Silahları gömelim, barışı değil!

Dr. MUSTAFA ALTUNOĞLU / Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi
15.08.2015

Geldiğimiz noktada meselenin PKK açısında sadece bir dizi kültürel hakkın elde edilmesi ile sınırlı olmadığını görüyoruz. Türkiye içindeki Kürtlerin demokratik bir zeminde gündelik hayatlarını sürdürebilmeleri yönünde alınan mesafe PKK için kâfi gelmiyor. Öyle anlaşılıyor ki, Suriye’de yaşananlar ülke içindeki barış ortamının tahrifi için PKK’ya ‘meşru’ bir gerekçe sunuyor.


Silahları gömelim, barışı değil!
Yaz bir tür gevşemeyi, esrimeyi simgeler. Sadece sıradan bireyler için değil, medya ve siyaset dünyası için de aynı anlama gelir. Ne var ki, 7 Haziran genel seçimleri sonrasında yaşadıklarımız tam tersi bir seyir izlemekte. Siyasî gündem, yaza rağmen (ya da yazla uyumlu bir biçimde) hararetini muhafaza ediyor. Bunun iki temel sebebi var: Koalisyon çabaları ve Kürt meselesinde müzakerenin yerini şiddetin alması. Bunlar üzerinde heyecanla tartışmaya devam ediyoruz.

Bazılarımız için memleketin selameti seçimleri yenilemekten geçiyor. Yeniden seçime gitmenin derde deva olamayacağını düşünenler ise partilerin aralarında uzlaşarak bir hükümet kurmalarının gerekliliğinin altını önemle ve ısrarla çiziyorlar. Buna mukâbil, 7 Haziran’dan beri, bir koalisyon hükümeti kurulması ortak paydasında buluşanlar, koalisyona katılacak partileri belirleme hususunda ayrışıyorlar. Bir grup AK Parti-CHP koalisyonunu, bir diğeri ise AK Parti-MHP koalisyonunu daha hayırhah buluyor. İçinde HDP’nin olduğu bir seçenek 7 Haziran akşamından başlayarak MHP’nin olmazlanması sebebi ile daha baştan rafa kaldırıldığı için, AK Parti’siz bir koalisyondan yana tavır alanların sesi artık hiç duyulmuyor. Arada azınlık hükümeti tartışmalarının yapıldığını da unutmayalım. An itibariyle koalisyon ve seçim ihtimallerinden hangisinin geçerlilik kazanacağını bilemiyoruz. En fazla bir tahminde bulunulabilir. Daha fazlasına gücümüz yetmez. (Bu yazı kaleme alındığında AK Parti - CHP görüşmelerinin olumsuz neticesi henüz belli değildi).

Bir biçimde su yolunu bulur. Amiyane tabirle söylenirse memleket hükümetsiz kalmaz. Bir süre sonra hükümet muhakkak kurulur. Bunun için belki yeniden seçime gidilmesi gerekir ya da gerekmez. Kim bilir! Derdim bu değil. Daha çok silahların bir kez saha sahne almasından duyduğum teessürü dile getirmek niyetindeyim. Zira, Kürt meselesinde geldiğimiz noktanın can sıkıcılığı ve yakıcılığı koalisyon senaryolarını ve muhtemel bir erken seçimi konu edinen tartışmalara nazaran daha çok üzerinde düşünülmeyi ve konuşulmayı gerektiriyor. Bunu söylerken, Çözüm Süreci ile muhtemel bir koalisyonun kompozisyonu arasındaki yakın rabıtayı ihmal ettiğim düşünülmesin. Geçerken bir cümle ile söyleyeyim: Çözüm Süreci üzerinde titizlenecek bir hükümeti gönül daha çok arzu ediyor.  Uzatmayayım. Her durumda önceliği Çözüm Süreci’ne vermek gerekir. Onun üzerine düşünmek, tartışmak gerekir. Diyeceksiniz ki 1980’lerin başından beri şu gök kubbenin altında konuşulmayan ne kaldı ki!

