Seyahat etmeyi öğrenmek

Dr. Hatice Çolak / Yazar
25.09.2020

Avrupa sanatlarına ya da tarihine hususi bir ilginiz yoksa kısa bir süre tüm mimari birbirini tekrarlayacak ve sıkılmaya başlayacaksınız. Hele de biraz gezi yazıları okuyorsanız, Vietnam'ın dağlarındaki köyden köye değişen kıyafetler ve yaşam size çok daha cazip gelecek.


Seyahat etmeyi öğrenmek

Her kız çocuğu gibi ben de babama aşıktım... Büyüyüp onunla dünyayı gezme hayalleri kurar, “Türki Cumhuriyetlerle başlarız di mi baba?” derdim. Sanırdım ki gidip aynı sofraya oturmak istiyor, televizyonda gördüğünde heyecanlandığı Türki Cumhuriyetlerdeki kardeşleriyle. Oysa babam Kabe’yi görmeden başka yere gitmek istemezdi. Herkesin yeri yurdu belliydi. Haberlerde görmek yetiyordu onları. Çok şükür babamla hacca da umreye de gitmek nasip oldu, ama yaşı da sağlığı da uzun seyahatler yapmak için müsait değildi artık. Hacdan geldikten sonra epey korkuttu bizi, haftalarca tedavi görerek kendine gelebildi.

Haccı ileri yaşlara bırakmak

Birçoklarımız büyüklerinin hac hayalini ya da hac anılarını dinleyerek büyümüştür. Gerek ekonomik olarak hazır olamamaktan, gerek ülkemizdeki yoğun talepten dolayı sıra gelmemesinden, gerek garip bir gelenek olarak haccı ileri yaşlara bırakma huyumuzdan dolayı bir çok büyüğümüz yaşlanmadan çıkmaz o kutlu yolculuğa. Fakat vakti geldiğinde hiçbiri bir turizm olarak görmez bu kutsal seyahati. Kişisel menkıbetleridir o. Hacca gittikten sonra kimse adıyla bile çağırmaz artık onları, hacı olur hepsinin adı, hepsi affolunmuştur sanki, sınıf atlamıştır. Dahası, yurtdışına çıkmak seyyah değilseniz ancak ve ancak hac ya da umre için meşrudur bir önceki nesillerde. Gayrisi fuzuli masraftır. Gezginlerin haccı olarak bilinen Peru’daki Macchu Picchu’ya gitme hayali kuran bir büyüğü olan var mı aramızda?

Sorumlu seyahat

Büyüklerimiz, çevreci olduklarından falan değil, organik olarak, boş boş gezip tozmaya verecekleri parayla ev yaptırır, bağ bahçe alırlar. Hem yaşadıkları sürece yer yedirirler, hem de öldüklerinde çocuklarına miras bırakırlar. Zaten dışarda yemek yemek, kahve içmek söz konusu bile değildir bu nesil için. Marifet olan üretmek ve ürettiğini tüketmektir. Bırakın yurtdışına çıkıp gavura para kazandırmayı, yurtiçinde de yerli malı tüketmek evladır. Mümkünse kendi bahçenin malıdır yerli olan. Bugünkü ortalama bir gezginin karbon ayak izi, bu nesle ait bir köy dolusu insanımızın karbon ayak izinden fazladır muhtemelen. Bu konuda bir önceki yazıda pek çok teknik detay vermiştim.

Bir çoğumuz, eninde sonunda dedelerimizin hac istisnası dışında yurtdışına çıkmaması gibi seyahatlerimizi kısacak ve daha ölçülü tüketen hayatlar yaşamayı tercih edeceğiz. Kah kendi isteğimizle kah koronavirüs döneminde olduğu gibi zaruriyetten. Fakat o zamana kadar, en azından sorumlu olmak kaydıyla yapabileceğimiz seyahatlerden konuşmaya devam edelim hadi.Yüz civarında ülke gezmiş birisi olarak, akıllı telefonumda pek çok gezi uygulaması var. Tüm ülkelerin acil numaralarını barındıran uygulama için TravelSafe, her türlü ucuz toplu ulaşım yollarını keşfetmek için rome2rio, otel bulmak için Booking.com, dilini bilmediğimiz ülkeler için Google Translate ve her türlü kaybolmamak için Google Maps, gitmeden önce ilgili noktalarla ilgili araştırmalar yapmak için TripAdvisor ve döviz çevirici olarak XE Currency, olur da güvenlikle ilgili endişeleriniz varsa ve sevdiklerinizin sizi GPS’den takip etmelerini istiyorsanız Find My ve elbette kendinize ücretsiz konaklama imkanları ya da gezgin arkadaşlar bulabileceğiniz Coachsurfing uygulamaları benim favorilerim. Bu uygulamalara sahipseniz, kendinize gittiğiniz ülkeye ait bir internet hattı satın alabildiyseniz, işinizi görecek kadar İngilizceniz varsa, tur firmalarıyla yüksek fiyatlarla gezmenizi gerektirmeyecek kadar çok imkan var dünyada.

