Sekülerleşme ilahiyatçıların tekelinde mi?

M. Ali Kirman / Prof. Dr. KSÜ İlahiyat Fakültesi
20.06.2015

Türk toplumunda insanlar önemli ölçüde modern ve seküler bir hayat yaşarken, dini ve dindarlığı da elden bırakmamaya azami özen göstermektedir. İnsanların gündelik hayatlarında hem dinî hem de seküler ile temas noktaları söz konusudur. Dolayısıyla insanların muhafazakarlaşmayıp sekülerleştiği kesin tespiti yerine meseleyi diyalektik bir tarzda ele almak daha isabetli gözükmektedir.


Sekülerleşme ilahiyatçıların tekelinde mi?

Sekülerleşme konusundaki yazılarını yakından takip ettiğimiz değerli akademisyen Volkan Ertit Endişeli Muhafazakârlar Çağı (2015) isimli çalışmasında, teorik olarak daha önceki Sekülerleşme-dinden Uzaklaşmanın Hikâyesi (2014) adlı çalışmasının ana ekseninde kalarak Türk toplumunun muhafazakârlaşma değil de sekülerleşme süreci yaşadığını örneklerle ortaya koymuş ve daha önce tedavüle giren “endişeli modernler” kavramına nazire yaparak asıl endişelilerin muhafazakârlar olduğu tespitini yapmıştır. Bir anlamda Türk toplumunda dindarlaşma ve irtica endişelerinin, dolayısıyla İranlaşma veya Malezyalaşma endişelerinin aşıldığı, zira asıl endişenin “dinin elden gittiği” şeklinde dindarlar arasında yaşandığı vurgusu yapılmıştır.

Uzun yıllar sekülerleşme konusunu araştıran ve Türk toplumunda Din ve Sekülerleşme ilişkini ele alan ilk alan araştırması yapan (2005a),daha birkaç gün önce İhsan Çapçıoğlu ile birlikte derlenen Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar (2015) gibi eserlerin yanı sıra sekülerleşme konusunda çok sayıda makale yayınlamış, ulusal ve uluslararası düzeyde bildiri sunmuş bir İlahiyat Fakültesi mensubu olarak, Ertit’in kitabında bir bölüm olarak “Sekülerleşme Kavramını İlahiyatçılardan Kurtarmak” (2015: 162-172) şeklinde ifade ettiği tespiti çerçevesinde görüşlerimi açıklamak ve böylece bu konuya katkı ve açılım sağlamak düşüncesindeyim.

Öncelikle Ertit’in söz konusu bölümde ne kastettiğini hatırlamak ve hatırlatmak da yararlı olacaktır. Bu bölümün kısa özeti kendi ifadesiyle şu şekildedir:

“İlahiyatçılar benimle ne zaman tartışsa şu iki şeyi yaptılar: Ya sekülerleşme tartışmasını sadece İslam’a indirgediler, sanki bu topraklarda İslam harici inançlar yokmuş gibi (halk inançları), ya da “kişi bu yeni dindarlık formunun daha doğru din olduğunu düşünüyor, o nedenle buna sekülerleşme diyemezsin” dediler. Yani bu topraklarda sekülerleşme olmadığını ispatlama dertleri var ve bunu yaparken birbiri ile yer yer zıt metotları kullanıyorlar. Yani ya bir dinozor tayfa “sekülerleşmeyi” İslamsızlaşma olarak kodluyor ya da bir başka grup “yeni dindarlık formları var artık, burada sekülerleşme var diyemezsin” diyerek sekülerleşmeyi dinsizleşme ile eş koşuyor.”

‘İlahi’ sekülerleşme

1. Türk toplumunda din algısı sorunludur. Türk toplumunda insanlar önemli ölçüde modern ve seküler bir hayat yaşarken, dini ve dindarlığı da elden bırakmamaya azami özen göstermektedir. Ertit Türk toplumunun muhafazakârlaşma yerine sekülerleşme tecrübesi yaşadığı yönündeki belirlemiş olduğu kriterler ve bunlara bağlı tespitler oldukça isabetlidir. Ancak toplumun din algısıyla ilgili tespitler de göz önüne alınarak meselenin tam bir fotoğrafı ortaya konabilirdi. Uzun bir süreden beri sekülerleşme konusu üzerinde çalışmalarımızın son dönemde bu yöne kaydığını, yani insanların dinî ve seküler bir hayat yaşadığı veya gündelik hayatlarında hem dinî hem de seküler ile temas noktaları olduğu, dolayısıyla meselenin diyalektik bir tarzda ele alınabileceği yönünde kuramsal çalışmalarımızın devam ettiğini belirtmeliyim.

