstem Paşa, yaklaşık 1500 yılında Hırvat asıllı Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak Saraybosna yakınlarında doğdu. Devşirme olarak İstanbul’a getirilip Enderun’da eğitildi. Hızla yükseldi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın dikkatini çekerek beylerbeyilik gibi önemli görevlere atandı. Ardından Mihrimah Sultan ile evlendirilerek damad-ı padişahî oldu. Bu olayın ilginç de bir hikayesi vardır: Padişaha damat olması söz konusu olunca Rüstem Paşa’yı çekemeyen rakipleri onun cüzzamlı olduğu dedikodusunu yayarlar. Padişahın kulağına da giden bu iddianın araştırılması için sultan hekimbaşısını görevlendirir. Cüzzamlı kişilere bit yaklaşmazmış. Paşa bir görevle taşraya gönderilir, hekimbaşı da yanında. Yolculuk sırasında kaldıkları bir handa hekimbaşı paşanın üzerinde bir bit görür ve derhal müjdeli haber saraya iletilir. Tabii yolculuk sona erdirilip evlenme izni verilir. Ama Paşa bu olay dolayısı ile de şairlerin hışmına uğrayacaktır. Bir dönem şairi şu beyiti kaleme alır:

Olucak bir kişinin bahtı kavi tâlii yar

Kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar. (Talihli adamın üzerinde bit bile çıksa işine yarar)

Bu evliliğin de sağladığı imkanlarla Paşa’nın yükselişi devam etti. Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu dönemde sadrazam olarak yaklaşık on beş yıl bu görevi sürdürdü. Ama Kanuni Sultan Süleyman’ın uzayan padişahlık yılları hanedan içindeki mücadeleleri tetiklemiş ve devreye giren saray entrikaları sonucu Şehzade Mustafa katledilmişti. Bu hadise padişaha karşı olan kamuoyu öfkesini arttırdı. Genelde olduğu gibi tepkiler doğrudan padişaha değil, yakın çevresine, özellikle de Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa’ya yöneldi. Paşa bu hadiseler sonucu bir süre sadrazamlıktan azledildiyse de tekrar görevine iade edildi ve ölümüne kadar da bu görevde kaldı.

‘Ortası açık yazıyı sevmem’

Öyle anlaşılıyor ki Rüstem Paşa dönemini iyi okuyup özellikle devlet maliyesinin iyi gitmediğini görmüş, buna karşılık israf ekonomisine son verip bir takım önemli tedbirleri hayata geçirmişti. Bu uygulamalardan etkilenenler arasında şairler de bulunmaktaydı. Özellikle Fatih döneminden itibaren şairler özel bir sanat korumacılığı anlayışı ile desteklenir ve kendilerine her ay veya özel günlerde caizeler veya ihsanlar verilirdi. Oysa Paşa, bu tür ödenekler bir yana, sarayın çiçeklerini bile sattırarak bunları paraya çevirmişti. Onun, divanlardaki dizilişleri dolayısı ile şiiri kast ederek ben ortası açık yazıyı sevmem ifadesi meşhurdur. Elbette bu uygulamaya karşılık ele geçen her fırsatta şairler Paşa’ya eleştiri oklarını yönelttiler. Bu konu ile ilgili de şair tezkirelerinde anlatılan bir anekdot vardır: Rüstem Paşa’nın caizesini kestirdiği şairlerden biri de Bursalı Kandî’dir. Bu şairin tarih düşürmedeki ustalığı yanında bir özelliği de dikkate değer bir hayvan sever oluşudur. Öyle ki devletten gelen şairlik gelirini kuşlar, kediler ve köpekler için harcar. Bu yüzden Bursa çarşısına çıktığı zaman başının üzerinde bir kuş sürüsü, ardında da bir kedi ve köpek ordusu onu izlemektedir. Gelir kesilince doğal olarak bu hayvanlar için gerekli gıdayı da alamaz olmuş. Bu durum Paşa’ya anlatılınca Kandî’ye bir miktar ücret ödenmesini buyurmuş. Tabii şairler bunu da kendilerince yorumlamışlar:

Demâdem bikr-mazmun besleyenden oldu ru–gerdân

Bu it besler diyu Kandî’ye kıldı lutf-ı bî-pâyân (Sürekli güzel şiirler yazanlardan yüz çevirdi de it beslediği için Kandî’ye bol bol bağışta bulundu).

Ama Paşa’nın şairlerle daha doğrusu Yahya Bey’le mücadelesi bu kadarla kalmadı. Kendisini bir iyi azarlayıp İstanbul dışına sürgüne gönderen şair her ne kadar sağlığında Rüstem Paşa’ya bir şey yapamadıysa da maruz kaldığı muameleyi unutmadı.

