Sinemada ‘genç’ tiyatroda ‘delikanlı’ Karl Marx

Prof. Dr. Ali Murat Yel / Marmara Üniversitesi
30.12.2017

Der Junge Karl Marx filmi sinematografi ve senaryo bakımından oldukça zayıf. Oysa 900 kişilik Bridge Theatre salonunda seyircilerin karşısına çıkan Young Marx oyunu, bu tarihsel kişilikleri “1850’li yıllar Londra’sında hayat aynen böyle yaşanmıştır” gibi bir anlayışla daha insani bir hale dönüştürebilmiştir.


Sinemada ‘genç’ tiyatroda ‘delikanlı’ Karl Marx

Her ne kadar belirli bir yaş aralığı (mesela 15-24) ya da insanın hayatının bir dönemine işaret ettiği düşünülse de “gençlik”, bir bakıma bireyin içinde bulunduğu hale göre değişiklik gösterip insanın dış görünüşü, “tazeliği”, enerji dolu olması veya dinamik olması gibi dışarıdan rahatlıkla görülebilecek özelliklere de işaret edebilir. Belirli statü veya konumlar için de tecrübe gerektirdiği için belli yaşta insanlar için “genç” tabiri kullanılabilir. Örnek olarak büyük bir şirketin üst yöneticileri için belli bir yaş aralığının altında kalan insanların genç oldukları düşünülebilir. Bu sene gösterime giren popüler dizilerden olan The Young Pope dizisinde aslında kırklı yaşlarda bir insanın papa olmak için genç olduğu vurgulanmış ve onun bu yaşı, oldukça “yaşlı” sayılabilecek Vatikan yöneticileri arasında beklentilerin yükselmesine sebep olmuştur. “Genç” bir papa olarak Kilise’ye yeni bir enerji ve dinamizm getirerek modernleşmesine katkı sağlayabileceği düşünülmüştü. Yeni seçilen papanın “gençliği”, bir bakıma düşünce tarzı ve uygulamalarıyla karşıtlık içermesi bakımından daha da etkileyicidir.

Bu sene gösterime giren sinema filmi Der Junge Karl Marx da benzer biçimde, ünlü filozofun “gençlik” halini beyazperdeye aktarıyordu. Türkçeye “Genç Marx” diye çevrilen “Der Junge Karl Marx”, zaten bilim çevrelerinde kullanımda olan ve Marx’ın gençlik dönemine -daha doğrusu fikirlerinin olgunlaşmamış devresine- işaret eden bir tabirdi. Yine bu yıl Londra Bridge Theatre’da 18 Ekim ile 31 Aralık tarihleri arasında sahnelenen Young Marx oyunu da Das Kapital yazarının 1850 tarihinde Londra Soho’daki hayatını anlatmaya çalışmaktadır. Yönetmenliğini Nicholas Hytner’in yaptığı bu eserde de, Marx’ın karısı Jenny von Westphalen ve kendisine maddi olarak destek veren yakın arkadaşı Friedrich Engels ile birlikte dönemin Londra’sında yeni bir ideolojinin temellerini oluştururken yaşadıkları zorluklar anlatılmaktadır. Aslında hem filmde hem de tiyatro oyununda Karl Marx gibi önemli bir kişiliğin erken dönem hayat hikâyesinin sıradan ve gündelik hayatın her türlü zorluğuyla verilmeye çalışılması, belki de günümüz “gençleri” için bir örnek teşkil edebileceği varsayımı ile yapılmaktadır.

Akran figürle siyasete alan açmak

Bu durum özellikle Avrupa’da aşırı sağ ve popülizmin yükselişte olması ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald J. Trump gibi bir başkanın seçildiği bu dönemde Batı’da artık kaybolmaya ve unutulmaya yüz tutmuş bir ideolojinin yeniden canlandırılması çabası olarak da görülebilir. Gerçi Immanuel Kant veya G. W. F. Hegel’den sonra doğmuş olanları eğer bir parça düşünebiliyorsak onların eşyayı algılama biçimleriyle, yani bizden bağımsız olarak tabiatta mevcut oldukları halleriyle düşünebilmenin zor olduğu bu dönemde, bu tür fikirlerin beyazperdeye ne kadar aktarılabileceği tartışılabilir.

