Şiddetten siyasete çözüm süreci

Doç. Dr. TUNCAY ÖNDER / Gazi Üniversitesi
21.02.2015

Çözüm Sürecinin başarısı, sadece Kürt meselesinin hâlli bakımından değil, aynı zamanda Türkiye’de devletin dönüşümü, devlet-toplum ilişkilerinin demokratikleşmesi ve temsil yerine statü üzerinden kurulan ‘eski’ iktidar kompozisyonunun tasfiyesi açısından da hayatî öneme sahiptir.


Şiddetten siyasete çözüm süreci
Türkiye siyaseti, 2012’den itibaren yeni bir evreye taşınmış görünüyor. Siyasî-toplumsal aktörler, bu yeni evreye göre pozisyonlarını yeniden tanımlamış, yeni ittifak kompozisyonları oluşturmuş vaziyettedir. ‘Eski Türkiye’nin müesses nizamını muhafaza etmeyi amaçlayan içerideki aktörlerin dışarıdaki unsurlarla birlikte hareket ettiği, Batı basınında Türkiye hükûmetine yönelik sistemli bir yıpratma ameliyesinin yürürlükte olduğu, içeride uzlaşmaz gibi görünen aktörlerin iktidar karşıtlığı üzerinden bir araya geldiği yeni bir dönem yaşanmaktadır. Bir dizi hâlinde gelişen 7 Şubat MİT krizi, Gezi eylemleri, 17-25 Aralık operasyonları ve en son 6-8 Ekim hadiseleri, giderek şiddetlenen ‘otoriterleşme’ ve ‘kutuplaşma’ tartışmaları, yeni evrenin somut tezahürleri olarak okunabilir. Kanaatimizce 2012 sonrası Türkiye’nin içine girdiği yeni dönemin tetikleyicisi, Oslo görüşmeleriyle temeli atılan ve Kürt meselesini siyaset zemininde çözme arayışının ifadesi olan Çözüm Sürecidir. Bu süreç, Türkiye’nin “normalleşmesi” istikametinde atılmış tayin edici bir adımdır. Çözüm Sürecinin başarısı, sadece Kürt meselesinin hâlli bakımından değil, aynı zamanda Türkiye’de devletin dönüşümü, devlet-toplum ilişkilerinin demokratikleşmesi ve temsil yerine statü üzerinden kurulan “eski” iktidar kompozisyonunun tasfiyesi açısından da hayatî öneme sahiptir. Dolayısıyla Türkiye’nin demokratik “normal”e doğru ilerleyişine gösterilen direncin Çözüm Süreci ekseninde cereyan etmesi anlaşılabilir bir durumdur. 
 
Yeni devlet aklı
 
Çözüm Süreci bağlamında Türkiye’nin yeni bir ‘devlet aklı’nı tecrübe ettiği söylenebilir. Türkiye’nin geleneksel devlet aklı, çevreden gelen her türlü direnci/muhalefeti düşmanlaştırarak bastırmaya, yok etmeye şartlanmıştı. Çözüm Süreci dolayımında, toplumsal meseleleri saf bir asayiş meselesine indirgemeden, toplumsal talepleri esas alarak siyaset marifetiyle çözmeye yönelen yeni bir akıl devreye girmiştir. Siyaset ön plana çıkıp güçlendikçe, siyaset dışı araçların meşruluk üretme kapasitesi de zayıflamıştır. Bu bağlamda çeyrek asrı aşan PKK şiddetinin varlık zemini giderek daralmış, silahlı mücadele, demokratikleşen/çoğulculaşan Türkiye ikliminde anakronik bir yönelime dönüşmüştür. Bu bağlamda Türkiye’nin son 12 yılda yaşadığı normalleşmenin geri çevrilemez bir kazanıma dönüşmesi, Çözüm Sürecinin mukadderatıyla birebir ilişkilidir.  Çözüm Sürecinde 2015 Nevruz’una işaret eden olumlu beklentiler, geçtiğimiz Pazar günü KCK Eşbaşkanlığı mahreçli açıklamayla tersine çevrilmiş, HDP Heyetinin Kandil’de yaptığı görüşmeler sonrasında kamuoyuna yansıyan açıklama, aceleci ve sathî bir yorumlamayla Kandil’in Çözüm Sürecine direnişi olarak değerlendirilmiştir. Bu yorumlar, siyasetin gücünü yeterince kavrayamamakla malûldür. Açıkça ifade etmek gerekir ki sürecin geldiği aşamada, nasıl ki devletin Kürt kimliğini tanımama gibi bir alternatifi yoksa PKK’nın da Türkiye’de silaha yeniden müracaat imkânı yok denecek ölçüde azalmıştır. 
 
