Semboller metalaşırken

H. Hümeyra Şahin - Yazar
22.06.2013

İyimser bir yaklaşımla şunu söyleyebiliriz: Bundan sonra önemli olan, meseleyi ‘mekan ve sembol fetişizmi’ne kurban etmeden, ileride yapılabilecek başka kent planlamalarına da ufuk açabilecek şekilde ‘kent, hafıza, meydan, temsil, kimlik, modern ve reel ihtiyaçlar’ gibi çoklu yaklaşımlar üzerinden dingin ve duru bir zihinle tartışabilmek.


Semboller metalaşırken

Geleneksel yapılardan modern sistemlere geçerken belki de en büyük darbeyi simgesel temsiller aldı. Geleneksel dünyada her şey semboller üzerinden ifade edilirken modern zamanlarda mesaj, en çıplak haliyle direkt ve dolaysız bir iletişim diliyle mutahabına ulaştırılıyor. Japon, Rus ve Osmanlı gibi geleneksel imparatorluk düzenlerinde gündelik hayattan siyasete pek çok şey semboller üzerinden kurgulanıyordu. Sözgelimi Osmanlı mahallesindeki herhangi bir Müslüman evinin kapısı üzerinde iki farklı tokmak bulunur, tiz sesli tokmak çaldığında ev sahibi, misafirin kadın olduğunu, tok sesli olan çaldığında ise erkek olduğunu bilirdi. Ya da ağır hastası olan evlerin pencerelerinden sarkıtılan kimi çiçekler sokaktan gelip geçene sessiz olmaları gerektiğini hatırlatırdı. Gündelik hayat adeta bu temsiller üzerinden yapılan bir sözleşme ile yürüyordu. 

Devlet yönetimi de benzer bir mantıkla işliyordu. Padişahın Cuma Selamlığı’na çıkışı, bir yöneticinin dini vecibeyi ifa için mabede gitmesinden çok öte anlamlar taşıyan karmaşık bir temsiller ve semboller yumağı idi. Sözgelimi Sultan Abdulhamid döneminde cuma selamlığını izlemek isteyen meraklı yabancılar için bir platform bile kurulmuştu. ‘İktidarının titreşimleri’ni görünmeden ülkeye yayan bir padişah olarak Sultan Abdulhamid’in bu tantanalı cuma selamlığını izleyen Japon tüccar Yamada Torajiro’nun anlattıkları Yıldız Sarayı’ndan Yıldız Camii’ne doğru yol alan Selamlık Alayının ne kadar çok temsil içerdiğini gösteriyor. Torajiro, padişahın dört atlı arabasıyla camiye geldiğini, fakat dönerken hafif atlı arabaya binip dizginleri bizzat eline aldığını söylüyor. Bu tablo, saray erkanı, hanedanın erkek üyeleri, bürokratlar ve yüksek rütbeli zabitleri arkasına alarak devletin dizginlerini elinde tutan bir padişahın halkına vermek istediği güç mesajı olarak yorumlanıyor. (Kaynak: Selim Deringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji, YKY)

Simgelerin hiyerarşik düzeni

Osmanlı Devleti’nde bu ve benzeri simgesel temsillerin her hiyerarşik yapıda karşılığı vardı; makamında yabancı elçiler kabul eden sadrazam, elçinin önemine göre güç ifadesi olarak cildi kıymetli taşlarla kaplı kitapları hazineden çıkarıp kabul odasına yerleştiriyor ya da paha biçilmez elmas yüzükleri parmaklarına takabiliyordu. 

Oysa modern dönemlerde kıymetli kitaplar ve elmas yüzükler yalnızca sergi salonlarında ya da müzelerde işlev görüyor. Artık bir devletin ne kadar güçlü olduğu reel göstergelerle ifade ediliyor; gayri safi milli hasıla, enflasyon rakamları, borsa değerleri, gelir adaletsizliklerine karşı üretilen sosyal politikalar, altyapı yatırımları, geniş yollar, değerlendirilmiş yeraltı kaynakları, havalimanları, çevre çalışmaları, genç nüfusun üretkenliği, kadın sorunları başta olmak üzere tüm sosyal sorunlara çözüm üretebilme kapasitesi, eğitimli ve nitelikle insan potansiyeli gibi reel göstergelerin en pratik ve yalın biçimde ifadesi ile ortaya konuyor güç. 

