Şiddetin tasfiyesi

Ali K. Metin / Şair-Yazar
24.11.2019

Sistemin tabiatının insan tarafından anlaşılabilir olması en büyük şansımız, sistem açısındansa en büyük tehlike. Sistemin gayri insani yüzüyle daha derinlemesine yüzleşmek zorundayız. Bununla ilişkili olarak temel mesele, sisteme içkinleşerek yapısallaşmış olan şiddete karşı ne yapacağımızı bilmemizdir.


Şiddetin tasfiyesi

Sığ düşüncenin en büyük özelliği, şiddet olgusundan hareketle söyleyecek olursak olayı görünür sebeplere irca etmektir. Bu aslına bakarsak genel, toplumsal bir temayüldür de. Öte taraftan, tarihsel olarak baktığımızda entelektüel düşüncenin yeterince boy vermediği düzlemlerde, konuyu bir sistem sorunu olarak değerlendirecek yaklaşımları kolay kolay göremeyiz. Sistem sorunsallaştırması, bizde ya ideolojik bir takıntı ya da entelektüel bir fantezi olarak algılanma talihsizliğine her zaman mağlup olagelmiştir. Zira, sistem kavramının kendisi bile bizim için muğlak, anlaşılmaz, hatta biraz gerçek dışı kabul edilir;  hatta entelektüel bir saçmalık diye geçiştirilmesi işten değildir. Sistem düzeyinde bir değerlendirme yapabilmek için lazım olan tarihsel bakış, bizi hiç alakadar etmemiştir. Bu yüzden kuyunun dibini hiçbir zaman göremeyiz. Sistemin bizatihi hakikati örten, en azından onu anlaşılmaz hale getiren bir mahiyete sahip olduğunu düşünmeye takatimiz hemen hiçbir zaman olmamıştır. 

Pragmatizm retoriği sever

Bugün düne göre daha iyi bir durumda mıyız, doğrusu buna evet demek çok zor. Entelektüel birikimle kurduğumuz ilişkilerden beslenme çabalarımız bile bugün hala kadük bir seviyede gidiyor. Weber’i, Marks’ı, Fuko’yu okumayanımız kalmadı belki, ama dönüp bakınca bunun zihinsel üretimlerimizde esamisini bile göremeyecek durumdayız. Nurettin Topçu’yu, Sabri Ülgener’i öğrendik ama buradan geldiğimiz noktaya bakınca, hani nerede demek zorunda kalıyoruz. Pragmatizmi sadece sosyal, kültürel, siyasal değil, aynı zamanda entelektüel bir gerçeklik olarak da yaşıyoruz. Onun için Müslüman-yerli kimliğiyle öne çıkan düşünce adamlarımızın, şiddet kavramı üzerine meseleyi günlük hayattaki şiddet tezahürlerinin ötesine taşıyacak ne bir hassasiyet ne de bir yaklaşım serdettiklerine şahit olabiliyoruz. Hukukun, şiddetin tekelleştirilmesi olduğunu öğrenmemiz, yazık ki bize, şiddeti bütün kapsamı ve derinliğiyle sorunsallaştıracak bir hassasiyeti ve görüyü kazandırmaya yetmemekte.  Dolayısıyla şiddet olgusunun, tarihsel süreçteki her türlü tahakküm ve iktidar yapılarıyla ayrıştırılamaz, kompleks bir ilişkiye sahip olduğunu görmemiz mümkün olamıyor. İktidar olgusunun ve tarihinin anlaşılmadığı yerde şiddetin anlaşılabileceğini zannetmek, en hafif ifadesiyle dar görüşlülüğün bir göstergesi sayılmalı. İktidar, hayat alanlarımızın tamamını etkisi altına alan ve dönüştüren yapısal bir olgu çünkü. Bugün entelektüel ve siyasal jargonlar içinde yaptığımız kamu-özel ayrımı, bu konudaki farkındalığın yanı sıra geliştirdiğimiz bir çözüm yolu olarak da tespit edilebilir. Liberalizmi sadece kapitalizmin isterleriyle açıklamaya çalışan bir anlayışla İslamcı, Marksist, milliyetçi olabilir ama gerçekçi olamayız. Liberalizmin esas itibariyle iktidar olgusuna, özündeyse toplumsal, kurumsal, siyasal şiddete karşı bir çabadan neşet ettiğini anlamamız için en azından Locke’u, Roussesau’yu, Fransız devrimini bilmek icap eder. Marksizmin nihai gayesinin iktidara, dolayısıyla iktidarda içkinleşmiş şiddete karşı tarihi ve evrensel bir çözüme işaret etme çabasıyla mücessem hale geldiğini fark etmemişsek, öze değil kabuğa bakıyoruz demektir. İnsan onuru, insan sevgisi, kardeşlik gibi ifadeleri, ne anlama geldiğini tam idrak edemeden harcıalem bir şekilde kullanır ve eskitmeye devam ederiz. Zira, pragmatizm retoriği sever, kavramların ve değerlerin içini boşaltmanın bir aracı olarak retoriği bolca kullanır, hatta retoriğe mecburdur. Başka türlü ikna edici hale gelemeyeceği ve yaşadığı paradokslara karşı kendini iyi hissetmenin bir yolu olarak buna mecbur olduğu bilisiyle hareket eder. Retorikten gerektiği zaman bir illüzyon aracı olarak da faydalanmak ister. Bunun için işin özüne nüfuz etme ihtiyacı yoktur. Hakikati anlamak yerine, onu işine yarayacak hale getirme ve dönüştürmenin peşindedir. Liberalizmi kapitalizmle eşleştirmenin getirisini, liberalizmdeki asli ve insani değere öncelediğimiz andan itibaren kendi kuyumuzu kazmaya başlıyoruz. Liberalizmle neyin yapılamadığını, süregiden problemleri görmek elbette önemli, ancak neyin yapıldığını anlamamız çok daha önemli. Kapitalizme odaklı bir anlama biçimi, bizi daha baştan yapılana değil yapılmayana, yapılamayana kilitlemektedir. Buysa toplumsal, siyasal, ekonomik planda yaşadığımız tarihsel değişimin özünü kaçırmamıza, dahası tarihi ıskalamamıza sebep olabilmektedir. Pragmatizm, tarihin/çağın gerisinde kalmamak için rasyonel, pratik bir imkan olabilir, doğrudur, ancak bizi tarihin öznesi kılmaktan da alıkoymaya devam edecektir. Bunun siyasal değil entelektüel bir mesele olduğunu hatırlatmamıza ise sanıyorum gerek yok.

