Ekran-aşıklarının inziva romantizmi: Sen yine de 'İnsan kal Türkiyem!'

Doç. Dr. Sertaç Timur Demir / Gümüşhane Üniversitesi
25.04.2020

Karanlık ve distopik bir gelecek içinde Müslümanca umudu yitirmeyen Ayşe Şasa'ya göre, herkesin öldü bildiği biri olmanın verdiği garip kimsesizlik halini temin eden mağara, “ama en mühimi sağlık” diyenlerin çok ötesinde, “âlemde tek anlam aşk; her şeyin sırrı muhabbet” sedasının yankılandığı yerdir.


Ekran-aşıklarının inziva romantizmi: Sen yine de 'İnsan kal Türkiyem!'

Evde Kal Türkiye” kampanya ifadesindeki belki de tek anlaşılır kelime Türkiye’dir. O da coğrafi sınırlarıyla belirgin. Yoksa küresel salgının bile bir araya getiremediği ideolojik bölünmeleriyle hala tek bir Türkiye’den bahsetmek ne kadar mümkün? Peki ya “ev”? O da uzun bir süredir, kendisine kaçılan bir sığınak olmaktan uzak değil mi? “Kalmak”? Tüm benliği ekranlara sıkışmış modern takipçi bireyin bedeni, bugünlerde zoraki bir yere saplanıp kalmışsa, bu “kalmak” mıdır yani? Bu yazı, sağlığa, yani salt yaşamaya dayalı “evde kal” çağrıları etrafında örülen nostaljik yuva ve ulvi inziva davetlerinin geçerliliğini sorgulamaktadır.

Her şeyden önce inziva bir antitez değildir. Aynı zamanda bir kaçış da değildir. O kendinden menkul, karşıtını kendi içinde eriten, içe dönük fakat dışarıya açık bir “an’da olma” biçimidir. Ruhun inzivada inceltilmesi, benliğin inşa edilmesi yoluyla esasında toplumsalın ihyasıdır. İnzivada kişinin halveti, kalp düğümlerinin dünyeviden çözülerek; Hakk’a bağlanması üzerinedir. İnziva, Hakk’la uzletin önüne yığılmış kalabalıklar ve koşuşturmalar perdesini aralama teşebbüsüdür. Hakiki bir münzevi, dışarıya özlem duymaz. Çünkü bilir ki insan, sahip olduklarından çok; özlem duyduğu şeylere dönüşür. İnziva, gerçek bir “kalma” formülüdür: en öz itibarıyla insan kalma formülü.

Evin evsizliği

Karantina günlerinde fikir önderlerimiz bile kişisel sosyal medya hesapları yoluyla bizleri inziva’nın yüceliğine, ellerinde cep telefonları; gözlerini ekranlardan bir an ayırmadan davet ediyorlar. Ortada inzivanın kendisi değil; bir yığın edebiyatı var. Hiç şüphesiz, bir konu hakkında çok konuşmayı sürdürmemiz, esasında kendimiz ile konuştuğumuz şey arasındaki huzursuzluk verici boşluğun her geçen gün daha fazla genişlediğini gösteriyor. Buna göre ya yaşayamadıklarımızı konuşuyor ya da konuşarak hem konuyu hem kendimizi yücelttiğimizi sanıyoruz. Söz, bu durumlarda, eylemsizliğin tesellisi oluyor.

İçinde değilse de kabuğunda yaşadığımız bu modern sunumlar kültüründe, geliştirmeye ve teşhir etmeye teşvik edildiğimiz albenili vitrinler ve ayırt edici parlak aforizmalar, aslında olageldiğimiz banalliği örtbas etmeye çalışıyor. Arzularımız yoksunluklarımızı; slogancı şövalyeliklerimiz ise zafiyetlerimizi mimliyor. Bu nedenle mekânsal olarak “evde kalmak” bizi sevdiklerimize yaklaştırmadığı gibi, belki de aramızda o güne dek bastırılan duygusal mesafelerin altını çiziyor. Burada geçiştirilegelen incitici hatıralar dışında, zihnimizde geçmişe dair herhangi bir eylem ve iştiyak da belirmiyor. Öyle ki ekranlara, hemen yanımızdaki kişilerin yüzüne baktığımızdan daha çok bakıyoruz.

