Siper-i Zelzele dini bir vecibe

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Akademisyen, yazar
25.02.2023

Musul Maarif Müdürü Resul Mesti Efendi, II. Abdülhamid zamanında, Siper-i Zelzele adlı bir risale kaleme almıştır. O kitapta Resul Mesti, depreme dayanıklı evlerin nasıl yapılacağını en ince detaylarına kadar anlatmadan önce bu konuyu düşünmenin ve bir yol bulmanın dini bir vecibe olduğunu anlatır.


Siper-i Zelzele dini bir vecibe

Platon'a göre insanoğlunun bu dünyadaki en büyük hikmeti şehirler inşa etmektir. İnsan oğlunun bu dünyadaki serüveni mekanı dönüştürmek için açtığı bir mezar ile başlar. Semavi dinlerin metinlerinde geçen hikayeye göre Hz. Adem ile Havva'nın ilk iki oğlu arasındaki kıskançlık kanlı bir cinayetle sonuçlanmıştır.

Kabil, kardeşi olan Habil'i öldürür. Benim doğduğum yörede, Şanlıurfa'da bu hikayenin, zekat verme konusundaki kıskançlıkla başladığına inanılır. Rivayete göre Hz. Adem çocuklarına kazandıklarından tasadduk etmesini ister ve onlar da mallarından emredildiği oranda ayırıp götürüp bir dağın başına bırakırlardı. Kabil işin kurnazlığına kaçar ve kazancının en ehven olanlarından verirdi. Habil ise en iyisinden verirdi. Kazandığı ürünün en iyisini, yetiştirdiği evcil hayvanların en sağlıklı ve en semiz olanlarını verirdi. Habil'inki Allah katında kabul görür ama Kabil'inkiler kabul görmezdi. Kabil de bu bunun asıl nedeninin babası ile annesinin kardeşini ondan daha çok sevmesinden dolayı olduğunu düşünüp kardeşini kıskanmaya başlar ve bu duygu zamanla bir husumete dönüşür. Bu düşmanlık da onun kardeşini öldürmesiyle sonuçlanır. Yeryüzüne ilk kan o zaman düşer. Toprağa kan damlamıştır. Bu aynı zamanda ilk suç, ilk günah ve ilk cinayettir de. Bunun ağırlığı çöker üstüne Kabil'in. Kardeşinin naaşını günlerce sırtında taşır. Ne yapacağını bilemez haldedir. Giderek naaşı ağırlaşır ve hüzün ile pişmanlık onun bütün varlığını kuşatır. Çaresizce beklerken bir kargadan öğrenir ne yapacağını. Bu aynı zamanda ilk yerleşim biriminin kurulma fikrini de canlandırır.

Defin ve mekana dahil olma

Ölü bedeni defnetme bilgisi ve pratiği, mekan ile kurban, ölü, adak ve öte dünya gibi faktörleri de mekanın içine dahil eden bir düşüncenin doğmasına neden olmuştur.

İnsan, kalıcı olmadığını bildiği bu dünyada kalıcı yerleşim birimleri tahkim etmeyi hep arzu eder. Çünkü ev, hane ve barınma öte dünyaya ait olan özlemin bir yansımasıdır.

Bu da insanoğlunun dünyaya fiziki olarak giriştiği ilk müdahale olarak kabul edilmektedir.

Ancak günümüzde özellikle de bizim ülkede ve bilhassa da bilimin "kutsal bir inek olduğuna" iman etmiş pozitivistlere göre bizim bu dünyaya yönelik olan her girişimimiz tüm metafizik bağlamlardan ve dahi imalardan arındırılması gerekir ki biz onu akılcı bir temelde yönetebilelim. Nitekim doğa bilimleri ile ilgilenen her akademisyenin, özellikle de jeoloji formasyonu almış ve bu konuda akademik bir unvana da sahip olanların tamamının, bila istisna kendisine uzatılan her mikrofona söylediği ilk cümle "Bilime inanmazsanız deprem sizi öldürür". Sadece bilime inanmamızı istemekle de kalmıyorlar önce sahip olduğumuz inancımızı aşağılamayı ve daha sonra da onu terk etmemizi istiyorlar.