6-8 Ekim ve Cizre benzeri şiddet denemelerinin Kürt siyasî hareketini nasıl bir meşruluk kriziyle baş başa bıraktığı herkesin malûmudur. Buna mümâsil, Kürt siyasî hareketi, şiddetten uzaklaşıp siyaset alanına doğru hareket ettikçe toplumsal meşruiyetini genişletebileceğini, toplum nezdinde normalleşebileceğini yaşayarak görmüştür.
 
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın elde ettiği toplumsal destek, siyasetin normalleştirici, meşrulaştırıcı işlevinin açık bir ispatı olarak ortadadır. PKK-HDP çizgisinin bu imkânı elinin tersiyle itebileceğini ve kriminal bir düzeyde varlığını sürdürebileceğini düşünmek için rasyonel bir gerekçe yoktur.
 
Çözüm Süreci, PKK’nın silah bırakma taahhüdüyle yürürlüğe girmişti. 2013 Nevruz’unda Diyarbakır’da okunan Öcalan’ın mesajının ana vurgusu, “silahlar sussun, fikirler konuşsun” şeklindeydi. Sürecin başlangıcında, PKK’nın kısa vadede silahlı unsurlarını Türkiye’den çekmesi, orta vadede silahtan vazgeçerek siyasîleşmesi hususunda mutabakat sağlanmıştı. Ancak bu mutabakat pratiğe dökülmedi. 2014 yılında Rojava ekseninde yaşanan gelişmeler, PKK içinde özellikle Kuzey Suriye’de kazanımlar elde edebileceğine, bölgesel istikrarsızlıktan güç devşirebileceğine dair umutları artırdı. Rojava’da denenen kanton pratiği, PKK’nın silahlı biçimde yoluna devam etmesi gerektiğine dair tezlere meşruluk kazandırmak için kullanıldı. Son olarak Kobani’deki IŞİD kuşatması ve süregelen çatışmalar, PKK’nın IŞİD’e karşı mücadele eden “seküler” bir güç olarak Batı dünyası nezdinde temize çekilmesi için fırsata dönüştürülmek istendi. Gelinen noktada IŞİD tehdidi, PKK’nın elindeki silahı haklılaştıran bir mazeret işlevi görmektedir. Dolayısıyla PKK, Çözüm Sürecinin gereği olan silahsızlanma konusunda Ortadoğu’nun yeni şartlarını ileri sürerek karar değiştirmiş görünmektedir.
 
PKK’nın siyasîleşme sorunu
 
Açıkça belirtmek gerekir ki, Çözüm Süreci açısından yakın vadedeki gerçekçi beklenti, önümüzdeki bir iki ay içinde PKK’nın Türkiye’de silahlı mücadeleye bir daha geri dönülmeyecek şekilde son verdiğini ilân etmesidir. Örgütün bütünüyle silahsızlanması ve siyasîleşmesi için bölge şartlarının netleşmesini beklemek gerekecektir. Zira PKK, mevcut şartlarda elindeki silahla Suriye ve Irak’ta aktörleşme arayışını sürdürecektir. 
 
