Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul göstergesi

Asım Öz / Yazar
25.08.2018

Naipaul göstergesinin birkaç kez oluştuğunu ve hâlâ farklı durumlara göre tekrar tekrar oluşabileceğini öne sürebiliriz. Şayet Naipaul’un mirasından söz edilebilirse, öncelikle bunun rol aldığı tarihi olaylarla doğrudan şekillendiği belirtilmeli. Batı-merkezci önyargılarını onaylamak için çıktığı gezilerin ardından kaleme aldığı metinlerinden itibaren Müslümanlara dönük negatif bakışları harlayan cüretkâr bir yazar rolünü üstlendi.


Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul göstergesi

Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul, yazdıklarıyla, aldığı ödüllerle, katılmadığı davetlerle ve insanları çıldırtan demeçleriyle kendinden söz ettirmeyi başardı. Çağdaş edebiyat alanında bilhassa edebiyat ve kolonyalizm analizinin merkezi figürlerinden Naipaul, 1932’de Trinidad’da Hint kökenli bir ailede dünyaya geldi, 1950’lerde İngiltere’ye göç etti, Hinduizm de dâhil bütün dinlerle arasına mesafe koydu ve kendisine “Sir” unvanı verildi. Aslında sadece bu durum bile, onun büsbütün kendinden menkul bir öznelliğe sahip olmadığını kanıtlar.

İlk kitaplarında kişiliğini biçimlendiren yılları anlatan Naipaul, sömürüye maruz kalan ülkeleri takıntılı derecede olumsuz temsil ederek kolonyalistlere yardımcı oldu. Batı dışı ülkelere, kuralcı İngilizleşmiş Hintli bir Trinidadlının zaviyesinden bakmayı önceledi. Kendisini sert bir şekilde eleştiren Edward W. Said gibi “yersiz yurtsuz” ve “sürgün” temasına vurgu yaparak itibarlı bir konum elde etme hevesine kapıldı. Oysa kendisi, Batı’yı sevimli görmesi bir yana Said’in şarkiyatçılık dışında bir yol keşfetmeye çalışan ve “kozmopolit kaygı etiği” adıyla anılan arayışından uzaktı.

Kolonyal tahayyül

Edward Said, edebiyat ve kolonyalizmle ilgili araştırmalarında temel bir figür olarak Josep Conrad’ı ele alır. Naipaul ise ziyaret ettiği Batı dışı her yerde Conrad’ın ayak izlerini gördüğünü fakat ona göre toplumları daha derinlikli bir şekilde kavradığını ifade eder etmesine de acaba sahiden öyle mi? Trinidad’da çocukluğunda edindiği bilgilere çok az şey kattığını itiraf eden Naipaul, 1960’larda Müslümanları güvenilmez, insanı her an alaşağı etmeye müsait sarığı ve ağarmış sakalıyla her türlü tehdit kaynağı olmaya eğilimli kişiler diye anlatır ki, bu 1979 sonrasında Batı medyasında İslâm’ı çerçeveleyen medya göstergeleriyle aynıdır.

İlginçtir Naipaul, İran İslâm Devrimi’nden sonra İslâm âlemi ile gittikçe daha yakından ilgilenmeye başladı. Batılı egemenlerden anlam devşirerek kendi kültürel varoluşunu yeniden inşa etti. Başka kültürlerin antropolojik karakterini açığa çıkarmak maksadıyla İran, Pakistan, Malezya ve Endonezya’ya geziler yaptı. Buradan hareketle 1981’de İnananlar Arasında adlı kitabını yayımlamasının ardından Newsweek dergisince kapağa taşındı. Tartışma yaratan paradigması şarkiyatçı nosyonun, İslâm’ın ötekiliğini vurgulayan indirgemeci yaklaşımı çerçevesinde şekillenir. İslâm takıntısının Naipaul’un düşünme yetilerini dumura uğrattığını onca gösterge yanında Humeyni, Muhammed İkbal ve Mevdudi hakkındaki genellemelerinde görmek mümkün. Sözgelimi Bobby Salman Sayyid’in de dikkat çektiği üzere Müslümanların teknoloji ile Batı-merkezcilik arasında yaptığı ayrımı göz ardı ederek ölüm döşeğindeki Mevdudi’yi tahfif eder. Naipaul’un birçok eleştirel ve kapsamlı sorgulamaya tâbi tutulan kitabı, onun Müslümanlar ve “bugünkü İslâm” meselesine provokatif yaklaşmasının neticesidir. Bundan dolayı kitap, aynı zamanda kolonyal ve postkolonyal edebiyatla ilgili tartışmalara hız kazandırır.