2. Birinci tespitimize bağlı olarak ikinci tespitimiz de şudur: Türk toplumun din ve dindarlık algısıyla ilgili sorun kuşkusuz İlahiyatçıları istisna kılmamaktadır. Ertit “Sekülerleşme Kavramını İlahiyatçılardan Kurtarmak” başlığı altında verdiği ve daha ziyade söylem boyutundaki örnekler (yaşantısı hariç, ona sonra değinilecektir) son derece isabetli olmakla birlikte yaşantı boyutuna dair tespitlerle desteklenmesi gerekirdi. Zira tıpkı Türk toplumunun geneli gibi İlahiyatçılar da yaşantı boyutunda seküler bir hayat yaşarken söylem boyutunda bunu itiraf etmek yerine reddetme yoluna yönelmekte bir beis görmemekte ve hatta belki de dinî alanın aktörleri olarak en azından pozisyonlarını zahiren de olsa korumak ve/veya kurtarmak istemekte olabilirler. Aslında sekülerleşmeyi reddetmek temellük etmek anlamına da gelmemektedir.

3. Ertit söylem boyutundaki bazı haklı tespitlerinden hareketle İlahiyatçıları homojen olarak değerlendirmiştir. Ancak İlahiyatçılar da her toplumsal grup, kesim veya kategori gibi homojen değil, heterojendir. Meseleye içerden bir bakışla rahatlıkla söylenebilir ki, İlahiyat Fakülteleri (İslami İlimler Fakülteleri hariç, ona sonra değinilecektir) bünyesinde gerek öğrenciler ve gerekse öğretim elemanları ve hatta çalışan idari personel düzeyinde seküler ve dinî tercihler konusunda çok büyük bir farklılaşmadan söz edilebilir. Mevcut pozisyonlarını korumak ve/veya kurtarmak adına serdedilmiş olan söylemlerden ve sergilenen bazı tutumlardan hareketle fotoğrafın tamamını görmek veya değerlendirmek oldukça güçtür.

Kutsala karşı direnmek!

4. Bu bağlamda yine içerden bir bakışla İlahiyat Fakültelerindeki akademik ve idari personel ile özellikle öğrencilerin söylemin ötesinde yaşantı boyutunda yoğun bir sekülerleşme tecrübeleri yaşadıkları bilinmektedir. Nitekim bu gerçeği ortaya koyan azımsanmayacak bilimsel araştırma ve çalışmaların varlığı bilinmektedir (Taştan, Kuşat ve Çelik 2001; Akyüz 2001; Apaydın ve Kirman 2004; Kirman 2005b). Söz gelimi bu çalışmalardan birinde, İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin toplumdan ve dinden kaynaklanan bazı kutsallara karşı direnerek özneleşme ve dolayısıyla sekülerleşme tecrübeleri yaşadıkları gerçeği açıkça tespit edilmiş ve ortaya konmuştur (Kirman 2005b).

Türk toplumunda genel olarak toplumun bütün kesimlerinde, özel olarak da dindar kesimde ve hassaten de İlahiyat çevresinde sınırların aşındığı, seküler ve dinselin birbiriyle yakınlaştığı (Göle 2012) ve bu yakınlaşma neticesinde seküler ve dinsel birbirini dönüştürdüğü bir süreç yaşanmaktadır. Yine İslam’ın son yıllarda kamusal alanda kazandığı görünürlüğün getirdiği yeni, farklı yüzler, söylemler ve yaşam biçimleriyle (Göle 2005) dindarlık biçim değiştirmekte ve yeni dindarlık formları ortaya çıkmaktadır (bkz. Kirman and Baloğlu 2012). Bu durum bir anlamda de-sekülerleşme, Ertit’in ifadesiyle söylersek muhafazakârlaşma olarak görülebilirse de, aslında dinden tamamen uzaklaşma veya dinsizlik olarak değil de dindar kesimin “modern” hayata konumlanma talebi olarak da görülebilir.