Bir yere gitmeye karar verdiğimde ilk yaptığım Coachsurging uygulamasına girip gideceğim yerde o tarihte bulunacak diğer gezginlere ve muhtemel ev sahiplerime haber vermek. Ne amaçla gittiğimi, ne kadar süre oralarda olacağımı söyleyerek bana seyahatimde eşlik edebilecek, lokali anlamamı sağlayacak, kafa dengi insanlar bulmak için harika bir uygulama. Misafir olacağınız insanları filtrelemekte yeterince dikkatli olduğunuzda nerdeyse bedavaya seyahat etmenizi mümkün kılıyor. Otellere ve tur rehberlerine yüzlerce dolar vermekten hem daha hesaplı, hem keyifli, hem de öğretici. Ancak bu filtreleme kısmı önemli. Ben genelde çocuklu aileleri tercih ediyorum misafir olmak için. Evinde kalacağım ailelerle gün içinde beni gezdirecek kişiler genelde farklı oluyor. Özellikle bir kadın olarak solo seyahat ediyorsanız bırakın tanımadığınız insanların evinde kalmayı, kaldığınız oteli bile iyi seçmelisiniz ki başınıza kötü şeyler gelmesin.

Dervişane bir macera

Aynı bir çocuğun yaşamayı öğrenmesi gibi seyahat etmeyi de öğrenmek. Kendinize biraz zaman tanımalısınız. Acele etmez, bir başka gezgin uygulaması olan been programı gibi uygulamalara takılıp, kafayı dünyanın tamamını hiçbir şey anlamadan gezmeye takmazsanız, oldukça dervişane bir macera bekliyor sizi. Gezdikçe insan kiminle oturup kiminle kalkacağını, kime güvenip kime güvenemeyeceğini, nerde ne yiyip ne giyeceğini öğreniyor. Hatalar yaptıkça, kazıklandıkça, orta yerde parasız pulsuz kimsesiz kaldıkça. Ama asıl tadı orda ayakta kalabildiğinde almaya başlıyor işte. Benim seyahatlerimi de bu aldığım derslere göre evrelere bölecek olursam, üniversite yıllarımdaki kolay parkur Avrupa seyahatleriyle başlar, hac, umre ve Kudüs gibi kutsal ziyaretlerle devam eder, çocuklarımla olan seyahatlerde biraz durur ve derin nefes alır, uzak coğraflardaki proje ziyaretlerim ve sonrasında sosyal girişimci buluşmalarımla zirvemi anlatırım.Öyle de yapacağım.

Savaşta büyüyen nesiller

Üniversiteyi, o yıllarda ülkemizde başörtülü bir şekilde üniversitenin kapısından bile girmeye müsade edilmediği için, hiç de istemediğim halde yurtdışında okumam gerekmişti. Uygun koşullar sağlandığında çok keyifli olabilecek bu yurtdışı deneyimi, benim için işkenceden farksızdı. Hem maddi hem manevi anlamda çok zorlandığımı hatırlıyorum.

Belki Avrupa değil de Asya’da bir ülkede okusaydım, belki 11 Eylül tam da benim gittiğim yıl yaşanmasaydı ve islamofobya tavan yapmasaydı ya da siyasal bilimler yerine başka bir bölüm okusaydım bu kadar zorlanmayabilirdim. Ama her ne kadar Viyana her sene dünyanın en yaşanılası şehirlerinden seçilse de on yedi yaşında gurbete çıkmış bir Anadolu çocuğu için tek başına zorlayıcı bir parkurdu. Ama insan neler öğrenmiyor ki. Savaşta doğup büyüyen bir nesil var medeniyetler beşiği Suriye’de şu an, bütün ömrü işgal altında geçen güzelim Filistin’imizde kaçıncı nesil yetişiyor şu an? Ben de öğrendim.

Paris’te ne yapılabilirse...