Çözüm Sürecinde PKK açısından aşılması gereken zihnî problem, çözümün stratejik bir karara dönüştürülmesi hususunda yaşanan tereddüttür. PKK (özellikle Kandil), Çözüm Sürecini taktik amaçlarına ulaşmanın zemini olarak kullanmak istemekte, stratejik bir dönüşümü gerçekleştirmekte zorlanmaktadır. PKK’nın kendini sürece uyarlaması, stratejik bir dönüşümle siyasî araçlara yönelmesi ve siyasî bir dil geliştirmesi gerekmektedir. PKK’nın silahla siyaset arasında gel git yaşamasının temelinde yatan esas faktör, ideoloji ve bu ideolojinin rehberlik ettiği dünya ve Türkiye kavrayışıdır.
 
PKK, başkaları nezdinde karşılığı olan siyasî bir dile kavuşmadıkça, siyasîleşme hedefinde problemler yaşamaya devam edecek gibi görünmektedir. Çünkü mevcut örgüt dili/terminolojisi, devlet ve toplum bazında dönüşüme uğrayan Türkiye’yi anlamaya elverişli değildir. PKK’nın kavrayamadığı husus, Çözüm Sürecinin yürürlükte olduğu bir Türkiye’de değişmeden, stratejik ve terminolojik bir değişimi başarmadan mevcut haliyle varlığını sürdürmesinin mümkün olmadığıdır. 
 
Bu çerçevede çözüme dair beklentinin yükseldiği anlarda yaşanan kırılmaların PKK açısından biri taktik, diğeri yapısal iki sebebine işaret edilebilir.Taktik sebep, PKK’nın elindeki silahı bir propaganda aracı olarak kullanma isteğidir. Çözüm Sürecinin ivme kazandığı, gerçekçi bir siyasî diyalogun şartlarının olgunlaştığı bir zaman diliminde PKK, silahlı örgüt mantığı içinde Kürt kamuoyuna karşı güç gösterisi yapmaktadır. Aynı mantık dâhilinde, bu güç gösterisinin bir kazanıma tahvil edilebileceğini düşünmektedir. 
 
Yapısal sebep ise PKK’nın ideolojisinden kaynaklanmaktadır. Otoriter-totaliter ideolojisiyle PKK, bölgede bir iktidar tekeli kurmak istemekte, “Kürtlerin tek örgütü” olma iddiasını taşımaktadır. Bu iddia, Kürtler için verilen “mücadele” ile temellendirilmektedir. Hem 6-8 Ekim hem Cizre’deki hadiseler, PKK’nın tekçi/monist iktidar arayışının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. PKK, total ideolojisini hâkim kılmak için baştan itibaren kendisine muhalif Kürt unsurlar üzerinde şiddet uygulayarak bugüne gelmiştir; Çözüm Sürecini de Kürtlerin tek siyasî örgütü olmanın aracı olarak kullanmak istemektedir. Bir anlamda Kürtlere “resmi ideoloji” dayatmakta, bu ideoloji vasıtasıyla Kürtler üzerinde bir nevi vesayet kurmaya çalışmaktadır. Bu durum, Çözüm Sürecinin ruhuyla ve amaçlarıyla çelişmektedir. Çözümün hedefi, aynı zamanda, silahın vesayetine son vererek bölgede siyasî çoğulculuğu inşa etmektir. 
 