TV dizileri ve sinema filmlerinin, oldukça çeşitlendirilmiş sosyal medya uygulamalarıyla geniş kitlelere ulaşması sayesinde tüketim toplumunun üyelerinin sayısı her geçen gün artmakta ve vahşi kapitalizm nihai zaferini ilan etmeye yaklaşmaktadır. Bu ortamda “genç” olmak, “yakışıklı, güzel ve seksi” olmak veya en azından toplumda dikkat çekmek anlamlarına gelebilir. Öncelikle genç izleyicilerin dikkatleri bu yöntemle çekildikten sonra siyasi aktivite alanları oluşturulabilir. Uzun sakalları ve asık suratıyla genç insanlara pek de sempatik gelmeyen yaşlı bir adam yerine, kendileriyle akran olarak hissedebilecekleri bir figür sunularak sol siyasete bir alan açmanın da bu sayede mümkün olabileceği düşünülebilir.

I Am Not Your Negro filmiyle adından söz ettiren ünlü yönetmen Raoul Peck’in, tarihsel bir karakterin hayatının belli bir kısmını anlatırken -anakronik olarak- o şahsiyeti hiç hataları olmayan bir melek gibi gösterme yanlışlığına düşmeden “olduğu gibi” anlatmaya çalıştığı bu filminde izleyiciye vermek istediği mesaj şu olabilir: Karl Marx aslında 20. yüzyılda kendi adına işlenen tüm hatalardan sorumlu tutulamazdı. Mesela, Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa, Çin veya Küba gibi ülkelerde kimi zaman soykırıma varan insan kayıpları ya da çekilen acıların tek sorumlusu Marx ve onun komünizm fikri olamazdı. Zaten film, izleyicileri aslında sınıf çatışmaları veya proletaryanın bir gün işçi sınıfı kardeşliğinde birleşeceği yaklaşımının, Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde mevcut olduğu ve bu ikilinin sadece bu toplumsal gerçekliği yazıya döktüğü gibi bir algıya yol açmaktadır. Yönetmenin, Marksist literatüre pek hâkim olmayan izleyicilere, Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekopolitiğinin Marx üzerindeki etkisini sadece arada bir beyazperdeye gelen kitap kapakları yoluyla verme çabası, gerçekte yaşanan fikir etkileşimini yansıtmakta yetersiz kalıyor.

İzleyiciler, Marx’ın o dönemde kaleme aldığı ve modern dönem okuyucuları için anlaşılması oldukça zor olan yazılarının filmde daha anlaşılır hale bürünebileceği ümidini taşıyabilirler, ancak durum beklenildiği şekilde tezahür etmemektedir; çünkü Marx’ın Alman felsefesinden kaynaklanan güçlü zekâsı ile Engels’in babasının dokuma fabrikalarında edindiği hem “bourgeoisie” hem de “protelariat” deneyimleri bir araya geldiğinde üzerinden o kadar zaman geçtiği halde hala tartışma konusu olan bu fikirler ortaya çıkmıştır. Bir bakıma o dönemlerde Avrupa’da zaten hissedilmekte olan “ruh” daha doğrusu “komünizm ruhu” görmesini bilenler tarafından fark edilmekteydi. Ama film, kahramanlarının gençliklerinin de getirdiği enerji ile o dönemin İngiltere’sinde işçi sınıfının maruz kaldığı kötü şartları iyileştirme çabalarını ve League of the Just derneğinin ismini The Communist League’e çevirmelerini büyük bir başarı gibi göstermektedir. Bunun yanı sıra filmde, o güne kadar işçi derneğinin mottosu olan “Bütün insanlar kardeştir!” ifadesinin, sınıf çatışmasına ve ötekileştirmeye işaret eden “Tüm ülkelerin işçileri, birleşin!” şeklinde değiştirilmesi, artık toplumsal sınıflar arasında bir düşmanlığın başladığına işaret ediyor. Sanayi devriminin yeni bir tür kölelik düzeni olduğu ve bundan böyle işçi sınıfının ancak mücadele ve devrim ile komünizm adındaki “özgürlüğe” ulaşabileceği fikrinin, filmde, işçi sınıfının mücadelesinin arka planı verilmeden sadece sözlerle verilmeye çalışması bugün Marx’ın metinlerini okuyanların zihinlerinde canlandırmakta zorlandıkları gibi havada kalmaktadır. Hatta iki çocuklu bir aileyi geçindirmek zorunda olan Marx’ın kendisinin bile zengin arkadaşı Engels’e entelektüel açıdan olduğu kadar mali açıdan da bağımlı olması, gazete fıkraları, dergi makaleleri ya da kitap telif ücretlerine geçinmek için mecbur kalması bile filmde yeterince işlenememiştir. 19. yüzyıl Manchester sokaklarından olduğu iddia edilen bir tutam fakirlik, sefalet ve perişanlık görüntüleri ancak Engels kız arkadaşının yaşadığı yere giderken görülebilmektedir.

