Ser seramin ser çavemin* (Başım gözüm üstüne)

Ahmet Özcan/Yazar
8.06.2014

Türkler, Kürtler ve Araplar, yeniden Selahaddin’in safında toplanırsa, sadece Ortadoğu değil, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Afrika’da yeni bir dönem başlayacak. Bu nedenle, Kürdistan, nöbetini tuttuğu değerlerle ve Lozan’da dayatılan İngiliz-Kemalist alışkanlara inat, Müslümanların, tarihin ve coğrafyanın doğal yürüyüşüne geri dönmesi için, müthiş bir imkan.


Ser seramin ser çavemin* (Başım gözüm üstüne)
“Ne kadar uzaktık Dicleden
Çok yakınında doğmuşken
Dicle ki aşağılarda köpüklerinden
Bir şehir doğurmuş Bağdattır bu senin ülken
Bağdattır bu kardeşim senin ülken
Ayın Dicleye düşüp toprağa yükselmesi yeniden
Ayna koparmak boyuna ayna koparmak güneşten
Senin şehrin benim şehrim ve hepimizin şehri
Bir nehrin şehri ki bizi yıkamıştır ruh ve beden
İçimizde akmıştır gece ve gündüz demeden
Göğdesinde izler benekler taşır 
Kara Amid kalesinden”
Sezai Karakoç
 
Halepçe’nin arka mahallelerinden birinde mütevazi bir eve çatkapı giriyoruz. Ev sahibi 40’lı yaşlarda Kamil Abdulkadir bey, burnunda bir nefes alma cihazıyla bizi karşılayıp sevinçle buyur ediyor içeriye. Çocukları ve ev ahalisi doluşuyor etrafımıza. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince bir telaş ve mahcubiyet karışımı mütevazi odalarında bizi ağırlamaya çalışıyorlar. Kamil bey, katliamda 15 yaşındaymış. Bütün ailesini kaybetmiş. Kendisi de zehirli gazdan yaralanıp ömür boyu mahkum olacağı nefes alma cihazıyla ayakta kalmış. Şimdi 4 çocuklu bir aile babası. “hoşgeldiniz, ser sera, ser çave” diyor önce gülümseyerek. ‘Neden daha önce gelmediniz’ diye soruyor ardından. “Bize kimse sahip çıkmadı, siz de...” diyor. Türkiye’yi kastederek. Gözlerinde ince bir sitem. Cemal Süreya’nın dizeleri geliyor aklıma, gözlerimi kaçırıyorum; “Belki de konuşuyordur gözlerin ama ben gözce bilmiyorum ki; Sessizce biliyorum, Usulca biliyorum, Masumca biliyorum.” ... Mahcupça biliyorum...

Kendisi gibi binlerce insan, katliamdan 26 yıl geçmesine rağmen hala bir şekilde zehirli gazın etkileriyle boğuşarak yaşıyor. Hatta oldukça verimli topraklarıyla ünlü Halepçe’de hala meyve ve sebzelerde, bazı yerlerde sularda kimyasal gazın etkilerinin sürdüğü söyleniyor. 1988 martında Saddam’ın alçakça saldırdığı Halepçe, her zaman gündemimizdeydi ama, bir zalimin katliamı olarak, Müslüman Kürtlerin maruz kaldığı zulümlerden en acısı, en korkuncu olarak. Oysa burası 100 bin kişilik bir şehir ve katliamdan sonra da insanlar hayatlarına devam etti.Yaralılar, yakınlarını kaybedenler, tanıklar.. Hepsi yaşıyor. Ve gerçekten Halepçe’ye bu yönüyle kimse sahip çıkmadı. Hiç kimse Türkiye kamuoyuna Halepçe şehrini, Halepçe halkını, buraların o bizden olan masumiyetini anlatmadı. Belki de son derece dindar ve bir o kadar da asil bir Kürt topluluğunun bu yönünü öne çıkarmak istemediler. Bu nedenle mahcubiyetle ‘ne desen haklısın,’ dedim Kamil Abdulkadir’e. Şimdi Halepçe’deydik, bizim olan bizden olan, kendisiyle özdeş olduğumuz Müslüman Kürtlerin, Müslüman Kürdistan’ın bu güzel ve mahzun şehrindeydik ve şehitlerin kabrinde belki ruhlarına dokunup bizi affetmeleri için bir Fatiha okuyarak gecikmiş özrümüzü sunabildik.