Kürt siyasî hareketi, yıllardır “siyasî çözüm”, “demokratik çözüm” kavramlarıyla örülü bir söylemin içinden konuşmaktadır. Ancak Çözüm Süreci yürürlüğe girinceye kadar, bütün imkânlarını kullansa da bu söylemin içini doldurma mecburiyeti altında kalmamıştı. Bundan dolayı Kürt siyasî hareketi, çoğu zaman toplumsal-tarihsel gerçeklikle örtüşmeyen, kurgusal ve maksimalist bir “örgüt dili”ne hapsolmuştu. Çözüm Süreci, bu dilin, bu söylemin yeniden üretilmesinin imkânlarını ortadan kaldırmış görünmektedir. Bu durum, siyasetin öğretici, deyim yerindeyse “terbiye edici” vasfının bir tezahürüdür. Çözüm Süreciyle ilk defa hakiki mânâda siyasî muhataplık kazanan ve meşru-demokratik siyaset zeminiyle kendini sınırlama baskısı altında kalan Kürt siyaseti, siyasetin “makûl” olan üzerinden yürüyen bir diyalog olduğunu öğrenmektedir. 
 
Çözümün sahibi toplum
 
6-8 Ekim hadiseleri ve en son Cizre’de yaşananlar, ‘şer’denhasıl olan ‘hayır’ misâli, Çözüm Sürecinin alternatifsizliğini bariz bir biçimde bir kez daha ortaya koymuştur. Nasıl geliştiğinden, arka planında hangi saikler bulunduğundan bağımsız olarak bu hadiselerin seyri, tam anlamıyla bir ‘medeniyet kaybı’na tekabül etmektedir. Toplum ve siyasî aktörler, Çözüm Sürecinin alternatifinin siyaset öncesi bir ‘barbarlık’ hâli olduğunu görmüştür. Temel amacı, şiddeti/silahı mahkûm etmek, siyaseti hâkim kılmak olan Çözüm Süreci, bu anlamda, barbarlığa karşı medenî bir toplumsal vasatın müdafaasıdır. Toplumun bu barbarlık çağrısına cevap vermediği, bundan sonra da vermeyeceği açıktır. 
 
Sürecin başarıyla nihayetlenmesi, Kürt meselesinin bir kerede ve bütün zamanlar için çözümü anlamına gelmemektedir. Çözüm Sürecinin esası, şiddetin/silahın tasfiyesi ve demokratik siyasetin tek meşru yol olarak kurumsallaştırılmasıdır. Çözüm Süreci, Kürt meselesi ana başlığı altındaki bütün problemlerin “meşru demokratik siyaset” parantezine alınması teşebbüsüdür. Sürecin temel vaadi, şiddet araçlarını dışlamak, demokratik siyasî araçları benimsemek şartıyla bütün siyasî-toplumsal talepleri ve bu talepler için mücadeleyi meşrulaştırmasıdır. Aralık ayı içinde İçişleri Bakanlığı’nın Kürdistan Özgürlük Partisi’nin (PAK) kuruluş müracaatını kabûl ederek müracaata dair alındı belgesini vermesi, Türkiye’nin geçirdiği demokratik evrimin somut bir göstergesidir. Türkiye’nin demokrasisi, meşru siyaset zemininde kalınması ve şiddetin dışlanması kaydıyla amacı Kürtlerin bağımsızlığı olan bir partinin varlığına dahi imkân vermektedir. 
 
Çözüm Sürecinin 6-8 Ekim olaylarından sonra kısa zaman içinde yeniden normal seyrine kavuşmasında esas faktör toplumun sürece olan desteğidir. Çözüm Sürecinin krizlere karşı dayanıklılığının kaynağı, toplumdaki barış talebidir. Toplum, süreç ilerledikçe tayin edici bir muhataba dönüşmüş vaziyettedir. Siyasî çözümün mantığı, hiçbir aktöre toplumu gözetmeden hareket etme imkânı vermemektedir. Çözüm Sürecinin henüz nihayete ermeden kazandığı en büyük başarı budur. Bu çerçevede Kandil’den gün aşırı gelen “Süreç bitti!” tehditlerinin Çözüm Sürecinin ürettiği siyasî-toplumsal meşruiyet karşısında bir anlam taşımadığı da görülmüştür. Zira süreç, her defasında şiddeti mahkûm ederek ilerleyen bir tabiata sahiptir.