Ev, her geçen gün mahremiyetten mahrumiyete dönüşüyor. Bireyin içinde yaşadığı bölünmenin ilk yıkıcı tezahürü aile üzerinde kendini gösteriyor. Isınmak için bile bir araya gelmek zorunda olmayan, herkese ayrı rezerve edilmiş kaloriferli odalarda dağılmış aile üyeleri, gözlerinin önündeki ve ellerinin altındaki ekranlarla beraber, Georg Simmel’in yıllar önce kentler için söylediğini doğruluyor: Fiziksel olarak yakın; mental olarak uzak! Ev dediğimiz yer, içinde karşılıklı yapıcı ilişkilerin sürdürüldüğü sıcak yuva dokusunu yitiriyor; bunun yerine eşyalardan ve odaları ayıran duvarlardan oluşan bir inşaat formunu alıyor. Bir zamanlar huzur arayışlarına karşılık gelen ev, artık gerilimi, izolasyonu, içe gömülmeyi, saklanmayı, sakınmayı, bağlantısızlığı ve aynı zamanda teknolojiye indirgenmiş dijital yaşam tarzını ifade ediyor. Başlarda zorunlu bir yönelim olarak beliren bu geri çekiliş, her geçen gün iradenin yerini kısırdöngünün aldığı katılaşmaya bırakıyor. Daha sonra, katılaşan bir hayatı tahammül edilir kılmak için yeni başlangıçlara sarılıyoruz: yeniden sağlık kürleri, biraz daha spor, biraz daha teknoloji, sosyal medya, biraz daha oyun ve dizi. Ve bunca kaçışa rağmen azalmayan bıkkınlık ve çatışma.

Oysa salgın günlerinde kesintiye uğrayan rutinlerimiz, bizi bugüne kadar mahrum kaldığımız şeylerin ayırdına vardırmalıydı. Yani normal olan buydu. Aksine geldiğimiz noktada bu koşturmacaların olmadığı bir dünyanın aşırı sıkıcı bir yer olduğuna ikna olmuş durumdayız. Salgın-sonrası hayata, bıraktığımız yerin çok daha ilerisinde ve fiber-hızla başlayabiliriz yani. Öte yandan kanımca salgın bizi anormalleştirmedi. Yalnızca farkında olmadan anormalleştiğimiz gerçeğini keskin çizgilerle belirginleştirdi. Başımızı bir an ekranlardan çevirdiğimizde görüyoruz ki, kendi serkeş gidişatımızla yüz yüzeyiz. Zafiyetlerimize şahit ve muhatabız. Karşımızdaki o esrarengiz yüz, fısıltısını biraz daha yükselterek bize hıza ne denli düşkün, özgürlüğe ne denli esir olduğumuzu anlatıyor. Anlıyor muyuz? Anlasaydık ağlardık; ağlasaydık anlardık. Ne var ki biz neşesiz bir mutluluğa talip ve ağlatmayan bir mutsuzluğa müptelayız.

Sağlık ölümcül; ölüm hayati

Modern bireyler olarak artık hepimiz bir bakıma mülteciyiz: Fikirde mülteci, duyguda mülteci, eylemde mülteci, inançta mülteci. Çünkü zihinlerimizin demir atabileceği ve içinde kendimizi mutlak ait hissedebileceğimiz bir mekanlar-üstü ev’den mahrumuz. Bu zoraki karantinada bile, bedenimizi çevreleyen duvarların değil; ekranlardan yayılan ışıltının tutsağıyız. Arzu ettiklerimiz, sahip olduklarımızdan; planlarımız yaptıklarımızdan çok. Görünürlüğümüzle her yerde; oluş’umuzla hiçbir yerdeyiz. Dijital bir iz olarak nickname’i benliğinden büyük; parolaları sırlarından değerli, takipçileri tanıdıklarından kalabalık; izledikleriyse gördüklerinden fazla olan ekran-varlıklarız. Seyrediyor ve seyrediliyoruz.