İnsanın tabiatındaki şiddet potansiyelini bir veri, bir gerçek olarak kabul ediyoruz. Fakat bundan, şiddete temayül içinde olmayı anlamamak gerekiyor. Şiddet uygulama gücünün kuvveden fiile geçmesini özsel yani ereksel değil şartlara bağlı bir durum olarak tespit ettiğimiz takdirde, konuya çok doğru bir yerden yaklaşma imkanını bulabileceğimiz kanaatindeyim. Şiddet veya çatışmayla dayanışma ve yardımlaşma arasında gidip gelen bireysel ve toplumsal sarkaç, neredeyse tamamen oluşturduğumuz ilişkiler sistemine bağlı bir hareket çizgisine sahip. Ruhsal plandaki marazi halleri bir yana koyarsak, şiddetin tamamen bu sistemin bir unsuru veya çıktısı olarak ortaya çıktığını ileri sürmek mümkün. Ego, söz konusu sistemin gayet tabii en belirleyici faktörü. Fakat tespit etmemiz gereken en kritik noktalardan biri, egonun, aslında ilişkiler sisteminden bağımsız olmadığı ve bizatihi sistemin kendisi tarafından üretildiğidir. Yaşama içgüdüsüne şiddetin en masum ve en evrensel kaynağı olarak işaret etmemiz tabii ki gerekiyor. Bu anlamda, yaşamın tehdit altında olduğu her durumda şiddete baş vurmanın haklı bir yanının olduğu muhakkak. Tarih boyunca var olan bu gerçeği, bugünkü hukuk sistemi de zaten görüyor ve onaylıyor. Fakat egonun, yaşama içgüdüsünden çok farklı bir güç, bir mesele olarak ortaya çıktığını görmemiz lazım.

Şiddetin temelleri

Sistem, başka deyişle toplumun tamamına yayılmış bir güç ve kontrol mekanizması olarak iktidar, en başından beri insanın -yaşama içgüdüsüne bağlı- güvenlik ihtiyacıyla ego kaynaklı çıkar ve isterlerinin bir bireşimi olarak tecessüm etmiş gözüküyor. Bunların kendi içindeki neden-sonuç ilişkileri veya öncelikli konumları, konumuzun esası açısından bizi çok fazla ilgilendirmiyor. Görmemiz gereken nokta şu: İktidar bir taraftan güvenlik ihtiyacını karşılayan bir güç olarak ortaya çıkarken, ego diğer taraftan kendisine bir gelişme ve fırsat alanı buluyor, dolayısıyla bu güçten beslenerek kendisine bizatihi bir varoluş zemini oluşturmaya başlıyor. Nietsczhe’nin güç arzusu kavramı, bu anlamda esasen egonun tarihsel kökenine ve evrimine de dikkatimizi çekmektedir.  Sistem, artık sadece güvenlik ve dayanışma ihtiyaçlarıyla yapılanmıyor, egoya sağladığı fırsat alanlarıyla çıkar ve güç odaklı bir ilişkiler sistemini geliştirmeye başlıyor. Güç yani iktidar, bir bakıma asli kaynağına ihanet ederek veya onu suistimal ederek egoya hizmet eder bir noktaya geliyor. Tabii bu toplumsal hiyerarşiye dayalı muhtelif güç dengelerinin oluşmasıyla kaim olmaktadır. Dolayısıyla burada, iktidar mekanizması şiddeti kontrol altına alan bir güç konumuna gelmekle beraber, aynı zamanda oluşturduğu hiyerarşik düzenle bizzat şiddetin kaynağı haline de geliyor. Toplumsal hiyerarşi böylece tarihin en büyük şiddet olgusu olarak karşımıza çıkıyor. 