Sorgulama mı temenni mi?

Hâlbuki 1840’larda “genç” Karl Marx’ın modern toplum hakkında “yabancılaşma” (alienation) ve “kurtuluş” (emancipation) gibi kavramlarla ortaya koyduğu fikirler hala güncelliğini korumaktadır. Filmde Marx’ın bu kavramlara nasıl ve nerede tecrübe ederek ulaştığı gösterilmediği gibi, Engels ile birlikte yazdıkları ilk kitap olan The Holy Family, or Critique of Critical Critique. Against Bruno Bauer and Co. gibi devasa bir eseri sanki birkaç gece çalışmasıyla bitirebildikleri gibi bir yanılgıya yol açılmaktadır. Bauer (The Trumpet of the Last Judgment) nezdinde o günlerde akademik çevrelerde hakim olan “genç” Hegelciler hatta Ludwig Feuerbach (The Essence of Christianity) ile P. J. Proudhon (What is Property?) gibi meşhur isimlere karşı yazdıkları bu eser, onların idealizmden materyalizme ya da devrimci demokratizmden komünizme geçişlerini tamamladıkları bir çalışma olarak görülebilir. Her ne kadar kitabın başlığında Hıristiyanlığı çağrıştıracak teslis anlamında “kutsal aile” tabiri geçse de bu ifade aslında Bruno Bauer ve kardeşi Edgar ile tüm genç Hegelciler için kinaye olarak kullanılmıştır. Marx ve Engels filmin bir sahnesinde Proudhon’un kendilerine eleştirmeleri için verdiği mülkiyet üzerine yazdığı son kitabı hakkında değerlendirme yaparken filmde yansıtılanın aksine sadece Proudhon’la değil Batı felsefesinde köklü bir geleneği temsil eden bütün Hegelyan felsefeyle mücadele içine girmişlerdir. Filmde de yansıtıldığı gibi bu mücadelenin sonucunda ortaya çıkan eserle birlikte tarih, idealist yaklaşımlardan arındırılıp materyalist bir metodolojiyle ele alınmaya başladı. Filmin son kısmının Komünist Manifesto kitabının okunmasına ayrılması, izleyicide kitaba ilgi uyandırmaktan çok onda “Ben kendim de okuyabilirdim!” tarzında bir hayal kırıklığına yol açmaktadır.

August Diehl, Vicky Krieps ve Stephan Konerske oyunculuklarıyla dikkat çekerken Hannah Steele’nin canlandırdığı, Engels’in babasının fabrikasından kovulmuş bir işçi sınıfı üyesi olan ve Engels ile aşk yaşayan Mary Burns karakteri hikâyeyi daha ilginç kılmaktadır. Olivier Gourmet’nin oynadığı Pierre Proudhon karakteri, Proudhon’un gerçek hayatta eserleriyle kahramanlarımızı derinden etkilemesine rağmen, filmde birkaç karşılaşma dışında bu etkileşimi yansıtmakta zayıf kalmıştır. Entelektüel olarak çok güçlü olmasa da Marx’ın bu kadar ünlü bir bilim adamı olmasında hayatındaki iki kadının rolleri belirgin bir şekilde verilmeye çalışılmıştır. Gerek The Young Pope’ta ve gerekse Der Junge Karl Marx filminde dinin veya Marksizm’in geri dönüşlerinin mümkün olup olmadığının sorgulanmasının ötesinde sanki böyle bir temenni dile getirilmektedir. Her ne kadar sinemanın herhangi bir konuyu beyazperdeye aktarmak için büyük ekonomik ve teknik olanakları mevcut olsa da film, sinematografi ve senaryo bakımından oldukça zayıf kalmaktadır. Oysa filmin aksine yazımızın başında değindiğimiz, 900 kişilik Bridge Theatre salonunda seyircilerin karşısına çıkan Young Marx oyunu, bu tarihsel kişilikleri “1850’li yıllar Londra’sında hayat aynen böyle yaşanmıştır” gibi bir anlayışla daha insani bir hale dönüştürebilmiştir.

@alimuratyel