Halepçe’nin çarşısında dolaşırken neredeyse gören herkesin selam verip gülümsediği, bir çoğunun Türkiye’den geldiğimizi öğrenince kolumuza yapışıp evine davet ettiği, “gelin bizde kalın, illa yemeğimizi yeyin” dediği, oturduğumuz her çay ocağında çay gelmeden çayın parasının sessizce ödendiği, pazardan aldığımız meyvelerin parasının ısrarla alınmadığı bir yer burası. O vahşi batılılaşmanın uğramadığı, insanların en doğal halleriyle, sıcak, samimi, sahici yüzleriyle muhatap olduğumuz çok eski günlerden masal diye anlatılan değerlerin hala canlı bir şekilde yaşadığı muhteşem bir  Kürt şehri Halepçe... O kadar bizden ve insanı mahcup edecek kadar da gerçek ki. Sanki o rezil saldırıyı, o büyük travmayı yaşamamışlar gibi, öylesine güleç, sakin, öylesine huzur dolu insanlar ki.. Bu mütevekkil edayı ne Filistin’de, ne de Srebrenitza’da görmediğimiz için olsa gerek, biz de kaptırıyoruz bu neşeli insanların dünyasına kendimizi. Yaşlı dedeler cami önlerinde bizimle şakalaşıyor, gençlerle Türkçe, Kurmançi, Sorani, Farsça, Arapça karma karışık bir muhabbete tutuşuyoruz. İran sınırına 16 kilometre yakın olduğu için Farsça kullanımı da yaygın burada. ‘Türk’,’Türkiye’ deyince neredeyse herkes önce bir gülümsüyor, sonra başparmağını kaldırıp ‘ser sera, ser çave’ diyor;’ başım gözüm üstüne’