Varlık ve tesadüf

Farz edelim ki bu deprem uzmanlarından en meşhur olanı yarın doktora gitse ve doktor da yaptığı muayeneden sonra ona beyninde ölümcül bir kitle olduğunu ve çok kısa bir süre sonra da öleceğini söylese sahiden ne düşünecek acaba? "Niçin ben?" sorusunu sorduğunda hangi rasyonel cevabı verecek çok merak ediyorum. Varlığın tesadüfi olduğunu düşünen birisi ise bu hastalığın da tesadüfen ona denk gelmiş olmasına içerlemeyecek mi?

Batı dünyası, insanı günahkar ve kusurlu gördüğü için onun tekamül etmesi gerektiğini düşünür. Oysa insan kusurlu değil acizdir. Pek çok konu karşısında ki acziyeti onu "hikmeti" aramaya sevk eder ama kendinde bir eksiklik hissederse o açığını kapatmak için çabalar ve elde ettiği her başarı da onu mağrur kılar. Bu kibirlenme Tanrı'ya kafa tutmaya kadar varır.

Skolastik bakış

Ne yazık ki bizim ülkedeki sözümona bilim insanları her bir inanç sistemine Ortaçağ Hristiyan Skolastizmi gibi bakmaktadırlar. Oysa bu tartışmalar seksenlerin başında sona erdi. Post modernizm tartışmaları başladı ve dahası İslam'ın diğer bütün dinlerden farklı olarak dış dünyayı ya da tabiatı inananlardan tıpkı bir "ayet" gibi okumalarını emrettiği deyim yerindeyse yeniden görüldü.

Depremin tabi olduğu evrensel bir doğa kanunu var, bundan kuşku yok. İnsanlar, fay kırıklarının olduğu coğrafyalarda depremin olmayacağını da deprem olduğunda binaların yıkılmayacağını da dinden istihraç etmiyorlar. Ama yine de konu hep din eksenli bir çerçevede tartışılmaya devam ediyor.

Bir komplo teorisi peşinde olduğum sanılmasın ama az buçuk ülkenin siyasi ve sosyoloji tarihini bilen birisi olarak işin arka planında son derece stratejik bir hinlik olduğunu düşünüyorum.

Malum, vülgarize ederek söyleyecek olursak, vaktiyle İttihatçılar bize dediler ki imparatorluğu ayakta tutmak için, geri kalmışlığı sonlandırmak için ve güçlü bir devlet olmak için dini sosyal hayatımızın dışına itmeliyiz, daha sonra da yeni rejimin kurucu kadroları bize dediler ki dini yaşamı paranteze aldığımız andan itibaren özgürlüğün, refahın ve büyümenin doruklarına ulaşacağız.

Dediklerini yaptılar ve dini paranteze aldılar ama hiçbir vaatleri gerçekleşmedi. Ne imparatorluk kurtuldu, ne kalkınma gerçekleşti ne özgür vatandaş olduk ve ne de demokrasi gerçekleşti. Bugün de dininizden vazgeçin depremin yıkıcılığı sona erecek diyorlar. Bunca yalanın üstüne bunu kibirlice ekranlarda söylüyor olabilmelerini onlara telkin eden özgüven sahiden nereden geliyor dersiniz?

İyilik ve kötülük çelişkisi

Bizim bilim adamlarımızın Lizbon depreminin Batı'da fitilini ateşlediği gibi bir aydınlanmanın hayalini kurduklarını sanmıyorum. Zira o depremden sonra konuyu en fazla kendine dert edinen ve bu alanda büyük bir çığır açan ve Tanrı'nın iyiliğini sorgulayan Voltaiere, Muhsin Kızılkaya'nın deyimi ile zihnini zehirli bir kıymık gibi kemiren iyilik ve kötülük çelişkisinin cevabını bulmak için yazdığı romanın kahramanına dünyayı gezdirir ve en çarpıcı cevabı İstanbul'da bir dervişten alır. "Bu seni niye ilgilendiriyor ki bu senin işin mi?"

Bazı aklı kıt olanlar bu ifadeyi kadercilik ve konuya kafa yormamak olarak anlıyorlar, halbuki o derviş, Voltair'ın kahramanı olan Candide'ye kendi varlığıyla ilgilenmesini salık veriyor. Kişi önce kendisini ve haddini bilmeli sonra ötekiyi.