Bize yeni ne söyleyebilirsin ki! Haklısınız derim. Derim ama gene de bir iki hususun altını çizmek isterim. Çatışmalar artınca ister istemez hafızamız tazeleniyor. Yeniden şiddet sarmalının hayatımızı esir aldığı günlere dönme korkusu yaşıyoruz. Hükümetle irtibatlı isimler her ne kadar bu sefer önceliğin devletin değil vatandaşın güvenliğini sağlamak olduğunu söyleseler de, silahların gölgesinin müzakere masasının üzerine düşmesi başlı başına can acıtmaya yetiyor. Hem müzakere masasından kimin önce kalktığının da bir önemi yok.

Son günlerde yaşanan çatışmalarla ilgili tartışmaların önemli bir kısmı bir fail, suçlu bulma arayışında temelleniyor. PKK ve bileşenlerini yeniden başlayan terör hadiselerinin esas müsebbibi olarak görenlerin karşısına Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin ikbal arayışlarının müzakere sürecinin sonlandırılmasının ardındaki asli unsur olduğunu iddia edenler yerleşiyor. Bu tartışmadan memleket yararına bir sonuç üretebilir miyiz? Hiç sanmıyorum. Sadece mevzilenir ve karşı tarafa ateş etmeye devam ederiz. Rakibimizi yok etmek üzere zaten sürdürdüğümüz savaşa yeni bir gerekçe bulmanın ötesine geçemeyiz. Ha, bu arada olan her zamanki gibi hayatlarını yitiren insanlara ve onların çevresindekilere olur. Diğerleri ise, daha çok ekabiri kastediyorum, şehit cenazelerinin kaldırıldığı musalla taşlarının önünde saf tutar, taziye çadırlarını ziyaret ederler. Mezarların etrafında toplanıp nutuklar atılır. Olmadı acılı ailelere telefon edilir, gönülleri alınmaya çalışılır. Ulusumuzun (Türk ya da Kürt) yüceliğini, ebediliğini, büyüklüğünü bir kez daha gösteren bir ‘kutsal’ ve ‘haklı’ davaya omuz verilmiş olur böylece.

‘Masayı ilk terk eden kim?’, sorusunun tümüyle anlamsız olduğunu iddia ediyor değilim. Elbette soruya cevap bulmak yaşadıklarımızı en azından anlamlandırmamıza, anlamamıza katkı sağlayacaktır. Fakat burada takılıp kalmanın, bu merhaleyi aşamamanın telafisi imkânsız zararlara yol açacağını görmek bu kadar zor olmasa gerek. Dahası, söz konusu soru öyle anlaşılıyor ki, sadece bir suçlu bulmaya ve bu vesileyle başka hesapları da görmeye hizmet etmek üzere işler kılınmıyor. Aynı zamanda daha yüksek sesle dile getirilmesi gereken başka mühim soruları halının altına süpürme işlevi üstleniyor.

PKK’nın derdi ne?

Halil Berktay, Serbestiyet’te,  “En Basit Soru: PKK’nın İstediği Tam Nedir?” ve “Neleri Geri Almaya Hazırım...” başlıklı yazıları ile, neyse ki, iki ateş hattının arasından bir başka sesle karşımıza çıkabildi. Berktay’ın sorusunu tekrar edelim: Mevcut koşullarda PKK’nın tekrar silaha başvurmasının gerekçesi tam olarak nedir? Açıkçası bilmiyoruz. Oysa uzunca bir süredir şuna inanmıştık: Kürt hareketinin siyasal alandaki hacmi artarsa Kandil’in gücü azalacaktır ya da varlık gerekçesi ortadan kalkacaktır.