Namık Kemal’in babasına oğlunu o kadar çok yererler, Paris’te yaptığı hergelelikleri öyle çok mevzu bahis ederler ki, adam oğluna sızlanmaya başlar mektuplarında. Namık Kemal’in cevabı çok nettir: “Babacığım bu iddialar asılsız olmakla birlikte lütfen dedikoducularıma şunu söyleyin, Kabe’ye mi sürdüler ki tavaf edeyim. Paris’te ne yapılabilirse onu yapıyoruz biz de naçizane.”

Ben de sanat şehri Viyana’da başlarda büyük bir romantizm içinde sokaklardan yaprak toplayıp mektup yazdığımı hatırlıyorum Türkiye’deki arkadaşlarıma. Tuttuğum odada mum ışığında keman çalıyor, hüzünlü hikayeler yazıyordum. Kendimi sürgündeki bir Jön Türk gibi hissediyordum, doktoramı da Jön Türkler üzerine yazmamda o günlerin etkisi büyük. Sonra neden birden titreyip kendime geldim. Bahanelerin ardına sığınıp oradaki yıllarımı heba etmemeliydim. Kendime bir kaç part time iş buldum ve okul tatillerinde, bugün Erasmus’la Avrupa’ya giden gençlerimizin bir çoğunun yaptığı gibi Avrupa’yı dolanmaya başladım.

Avrupa’yı hiçbir zaman sevmediysem de, civar ülkelere kara yoluyla yaptığım bu seyahatlerden epey bir şey öğrendim. Ve elbette en çok Bosna’yı sevdim. Sonra Endülüs İspanya’sını. Sonra Paris’i. Sonra İtalya’yı.

Tekrarlayan Avrupa

İlk çocukluğuma damgasını vurmuş Bosna’ya Aliya’nın ölümünün ardından karlar altındayken gitmek nasip olmuştu. Saraybosna’daki tekkeyi ve gece boyu süren zikri de Mostar’daki ruhaniyeti de dünmüş gibi hatırlıyorum. Sonraları nerdeyse tüm Avrupa’yı ve dünyanın yarısını gezdim ama Zanzibar’a gelene kadar hiç bir ülkede kendimi bu kadar evimde hissetmedim. Evet Amelie filminden dolayı Paris’te Sacre Ceure muhitine bir zaafım vardı, evet Maxim Gorki’nin Beyaz Geceler kitabı yüzünden Saint Petersburg’a biraz daha aşinaydım, evet üniversite boyunca edindiğim misyoner arkadaşlarım yüzünden Vatikan’da pek bir empati yaptım ama hala Müslümanların kokusunu taşıdığı için ayrıcalık yaptığım Balkanlar ve Endülüs’ü saymazsak, gerek mimarisiyle gerek insanıyla habire birbirini tekrarlayan Avrupa hiç bir zaman gözdem olmadı.

Ama hakkını yememek lazım, Avrupa yakın olması, gençseniz size Erasmus ya da 33 ülkeyi bir biletle gezebileceğiniz interrail gibi imkanlar sağlaması açısından uluslararası seyahate giriş için bir destinasyon olabilir. Belki de herkes böyle düşündüğü için yıllık 710 milyon yabancı turist çeken ve tüm diğerlerini geride bırakan bir kıta Avrupa. Ancak Avrupa sanatlarına ya da tarihine hususi bir ilginiz yoksa kısa bir süre tüm mimari birbirini tekrarlamaya başlayacak ve sıkılmaya başlayacaksınız. Hele de biraz gezi yazıları okuyorsanız, Vietnam’ın dağlarındaki köyden köye değişen kıyafetler ve yaşam size çok daha cazip gelmeye başlayacak. Ki beni Avrupa seyahatlerimde asıl rahatsız eden bir şey, Afrika’daki pis sicillerine hakim olduğum bu ülkelerin sinir bozucu gelişmişlikleri. Başkalarının sömürüsü ve milyonların dramı üzerinden dünyaya medeniyet dersi vermeye kalkan bu devletlerin, mesela Hollanda’nın yel değirmenlerini görünce, kendimi Don Kişot gibi hissedip saldırmamak için zor tutuyorum. Nasıl oluyor da konu ne olursa olsun Afrika’ya geliyor bilmiyorum ama ne diyorduk? O ki koronavirüsten dolayı zaten burnumuzu evden çıkaramıyoruz, bari bu sıralar bolca gezi yazısı okuyalım da hem içimiz açılsın, hem de bu arada teknik hazırlıkları yapar, işler rayına girer girmez de basar gideriz.

[email protected]