Hiyerarşinin nasıl bir şiddet/şiddet potansiyeli ürettiğini kavramamız için elbette insanı tanımak gerekiyor. Sosyalleşme diye ifade ettiğimiz süreçlerin bile hiyerarşiyi öğrenme, kanıksama ve hatta güçlendirmeye dayalı etkilerini dikkate almamazlık edemeyiz. Hiyerarşinin merkeze alındığı her yerde, bireysel ve toplumsal ilişkiler tahakkümcü kod ve değerlerin etkisi altındadır. Yani sistem, oluşturduğu farklılıklar yoluyla bireyleri doğrudan şiddete maruz kılmaktadır. Sosyalleşme süreci, sistemin hem rasyonelleştirilmesini hem de güvenliğini sağlayan bir rol oynar. Fakat, ne dün ne de bugün kusursuz işleyen bir sistemden bahsedemeyiz. Çünkü insan, maruz kaldığı şiddeti ve haksızlığı tümüyle kabullenecek kadar aptal ve hatta çaresiz bir varlık değildir. Sistemin sağladığı ayrıcalıkların farkındadır. Eşitsiz ve adil olmayan yapılar, onun her gün onurunu ve özsaygısını örselemeye devam etmektedir. Eşitsizliği normalleştiren gerçeklikler dünyası (sistem), insanın onuruna yönelik en büyük, en sistematik saldırıyı yapmaktadır. Sosyalleşme süreçleri aynı zamanda insanın özsaygısını bile iğdiş ederek sistemin normalizasyonunu sağlamaktadır gerçi. Ama bu hiçbir zaman mutlak olarak gerçekleşmez. Gerçekleştiğinde Orwell’in 1984’ünü yaşamaya başlarız. Birilerinin eşit olduğu ama bazılarının daha eşit olduğu bir dünya, insanoğlunun kabulleneceği bir çözüm olamaz. Liberalizm kategorik eşitsizliğe son verdi. Evet ama, sosyal, günlük hayat içindeki eşitsiz yapılar, sistematik bir şekilde insanın benliğini ve özsaygısını yaralamaya devam ediyor. Fırsat eşitliği denen havuç, her şeye rağmen aptallaşmamakta direnen insanları kandırmaya yetmiyor. Yapısallaşan eşitsizlik gerçeği karşısında insan, bunun ne kadar yaralayıcı bir çaresizlik hali olduğunu biliyor. 

Sosyalleşmenin rolü 

İnsan, bir özne olarak kendisini tekamül ettirdikçe sistem açısından tehlike çanları elbette daha fazla çalacaktır. Sevgi, şefkat, kardeşlik, merhamet retoriğiyle ürettiğimiz söylem ve değerlerin şiddete nihai çözüm getirmesini beklemek doğru değil. Bunlar elbette çok önemli, dahası insani tekamül açısından baktığımızda sistemin dönüştürülmesinde çok etkili olacak evrensel değerlerimiz. Ama işin temeline inmek için yeterli değil. Bütün bu değerler, son kertede bize eşit ve adil bir dünyanın önünü açmıyorsa orada bir şeylerin yolunda gitmediğini söylememiz gerekir. Etienne Balibar’ın “dönüştürülemeyen şiddet” diye ifade ettiği durum, tam da aslında buna işaret ediyor. Medeniyet süreci, tarihsel olarak şiddeti büyük ölçüde dönüştürmüş olsa bile, dipte hala bir türlü dönüştürülemeyen şiddet tohumları varsa, bunun sebebini var olan medeniyet değerleri veya formlarının yetersizliğinde aramak gerekiyor. “[T]arihin akışı içinde aşırı şiddet biçimlerinin özgürlük, kurtuluş, tahakküme direniş, demokratikleşme, hukukun tesisi politikalarıyla “verimli biçimde” bir araya gelişine tanık olunmuşsa da… bir başka siyasetin buna ek olarak müdahil olması ya da onların karşıtını oluşturması gerekecektir. Ben buna varsayımsal medenilik adını veriyorum” (Balibar 2014; Şiddet ve Medenilik, 83). 

Sistemin tabiatının insan tarafından anlaşılabilir olması en büyük şansımız, sistem açısındansa en büyük tehlike. Sistemin gayri insani yüzüyle daha derinlemesine yüzleşmek zorundayız. Bununla ilişkili olarak temel mesele, sisteme içkinleşerek yapısallaşmış olan şiddete karşı ne yapacağımızı bilmemizdir. Eğer bu perspektiften bakmayı becerebilirsek, günlük hayat içindeki kaba şiddete karşı da en azından daha gerçekçi ve nüfuz edici yaklaşımlar ortaya koyabiliriz.

[email protected]