Herkesin ciddiyetle takdir ettiği postkolonyal eleştirmenlerin Naipaul’u, “duyarsız” ve “kibirli” dahası “yeni sömürgeciliğin uşağı” şeklinde tasvir etmeleri oldukça anlamlıdır. Aslında bir direnme süreci içinde alternatif kavrayışları ana hatlarıyla ortaya koymasından ötürü yerinde bir nitelemedir bunlar; zira Naipaul, bir söyleşisinde yazarlığı için “Biliyorsunuz, başlangıcından itibaren yanlış çağrışımlara yol açacak kelimeleri kullanmamaya özellikle özen göstermişimdir. Örneğin emperyalist ve sömürgeci kelimelerini kullanmam” demiştir. Naipaul, başka toplumların farklılaşan karmaşık kültürel olgularını belirli bir öze indirgeyip Batı’daki popüler söylem nezdinde birtakım klişelere dönüştürmesinin özel bir anlamı vardır. Bu yüzden, Batı-dışı toplumlar için, “barbar”, “ilkel,” “eski”, “ödünç kültür”, “cinsel arzu”, “düşünsel tahakküm” ve “taklit” gibi kaba, kötü ve indirgemeci kelimeleri özensizce kullanmaktan geri durmaz.

Liberal emperyalist ses

Yıllar sonra İran, Pakistan, Endonezya ve Malezya ziyaretinin neticesi olan İnancın Ötesinde (1998) ise Avrupalı kimliğinin dışarıdan inşasının tipik örneklerindendir. Naipaul’un İslâm âlemiyle ilgili görüşlerini ayrıntıya kaçmadan kısaca tartışmak yerinde olacaktır. Onu İslâm tarihine yönelik antropolojik incelemeler yapmaya sevk eden şey şudur: İran, Pakistan, Endonezya ve Malezya gibi İslâm’ı sonradan kabul eden ülkelerde İslâm kendisini emperyalist bir güç olarak dayatmıştır. Bunun neticesinde insanlar, önceki kültürlerini, örflerini, âdetlerini ve dinlerini terk edip etmeme noktasında bir ikileme düşmüşlerdir. Nitekim İnancın Ötesinde kitabında, İslâm’ın Hindistan’ı yozlaştırdığı iddiasını gündeme getirir. Ne var ki, gerçekler kitapta tasvir edilenin tam tersidir.  Edward Said, Naipaul odaklı eleştirel analizinde, onun gerçeği araştırmak yerine Batılı liberal emperyalistlerin yaklaşımlarını onaylamayı her şeyin üstünde tuttuğunu vurgular. Dolayısıyla Naipaul, Pakistan, Endonezya, Malezya ve diğer ülkeler için “biz ayrıldıktan sonra kötüleştiler” diyen sömürgecilerin sesidir. Sözgelimi Endonezya için “Her zaman anlamaya çalışmışımdır:  Neden bazı ülkeler işgali davet eder?” diyebilmiştir. Oysa eleştirel bir entelektüelin bir ülkenin yaşadığı acıyı daha geniş bir bağlam içinde ele almak gibi bir sorumluluğu olmalıydı.