5. Ertit’in “Sekülerleşme Kavramını İlahiyatçılardan Kurtarmak” iddiasını doğrulayabilecek ve/veya kurtarabilecek bir tespit şudur: Sekülerleşme konusu dünyanın her yerinde öncelikle din sosyolojisi alanına özgü ve daha ziyade din sosyologlarının çalıştığı bir konudur ve Türkiye’de üniversite yapılanması göz önüne alındığında, din sosyolojisi dersleri ve çalışmaları daha ziyade İlahiyat Fakültelerinde yapılmaktadır. Fen Edebiyat Fakülteleri -ki Ertit de bu fakülte mensubudur- bünyesindeki sosyoloji bölümlerinde son yıllara kadar din sosyolojisi dersi ya okutulmamakta ya da seçmeli olarak okutulmaktadır. Ertit’in yurtdışında doktora yapma konusunda yaşadığı kabul edilemez MEB bursu talihsizliği bu gerçeğe matuf gibi görünmektedir.

İlahiyat fakülteleri...

6. İlahiyat Fakültelerinde özellikle Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü bünyesinde, her ne kadar eleştirilse de, İlahiyat çıkışlı olmayan, lisans eğitimini başka programlarda tamamlamış olanlara lisansüstü çalışmalar yapmalarına imkân verilmektedir. Hatta denebilir ki bu bölüm son derece modern, seküler ve eğitimde fırsat eşitliği ilkesine uygun bu uygulamasıyla bu tür çalışma yapmak isteyenlere destek veren tek bölümdür. Şu an lisansı İlahiyat olmayan üç yüksek lisans danışmanlığı yapmaktayım ve bunlardan sadece biri, Bryan R. Wilson’un sekülerleşme tezine katkıları üzerinde çalışmasını birkaç gün önce savunarak tamamlamıştır. Her bölüm veya program aslında “tamamlama programı”na alınma gibi yasal dayanaklar ve düzenlemeler olmasına rağmen lisans diploması farklılığına fazla, hatta neredeyse pek sıcak bakmadıkları bilinmektedir. Bunu yüksek lisans ve doktora programlarına öğrenci kabulü ilanlarında, özellikle “tercihen” başlığı altında konan şartlarda görmek mümkündür. Bu bağlamda İlahiyat Fakültesi mezunlarının başka bölüm veya programlarda lisansüstü çalışmalar yapması pek mümkün değildir. Bu durum da sekülerleşmeyi İlahiyat Fakültesi veya İlahiyatçıların değil, onların dışındakilerin temellük ettiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

7. Volkan Ertit’in “Sekülerleşme Kavramını İlahiyatçılardan Kurtarmak” iddiasının iddialı bir genelleme olduğunu ve üzerinde tekrar düşünülmesi gerektiğini gösteren bir durum da, son iki yılda İlahiyat Fakültelerinin müfredatında bir takım değişiklik yapma yönünde YÖK nezdinde bir projenin ortaya atılmış olmasıdır. Her ne kadar kamuoyundan gelen ve tek yönlü olmayan çeşitli tepkiler karşısında geri adım atılmış olsa da, İlahiyat Fakültelerinin müfredatından Felsefe ve Din Bilimleri derslerinin (Din Felsefesi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Dinler Tarihi vd.) çıkarılması veya en aza indirilmesi çalışmaları İlahiyat Fakülteleri bünyesinde seküler ve dini tercihler konusunda çok da homojen bir durumun olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Hatta son zamanlarda İlahiyat Fakültesinden ziyade İslami İlimler Fakülteleri açılması da bu kapsamda değerlendirilebilir.

Anlaşılan sekülerleşme kavramı da gerçeği de İlahiyatçıların tekelinde değildir. Zaten böylesine çok kapsamlı ve çok boyutlu bir konunun, her ne kadar aksi yönde görüş beyan edenler, çalışma ve proje yapanlar ve hatta uygulamaya koyanlar olsa da, toplumun bir kesiminin tekelinde olması düşünülemez. Çalışmalarında daha analitik olması ve içerden bakışlara da yer vermesi temennisiyle genç akademisyen arkadaşım Volkan Ertit’i böylesine zor bir meselede kalem oynatma cesaretinden dolayı tebrik ediyorum.

[email protected]