HDP, 7 Haziran seçimlerinde % 13 oy aldı. Bu oy oranı, Kürt hareketine 80 milletvekili ile parlamentoda temsil hakkı kazandırdı. 7 Haziran akşamı toplumun pek çok kesimi HDP’nin elde ettiği bu başarıyı alkışladı. Bu alkış daha çok AK Parti’nin tek başına iktidar olmasının önüne geçmenin önemli ölçüde HDP’nin barajı aşması ile mümkün kılınabilmiş olması ile ilgiliydi. Olabilir. Netice itibariyle, HDP önemli bir parlamenter temsil imkânı elde etti. Eğer yıllardır dile getirilen varsayım doğrulansaydı Kürt hareketinin artık silahla irtibatını ebediyen koparması gerekirdi. Ama bunu yapmadı. Yapmak istemedi. Tam tersine tekrar bir büyük kâbusun içine bizi sürüklemeyi tercih etti. Meğer çok naif bir varsayımdan hareket ediyormuşuz. Siyaseten elde edilen güç bir askerî çözüm arayışının önüne geçemiyormuş.

Yaşanan son terör hadiseleri ile birlikte bir başka varsayımın daha yanlışlandığını söyleyebiliriz. Kürt halkının varlığına, kültürel haklarına ve taleplerine daha duyarlı bir siyasetin şiddeti sona erdireceğine hep inandık. 2005 yılından beri AK Parti, Kürt meselesinin barışçıl, müzakereci bir zeminde çözümü ve bazı temel kültürel hakların tanınması yönünde bir dizi adım attı. Ana dilde savunma hakkının tanınması, 4. yargı paketinin ve Çözüm Süreci Tasarısı’nın yasalaşması gibi adımlar özellikle 2012 sonrası için ilk elden akla gelenler. Atılan bu adımlar belli bir süre bir karşılık buldu ve silahların suskun kalmasına katkı sağladı. Lâkin, geldiğimiz noktada meselenin PKK açısında sadece bir dizi kültürel hakkın elde edilmesi ile sınırlı olmadığını görüyoruz. Türkiye içindeki Kürtlerin demokratik bir zeminde gündelik hayatlarını sürdürebilmeleri yönünde alınan mesafe PKK için kâfi gelmiyor. Peki neden?

Öyle anlaşılıyor ki, Suriye’de yaşananlar ülke içindeki barış ortamının tahrifi için PKK’ya ‘meşru’ bir gerekçe sunuyor. Özellikle Güneydoğu Anadolu’da ya da memleketin sair yerlerinde meskûn Kürtler arasında Çözüm Süreci’nin kahir ekseriyetle destek bulması neticeyi değiştirmiyor. Kürtler ve Türklerin önemli bir kısmı, anaların ağlamamasından memnuniyetlerini yüksek sesle dillendirseler de, siyasetin seçkinleri başka mühim hesaplardan hareketle çatışmasızlığın sonlanmasına kapı aralayabiliyorlar.

MHP ve Çözüm Süreci

HDP’nin, dolayısıyla siyasetin gücünün artması Kandil’i teröre meyyal bir aktör olmaktan çıkarmaya yetmedi. AK Parti’nin Kürt halkının varlığına ve kültürel taleplerine duyarlı politikaları da, çatışmasızlığı sürekli kılmaya kâfi gelemedi.  Peki, böyle diye MHP’nin ve Devlet Bahçeli’nin öteden beri dillendirdikleri ve son günlerde daha bir yüksek perdeden öne sürdükleri varsayımların doğrulandığını kabul edecek miyiz? “Kürt meselesi bir asayiş sorunundan ibarettir” mi diyeceğiz? Müzakereden, Çözüm Süreci’nden vaz mı geçeceğiz? Askeri kışlasından çıkararak son teröristi öldürene kadar sahada mı tutacağız? Yoksa yaşananları bir geçici geri dönüşün işareti olarak mı göreceğiz? Doğrusu benim tercihim bu sonuncusundan yana. Her ne sebeple olursa olsun, müzakere masasının ortadan kalkmasına gönlüm razı değil. Şiddetin ebediyen sona ermesi, Devlet Bahçeli’nin iddia ettiği gibi salt terörle mücadeleden asla geçmez. Geçemez. Gene elde müzakere kalır. Şu sıralar akamete uğrasa da durum değişmez. En azından yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz bunu açık bir biçimde gösteriyor. Eğer askerî tedbirler ile sonuç alınabilseydi, 30 yıl boyunca süren savaşta alınırdı. Binlerce insanın hayatına mal olan kötü zamanlarda alınırdı.

[email protected]