Parantezi kapatalım artık

Kürdistan, resmi adıyla Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, siyasi çekişmelerin veya ideolojik söylemlerin gölgesi altında görülmeyen, tarihindeki talihsizlik ve haksızlıkların, üzerindeki belirsizlik ve çekişmelerin perdelediği bir coğrafya. Türkiye’deki eski rejimin korkularının adeta hayat bulduğu ve fakat bu sahte korkunun fiilen geçersizliğinin ispatlandığı bir yer. ‘Bölünme’ korkusu, şeriat gelecek korkusu gibi cumhuriyetin üzerine bina edildiği negatif motivasyonların en önemli ayağıydı. Kürtler, Lozan’da kaybedilen Musul bölgesindekiler ve İngilizlerin çizdiği sınırın yukarısındakiler olarak bölününce, aşağıdakilere peşmerge, yukarıdakilere dağ Türkü demişler. Üstelik, 1918-1922 yılları arasında gerek Musul gerekse Revandiz ve Süleymaniye bölgesinde Şeyh Mahmut Berzenci, Uceymi Sadun, Abdullah Ağa, Özdemir Bey gibi Osmanlı yanlısı Kürt, Arap aşiret liderlerinin veya Teşkilat-ı Mahsusa’nın Ekrad birliklerinin İngilizlere karşı büyük direnişine rağmen, ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’, özellikle Lozan sonrasında, Şeyh Sait ayaklanması bahanesiyle, cumhuriyet rejiminin anti tezi veya korku duvarı olarak tanımlanmış. Bu evhamın 90 yıllık bedeli ise, Türk ve Kürt kavramlarının birbirinin ötekisi haline gelişi, yüz binlerce insanın kan, gözyaşı, sürgün, aşağılanma ve ölümlerle muhatap kılınması, milyonlarca insanı birbirine düşman eden sıradan faşizmin herkesi içine alan ırkçı-milliyetçi reflekslerle topluma egemen olmasıydı. Şimdi, isteyenin Türk, Kürt ya da başka bir şey olabildiği, bunun tartışma dışı olduğu, herkesin özgürce kendi kimliğiyle var olabildiği, özellikle Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin eşitlikçi bir temelde yasal güvenceye kavuşacağı umut dolu bir barış süreci yaşanıyor. Ve Kürdistan, Hewler (Erbil)’den Duhok’a, Zaho’dan Halepçe’ye kadar, bu barış ve özgürlük (-aşiti-azadi) sürecinden dolayı Tayyip Erdoğan’a son derece müteşekkir. Mesut Barzani’nin Diyarbakır’a gelişi ve İbrahim Tatlıses ve Şiwan Perwer’le birlikte Erdoğan’la yan yana verdiği fotoğrafın buralardaki etkisi, belki yüz yıllık acıları ve husumetleri dindiremese de büyük bir umut rüzgarı estirmiş. Bu topraklar, özellikle Kürtler, son yüzyılın acılarını bugünün umutlarıyla sağaltmaya çalışıyor. ‘Saddam yandaşı Araplar’, diyor bir Erbilli, ‘yıllarca bize zulmettiler, bombaladılar, katlettiler, ama şimdi Allahın adaleti işte, kendileri Şiilerden kaçıp bizim topraklarımıza sığınıyorlar. Ama biz asla onlar gibi yapmıyoruz, kardeşimiz olarak, mazlum olarak sahip çıkıyoruz’. Özellikle yaşlılar, 1960’lardan Molla Mustafa Barzani zamanından başlayıp, 1974, 1979, 1980’ler, 1990’lar derken, bir çırpıda çok normalmiş gibi, defalarca başlarına gelen savaşlar, sürgünler, felaketler, çatışmalardan bahsediyor.

Ve bugün için Allah’a hamdediyorlar. Barzani’nin ABD, İran, Türkiye ve Araplarla barışçı bir diplomasi yürütüp Kürdistan’ı huzura kavuşturduğunu, güvenliğin yanında petrol payıyla birlikte refahı sağladığını söylüyorlar. Bu nedenle Türkiye Kürtlüğünün özellikle siyasi temsil iddiasındaki kadrolarının daha kuşatıcı, entegre edici ve yapıcı politikalarla Kürdistan’la kuracağı bağlar, Türkiye için de Kürdistan için de çok önemli. Zira, Kürdistan’ın, ‘Payitaht’ın sadece korumasına değil, vizyon ve ufuk olarak daha da gelişmesine ve özgüven kazanmasına ihtiyacı var. Bunu da Türkiye Kürtlüğü sağlayabilir.

Kürdistan, kelimenin tam anlamıyla doğal, ontolojik Kürtlüğün hala bütün özellikleriyle yaşadığı bir yer. Barzani’nin sahip çıktığı Suriyeli Kürtlerin de aynı özelliklerini koruduğunu Erbil ve Duhok’taki mülteci kamplarında gözlemliyoruz. Bu ‘doğal Kürtlük’, ki mayasını İslam’dan alan, Selçuklu-Eyyübi-Osmanlı devirlerinin birçok ahlaki, sosyal, ilmi ve edebi değerini muhafaza eden, misafirperverlik, mertlik, dürüstlük ve namus gibi kadim insani-İslami özelliklerin adeta nöbetini tutan bir kimlik. Kemalizmin inkar-asimilasyon ve baskıyla deforme etmeye çalıştığı, buna tepki olarak sahneye çıkan tersinden Kemalist karakterli ırkçı-milliyetçi-solcu Kürt örgütlerin de tam da Kemalizmin yapmaya çalıştığı Kürt ontolojisini bozma politikasına hizmet ettiği Türkiye coğrafyasında Kürtlük, bu ontolojik kimliğini korumak için nasıl direniyorsa, Kürdistan’da hala yaşayan bu Müslüman Kürt kimliği de aynı özü korumayı başarmış.