Büyük devletler önümüzdeki yıllarda yazılım bağlamında genetik, nanoteknoloji ve yapay zekâ gibi alanlara büyük yatırımlar yapacaklarını duyurdu. Öte yandan salgın günlerinde herkes can telaşında. Neredeyse kimsenin insanlık serüvenimizin gidişatını sorgulayacak direnci ve cesareti yok. Kutsanan modern bilimcilik, elinde normlara ölçü koyan sopasıyla herkesi hizaya getiriyor. Bugüne kadar tercih ettiğimizi sandığımız şeylere artık tümüyle mecbur gibiyiz. Böylece salgın, modern kültürün tüm argümanlarını iflasa zorlamış görünse de; aynı zamanda ona geleceği istediği gibi kurmanın meşruiyetini sağladı. Virüsün en fazla tehdit ettiği ihtiyar nostaljiklerimiz bile, maziyle bağımızı koparmamalıyız derken; yine de sözlerini modern kültürün ezber mitlerini ikrar ve tekrar ediyorlar: “Yine de en önemlisi sağlık”. Bu klişe ifade kendi başına elbette yanlış değil. Ancak aynı ifade, her cümlenin sonuna cebren dayandığında, kendisinden önceki tüm tenkitleri anlamsızlaştırmış ya da boşa çıkarmış olmuyor mu?

Bu durumda, neredeyse alternatifi olmayan bu tekinsiz dünyada, insanın kendini bulabileceği bir inziva kuyusu ya da mağarası kalmış mıdır? Esasında bu, yalnızca bir “evde kalma” değil; “insan kalma” meselesidir. Bu noktada bir parantez açarak, “ideal şebek kafeste yaşar” sözlerinin geçtiği ve bugüne dair göndermeleri olan Şebek Romanı yeniden gündeme gelebilir. Nitekim rahmetli Ayşe Şasa’nın bu tasavvufi bilimkurgu eseri, manadan yoksun ultra-modern bir çağda “insan kalma”nın tehdit ve olanaklarını sorgular. Bugün bilimkurgu artık izlediğimiz değil; yaşadığımız şeydir. Ayşe Şasa, kitabında “Maymundan geldik. Şebeğe gidiyoruz” diyen hükümran şebeklerin dünyasında korkutma, belirsiz, gizlilik, panik çıkartma ve paniği sömürmenin gezegensel idarenin özü olduğunu belirtir. Ona göre “yeryüzü bilinmeyen bilimsel verilerle çivisi çıkmış” bir yerdir. Ama umut hep vardır. Fakat tam olarak nedir, nerededir bu umut?

Umudun mağarasında

Bugün dünyanın iletişim araçları itibariyle küreyerelleştiği gerçekse de; burada fanuslarında çevrimiçi ama temassız yaşayan bir jenerasyon kurgulandığı da açıktır. Buna göre sınırları daha fazla aşma dürtüsüyle kışkırtılan 21.yüzyıl bireyi, bu zorlamaların tam da tersine teptiği bir ıssızlık ve bağsızlıkla karşı karşıyadır. Dahası, teknolojinin getireceği varsayılan konfor tembelliğe, keyif amaçsızlığa, sahiplikler bağımlılığa, yoksunluklar hırsa, haz tatminsizliğe ve özgürlük de izolasyona evrilmiş durumdadır. İnzivanın söylemine yakın, ruhuna uzak bu salgın günlerinin uzun vadede mimlediği en derin yara belki de budur. Bu nedenle, evde kalma tartışmalarının gölgesinde, çağın en büyük sorusu insana ne olacağıdır.

“Neyim ben, kimim, nasıl geldim buraya” şeklinde vücut bulur bu soru, Şebek Romanı’nda. Evet, “İnsan kalmak” modern bireyin en güncel ve çetin paradoksudur. İnzivanın da ana niyeti olan bu “insan kalma” isteği, bugün en çok “Halkın içinde Hakk’la olma”yı gerektirse de; ekranlardan arındırılmış bir kuyu ya da bir kuytu mağara herkese gerektir. Dünya yığıntıları ve ekran kimlikleri arasında kaybolmuş gerçek ben’i yeniden bulmak ve bilmek için gerektir bu. Karanlık ve distopik bir gelecek içinde Müslümanca umudu yitirmeyen Ayşe Şasa’ya göre, herkesin öldü bildiği biri olmanın verdiği garip kimsesizlik halini temin eden bu mağara, “ama en mühimi sağlık” diyenlerin çok ötesinde, “âlemde tek anlam aşk; her şeyin sırrı muhabbet” sedasının yankılandığı yerdir. Tam da bu nedenle, Şebek Romanı’nda geçen şu insan kalma daveti, bugün gerekli olan “evde kal” çağrılarından çok daha aziz ve evrenseldir: “Ey kendini şebek sanan insan kardeş. Sen şebek değilsin. Âdem Aleyhisselam’dan geldin. Âdem’in de bir Yaratıcısı var”.

 

[email protected]