Deprem bir doğa olayıdır ve onun tabi olduğu bir kanunu da vardır, tedbir almanın da bir yolu vardır ancak ne zaman olacağının bilgisi bizde yok. Kaç şiddetinde de olacağını ve kaç saniye/dakika süreceğini de bilmiyoruz. Depremin fiziki bir açıklaması var bu onun aynı zamanda metafizik bir tarafının olmadığı anlamına gelmez. Çürük bina yapmak ahlaki bir sorundur ve bu doğrudan değerlerle ve eğitimle ilgili bir konudur. Ders kitaplarını resmi ideolojinin sosyalizasyon ajanı olarak kurgulayan bir zihniyet şimdi de bize coğrafya dersinin yerine din dersinin ikame edilmiş olmasının bu yıkımlara neden olduğunu söylüyor. Bu çürük binaları yapan müteahhitlerin, kafatasçı faşistin "önce AKP'lileri kurtarıyorlar" diyen şarlatandan, bu coğrafyadaki insanların ölüm merasiminden ve defin hassasiyetinden habersiz olan ve Diyanet'in oraya imam göndermesine sinirlenen sözde siyasetçi olan sünepeden bir farkları mı var sanıyorsunuz? Bunların tamamı ulusalcı ideolojinin büyük bir gururla ve herkese metazori ile dayattığı sistemin yetiştirdiği kişilerdir.

Vatandaşlara her vesile ile sizi II Abdülhamit'in derebeyliğinden kurtardık diyenler tabii ki, sadece bir örnek olarak hatırlatmak isterim ki, onun zamanında Musul Maarif Müdürü Resul Mesti Efendi'nin Siper-i Zelzele adlı risalesinden haberdar değiller. O kitapta Resul Mesti, depreme dayanıklı evlerin nasıl yapılacağını en ince detaylarına kadar anlatmadan önce bu konuyu düşünmenin ve bir yol bulmanın dini bir vecibe olduğunu anlatır.

Bir önceki yazımda da ifade etmiştim, bendeniz depremin bir metafiziğinin olduğuna hatta her doğa kanununun, tabii afetin bir hikmetinin olduğuna inanan birisiyim. Bundan kastım tedbirleri rafa kaldırıp işin ihmal boyutunu örtbas etmek değildir. Aksine bir yenilenme ve sıfırlanma çağrısıdır her bir felaket.

Yaklaşık olarak 10 yıldır Esenler Belediyesi Prof. Dr. Saadettin Ökten Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Başkanlığını yürütmekteyim. Şehircilik ve mimari kendi branşımdan (bilgi sosyolojisinden) daha çok ilgimi çeken konulardır. Gerek yurt içinde gerek yurt dışında planlı, estetik ve işlevsel olarak dizayn edilen her yapı, mahalle veya şehirde her ayrıntıyı büyük bir sanat eseri gibi temaşa ederim. Zaten bana göre mimarlık insanoğlunun taş, ahşap ve mermer ile yazdığı şiirlerdir. Saadettin Ökten hocanın da söylediği gibi eğer biz şehirlerimizi bir makro plan dahilinde ve ebedi bir var oluş bağlamında planlamazsak bu ve benzeri felaketler daha çok başımıza gelecekler.

Antakya, Kuran-ı Kerim'de Yasin suresinde adı geçen, İsa Peygamberin iki sahabesini elçi olarak gönderdiği ve o iki elçiye yüreğini açan Habib En- Neccar'ın yaşadığı bir yerdir. Her iki semavi dinin inancının kesiştiği bu kadim şehre içerdiği anlamlar düzeyinde bir ilgiyi gösterdiğimiz söylenebilir mi?

Belki de bu deprem, şehirlerin sahip oldukları hikayeleri yeniden diriltmenin zamanına işaret ediyor ve bizim ülkedeki ruhsuz, hikayesiz, mitolojisiz, çarpık ve plansız, estetikten yoksun ve düzensiz olan şehirlerden kurtulmanın hikmetidir. Klasik İslam alimlerinin de dediği gibi, en doğrusunu Allah bilir (el ilmu indellah) ama bana göre bu deprem bize bir ikazdır. Bu kadar kadim bir medeniyetin ve evrensel bir hikmetin membaına sahip olan bizlere bu şehirler yakışıyor mu sahiden?

[email protected]