İslam’ın müdafii Kürtler

‘Biz’e, ümmete ait bu özellikleri bütün Türk, Kürt, Arap milliyetçisi fitne dalgalarına ve ırkçı baskı ve katliamlara rağmen koruyan bu güzel toplumdan Türklerin de öğreneceği çok şey var. Batılılaşma, özellikle Kemalizmin zehrini kusmak ve özüne dönmek için, Kürdistan, Türklerin rol modeli olarak taklit edeceği birçok asli değeri muhafaza ediyor. Çok az bazı yerler hariç, bütün Kürdistan bölgesinde içki, kumar, fuhuş, teşhircilik, röntgencilik, taciz, tecavüz, hırsızlık, faizcilik gibi Haçlı alışkanlıkları neredeyse yok düzeyinde. Batıcı Haçlı tohumlarının çağdaşlık diye yutturduğu alışkanlıkları, Kürdistan’ı istila edememiş. Kürt ontolojisi, bütün doğal ve samimi özüyle bu yaşam tarzını reddediyor ve en önemlisi dindarlığını siyaset ve ticaret malzemesi yapmadan bütün doğallığıyla bir gelenek olarak, içselleşmiş davranış kalıpları halinde yaşatıyor. “Kürdistan’da paranı, telefonunu veya arabanı, herhangi bir yere bırak, akşam gel al”. Hırsızlık nedir, bilinmiyor buralarda. Yüzbinlerce Suriyeli veya Iraklı mülteci de bu doğal ahlaki atmosfere uyduğu için, insanlar güven içinde yaşıyor. Bu coğrafyanın kadim renkleri de, Süryani, Kildani, Asuri, Ezidi ve daha bir çok farklı inanç grubu, özgürlük içinde Müslümanlarla bir arada yaşıyor. Kürdistan yönetimi, hem okullarda hem de sosyal hayatta hiçbir kimliğe ayrımcılık yapmamayı ilke edinmiş. Musul ve Kerkük’te daha yoğun olsa da, Türkmen nüfusta Kürt kardeşleriyle barış içinde yaşıyor. Uzun süreli iç savaşlar ve Saddam rejiminin faşist baskıları, herkesi yormuş durumda. Halen ‘aşağıda’, yani Bağdat civarında süren mezhep savaşının Kürdistan’a sıçramaması için azami dikkat gösteriliyor. Suriye ve Irak’ı kana boğan, ABD işgalcilerinin, Saddam’ın ve Esed çetesinin zulümlerini aratmayan, belki de onlara vekaleten bölgeye musallat edilen el Kaide-IŞİD kod adlı terör şebekelerinden ise herkes muzdarip.

Dışarıdan, yani batıdan gelen yatırımcılar veya benzeri unsurların buralara taşıyıp deforme etmeye çalıştığı birçok olumsuz yenilik olsa da, Kürdistan hala dimdik ve dosdoğru bir yolda, bakir, temiz, güvenli bir Müslüman belde olarak Türkiyeli, özellikle Kemalist korkulara şartlanmış Kürt-Kürdistan alerjili Türklerin ziyaretini bekliyor. Bizzat gelerek, tecrübe ederek, Türkçe konuşması dışında her şeyiyle Kürt gibi olan Türklerin, Kürtçe konuşması dışında her şeyiyle Türk gibi olan kardeşlerinin hatırını sorması, bütün bölgede yeni bir sayfa açacak. Çünkü, oraya ‘Kuzey Irak’ değil de (Çünkü Irak ismi de tıpkı Ürdün, Suriye gibi bir İngiliz uydurması), Kürdistan deyince gözlerinin içi gülen bu güzel insanları tanımak, Çince Sincian değil de Türkistan deyince gözlerinin içi gülen Doğu Türkistanlılarla empati yapmak, yer, belde, ülke isimleri konusunda çocukça tabular veya fetişler üretilmesini sağlayan siyasi hesapların halklarımızı zehirleyen batı kökenli fitneler olduğunu anlamak için Kürdistan’a sahiplenerek Kürdistan demek, Türkleri Kemalizmden arındıracak ve Kürt kardeşlerini ‘Kürt’ olarak eşit bir müttefik kılacak önemli bir sağaltım ölçüsü...