Mahşerde dahi gülmeyesi

Paşa’nın öldüğünü duyunca çok ağır bir hicviye mersiye yazarak içindekileri döktü. İslami gelenekte ölenlerin hayırla yad edilmesi güçlü bir gelenek olduğu için mersiyelerde daima ölen kişinin iyi tarafları ele alınır. Zaten mersiye kelimesinin anlamı da ölenin ardından onun iyi taraflarını dile getirmek demektir. Ama Yahya Bey, bu geleneği de bozarak edebiyat tarihindeki tek hicviye mersiyeyi Rüstem Paşa için yazdı.

Gülmez idi yüzü mahşerde dahi gülmeyesi

Çok iş etti bize ol sağlık ile olmayası mısralarıyla başlayan mersiye baştan sona Paşa’yı tezyif eder. Nitekim uzun sadrazamlık süresine rağmen kendisine yazılan kaside sayısı da yok denecek mesabededir.

Aslında Rüstem Paşa, dönemin aydınlarına ters gelmesine rağmen Osmanlı ekonomisini değişen dünya şartlarına uydurmak için birtakım kararlar almış, ama her zaman olduğu gibi bundan olumsuz etkilenen kitlelerin, özellikle de aydınların tepkisini çekmiştir.

Ben de doğrusu o yıllarda edindiğim bilgilerle şairler gibi düşünerek Rüstem Paşa’ya veryansın etmiştim. Oysa onun rüşvetçilikle suçlanması da bu dönemlerde ortaya çıkan yeni bir makam vergisi türü olan câize ile ilgilidir. O bu gelirlerle Osmanlı devletinin ticaret yolları üzerinde yer alan kadim şehirlerinde cami, medrese, kütüphane, han, hamam, kervansaray, bedesten gibi yüzlerce hayır eseri inşa etmiş müstesna vezirlerden biridir. Kurduğu vakıflarla Hırvatistan, Macaristan, Balkanlar, Rumeli, İstanbul, Anadolu, Mısır, Medine ve Kudüs olmak üzere ülkenin farklı coğrafyalarında, kısaca dikkate değer her yerleşim yerinde onun eserleriyle karşılaşabilirsiniz. Örneğin İstanbul’da bir cami, bir medrese ve kütüphane, beş han, iki han mescidi, iki mektep; Ankara’da bir hamam ve bir kervansaray; Kastamonu Daday ve Dibek’te birer cami; Erzincan’da bedesten, han ve hamam; Erzurum’da han (Taşhan), hamam ve bedesten; Edirne’de kervansaray, Tekirdağ’da bir cami, bir medrese ve kütüphane, bir mektep, bir kervansaray, Kütahya’da hamam ve medrese; Ermenek’te bir cami; Medine’de bir medrese olmak üzere toplam on iki cami ve mescid, yedi mektep, otuz iki hamam, yirmi iki çeşme, 273 oda, elli dört mahzen, 563 dükkân, yirmi sekiz han ve kervansaray, beş medrese onun vakfettiklerinin sadece bir kısmını oluşturur. Benim küçük kasabam Sapanca’da bile bir cami, bir mektep, bir imaret, bir hamam ve zâviye onun baniliğinde Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir.

Eminönü’nde bulunan camisi en geniş kubbeli veziriazam camisi olması, yoğun çini kullanımı ve mimarisinde kullanılan diğer süsleme öğeleri göz önüne alındığında döneminin eşsiz örneklerindendir.

Beni mahcup etti

Osmanlı idari ve siyasi yapısı göz önüne alındığında, üstelik de devletin bu en güçlü döneminde Rüstem Paşa’nın padişahlardan sonra en zengin kişi olması doğaldır. Sorgulanması gereken bu birikimini nasıl kullanıldığı olmalıdır. Edebiyat ve kültür adamlarına yönelik olumsuz tavrına rağmen özellikle mimari faaliyetlere sağladığı koruyuculuk eşsizdir. Bu çerçevede denebilir ki Kanuni Sultan Süleyman ile birlikte Mimar Sinan’a en iyi ortamları hazırlayan ve bütün imparatorluğun en nadide eserlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ikinci kişi Rüstem Paşa’dır. Nitekim çağdaşı sayılabilecek Gelibolu Âlî de onun rüşvetçiliği ile ilgili dedikodulara, böylesine uygun yerlere harcanıyorsa…gibi bir gerekçe ile onay verir. Denebilir ki Paşa 15 yıl gibi uzun süren iki vezîriâzamlığı döneminde ıslahatçılığıyla devletin siyasî, malî ve mimari gelişimine katkı sağlamış dikkate değer isimlerden biridir.

Müsteşarlığım ve Genel Sekreterlik döneminde şehirlere yönelik gezilerimde gittiğim pek çok yerde Rüstem Paşa’nın yaptırdığı eserlerle karşılaştım, sıklıkla. Bunlarla çoğu kez hiç ummadığım yerlerde karşılaştım. Osmaneli gibi örneğin. Her karşılaştığım muhteşem eser de gençliğimde kaleme aldığım o yazıyı hatırlattı. Paşa adeta her karşıma çıkan eseriyle beni mahcup etmeye devam ediyordu. Bu yazı da o mahcubiyetin yazılı ifadesi olsun.

[email protected]