Gücün ifade biçimi, modernleştikçe yalınlaşıyor. Burada bu değişimin iyi ya da kötü olduğunu tartışmıyoruz elbette. Geleneksel dünyadan kopuşla ortaya çıkan boşlukların sadece ifade tarzı ve üslupla sınırlı kalmadığı, ardında derin düşünsel meseleler bıraktığı ise bir başka konu. Burada geleneksel dönemlerdeki debdebe ve ihtişamın ‘imaj’a dönüştüğü bir dünyada mesaja odaklanan iletişim biçiminin sembolle ilişkisinden söz ediyoruz. Kuşkusuz modern dönemler de daha çok imaj ekseninde kendi sembollerini üretti; yalın, işlevsel ama dirençsiz. Zira geleneksel toplumların sembolleri, birbirini kollayan ve kolladıkça da varlığını pekiştiren muhafazalı bir sistem içinde yüzyıllar boyu değişmeden varlık gösterme potansiyeline sahipken zamanın ağır akışı içinde de kökleşiyordu. Oysa modern zamanların sembolleri temsil ettikleri anlam kayıplarına karşı o kadar da mukavim değiller. Çünkü modern zamanlar, ortak yanlarıyla değil farklılıklarıyla varlık göstermeye talip, hızlı değişime ayak uydurma zorunluluğuna tabi bireylerden oluşuyor. Ve bu süreçte kendi geleneğini oluşturamadan yeni şartlarla yüz yüze kalıyor. Bu nedenle modern toplulukların sembollerle kurduğu ilişki geleneksel toplumlardaki kadar güçlü olmuyor. Hatta çeşitli anlam kayıpları içinde sembol bazen sembolize ettiği anlamın ve mesajın önüne geçip artık sadece kendisini temsil eden bir ‘meta’ya bile dönüşebiliyor. 

Meydanı fetişleştirmek

Son günlerde İstanbul’da yaşanan olaylı ‘Taksim Meydanı’ tartışmalarına bir de buradan bakmak mümkün olabilir. Meselenin ‘meydanı fetişleştirme’ ile ‘kent hafızasını tahrip etme’ iddiaları arasında gerilimli bir hale geldiği görülüyor. Konu adeta, modern bir devletin güç ifadelerine fazlasıyla sahip ve son on yılda başarılarıyla kendini ispatlamış bir iktidarın sembolle imtihanı haline geldi. ‘Türkiye Modernleşmesi’nin vitrini’ kabul edilen Beyoğlu’nun açıldığı kavşakta ‘Cumhuriyet döneminin sembolleri’ kabul edilen binaların korunma hassasiyeti, tüm şehre eli değen iktidarın ‘modernleştirici’ meydan çalışmaları ile karşı karşıya kaldı. Bir yanda kent, hafıza, kimlik, temsil gibi entelektüel gündemler, diğer yanda kentin yeni ihtiyaçları ve kentlilerin yaşamını tehdit eden risklere karşı düzenleme çalışmaları birbirinin iyi niyetini tahrip etti. Sözgelimi Taksim Meydanı’nın hafızasına olası bir depremde istenmeyen görüntüler katacak riskli yapının yeniden inşasına ‘sembolik anlamı’na odaklanarak entelektüel vesayetle karşı çıkıldı. Öte yandan ‘sembole karşı sembol üretme’ ithamı karşısında  ‘meydanın hafızasında zaten var olan bir yapı’yı tekrar ortaya çıkarma argümanıyla ısrarcı olundu. Altını çizmek gerekir ki, iktidarın kendini kuşaklarca hatırlatacak ve kendi çağının söylem biçimine uygun güç temsillerini bir meydana sıkıştırarak ifade etmeye ihtiyacı olmadığı ortada. Zira ülkenin dört bir yanında on yıllarca onu hatırda tutacak modern temsillere sahip olduğunu bütün reel göstergeler ortaya koyuyor. İyimser bir yaklaşımla, bundan sonra önemli olan, meseleyi ‘mekan ve sembol fetişizmi’ne kurban etmeden ileride yapılabilecek başka kent planlamalarına da ufuk açabilecek şekilde ‘kent, hafıza, meydan, temsil, kimlik, modern ve reel ihtiyaçlar’ gibi çoklu yaklaşımlar üzerinden dingin ve duru bir zihinle tartışabilmek. Umarız ki yargı süreci beklenirken ülkede bu çerçevede yapılabilecek beyin fırtınaları dışında başka fırtınalar esmez de, kazanan İstanbul olur. 

[email protected]