Erbil’in, Revanduz’un, Amudi’nin, Duhok’un, Süleymaniye’nin, Halepçe’nin, Anadolu’nun en güzel beldelerini aratmayan doğal güzelliklerini görmek, Erbil merkezdeki İskan caddesinde gece yarısına kadar cıvıl cıvıl insanların çay-nargile-çekirdek muhabbetine katılmak, Cigerxun’dan bir şiir, Meleyi Cezire’den hikmetli bir söz, Nali’den bir dize, Şiwan’dan neşeli bir türkü, yerel dengbejlerden yakıcı bir ağıt dinlemek, ‘çewanı başe’ demek için, Kürdistan’ın kapısı ardına kadar açık.

Kürdistan’ın kederi

İngilizlerin-Fransızların çizdiği sınırlar yıkılırken, İsrail-İran-Rusya’nın fitneleri eskisi kadar etkili olmazken, Türkiye’deki Kemalist zalimlikler son bulurken, yeni ama eskinin eskimeyen kadim değerleri ve doğal coğrafyasıyla yeniden buluşup helalleşildiği bir süreçte, Kürdistan; bölünmenin değil yeniden kaldığımız yerden bütünleşmenin, entegrasyonun, büyümenin ve normalleşmenin imkanı olarak değerlendirilmeli. Irkçı korkular ve düşmanlıklar, ebediyen tarihe gömülecekse eğer, bunun ilk adımı sadece devletin değil, toplumun da Kemalist alışkanlıkları terk edip, mümin vicdanı ve ümmet şuuruyla adil ve özgürlükçü bir Ortadoğu düzeni kurulması için kollarını kardeşlerine açması gerekiyor. İnsanların bütün doğal kimliklerinin özgür olduğu, bu nedenle de önemsizleştiği bir yeni medeniyet ufkuyla, Bosna’yı, Halepçe’ye, Dicle’yi Kızıldeniz’e, Erivan’ı Rabat’a bağlayacak, Gürcistan’la Kürdistan’ı, Arnavutluk’la Filistin’i kardeş, paydaş kılacak bir büyük ve ortak vatan idraki gerekiyor. Her gelişmeyi korkularıyla yaşayanlara inat, aynı gelişmeleri umutlarıyla karşılayıp geleceğe bakan yeni bir vizyon artık egemen olmalı... Laleş’teki Ezidi pir’inin selamını alıp başı üstüne koyacak Payitaht’taki bir dervişin erdemi, ırkçı, faşist, batıcı, solcu, milliyetçi, dinsiz, ruhsuz birçok okumuş cahilin halklarını felakete götüren sahte ve kirli savaşlarını yenecek. Türkler, Kürtler ve Araplar, yeniden Selahaddin’in safında toplanırsa, sadece Ortadoğu değil, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Afrika’da yeni bir dönem başlayacak. Bu nedenle, Kürdistan, nöbetini tuttuğu değerlerle ve Lozan’da dayatılan İngiliz-Kemalist alışkanlara inat, Müslümanların, tarihin ve coğrafyanın doğal yürüyüşüne geri dönmesi için, müthiş bir imkan.

Çünkü, “Kürdistan’dır bu kardeşim, Azerbaycan, Kosova, Türkmenistan kadar senin ülken! Senin şehrin, benim şehrim ve hepimizin şehri...

[email protected]