Batılı liberaller ve entelektüeller için öğrenilmiş bilgileri tekrar eden Naipaul Batı’nın diğer kültürlere dair varsayımlarına yönelik gönüllü bağlılığıyla Brooker, W. H. Smith, Hawthornden ve Bennett ödülü gibi ödülleri birbiri ardına alarak ününe ün kattı.  Ardından 2001 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.  Ödül süreci, Batı’da tümüyle edebi alanın kendine özgü gerekçeleri ile açıklansa da, pek çok eleştirmen onun İslâm’a saldırdığı için 11 Eylül sürecinin ilk aylarında Nobel Ödülü’nü kazandığını dile getirmekten geri durmadı. Dolayısıyla onun uluslararası şöhretinin asıl kaynağının hiçbir zaman edebiyat kaynaklı olmadığını söylemek mümkün.

Feklavye çizeri Semih Poroy’un, edebiyat ortamını, yazarları göz hapsine alan, onların gülünesi hallerini yansıtan,  fikri derinlikli, hicivli karikatürleri vardır. Bunlardan birinin ilk karesinde bir yazar, “yaşlılık günlerinin sigortası” olabilecek bir roman yazmayı düşünmektedir. İkinci karede, tasarlanan romanın çoksatar olacağı anlatılır. Diğer karelerde ise, yazar romanın neler içermesi gerektiğini düşünür. İlk sırada abartılı cinsellik yer alır, tabi buna biraz entrika ve cinayette eklenecektir. Son karelerde ise yazar içinde bir şeyler unutup unutmadığını sorar kendine. En sonunda yazar “Edebiyat koymayı unuttun salak” diyor kendine.

Semih Poroy karikatürü Naipaul’un biyografisini yazmaya girişeceklere yahut siyasi konumunu ve toplumsal tartışmalara esin verme yetisini incelemek isteyenlere kılavuz olacak netlikte. Çünkü romanları çoksatar olmasa da, Naipaul kültürel çevresini yazıları için malzemeye dönüştürür ve Batı-merkezci değerlendirmelerini meşrulaştıran bir veri olarak kullanır. Zaten kendisi, çok konuşulmasının sigortası olan gezi yazıları ve demeçleri ile tasvir etmeye çalıştığım karikatüre benzer. Elinde kalem olmadığında da doğrudan kötücül bir eylemin içindedir. Nerdeyse Salman Rüşdi’den daha çok tartışılmasına rağmen çoğunlukla kurmaca bir metnin yazarı olarak bilinmez. 

Türkiye’de Naipaul adının parladığı 11 Eylül 2001’i izleyen dönemde onun etrafında genişleyen eleştirel söylem giderek güçlendi. Bu tarihten sonra Batı, 1990’larda baş tacı ettiği, post ön ekli tarihsel, teolojik, ideolojik ve metafizik kuramların tümünü uğurladı. İki uçağın Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpmasıyla birlikte Batı yeni büyük hikâyesini, sözde terörle mücadeleyi başlatarak kurmuş oldu. Ne romancılığı, ne düşünceleri açısından pek tanınmayan Naipaul, 2010’da İstanbul’da düzenlenen Avrupa Yazarlar Konferansı’na kamuoyundaki tepkiler yüzünden katılmamıştı, adının tekrar hatırlandığı bu ortamda bile edebi ününden pek eser kalmadığı görüldü. Bu dönemdeki Türk basınına, önde gelen edebiyat dergilerine, kültür odaklı mecralara bakıldığında onun edebiyatçı yönüne temas edildiği pek görülmedi. Yazarları edebiyatlarıyla değerlendirmeyi teklif edenler bile herhangi bir romanına atıf yapmadı. Olup bitenlere karşın Naipul’un öykülerini konuşabilecek bir zamana erişildiğini sanan arka kapak meraklılarının varlığı ayrıca ele alınmalı tabii. Şu halde Türkiye’deki Naipaul olayı her şeyden çok, okumadığımız eserler/yazarlar hakkında nasıl konuşuruz, sorusunun başka bir semptomu olarak görülebilir.

Selden geriye kalan

 Türkiye’ye davet edilmesinin ardından, Naipaul adının çevresinde oluşan bir söylenti selinden söz edilmesi abartılı bulunmamalı, artık geçmiş yıllarla kıyaslanmayacak bir popülerlik bu adın üzerinde bir hâle gibi dolandı.  Her ne kadar bir kısım uzmanlar, Nobel Edebiyat Ödülü almış bir romancı boş değildir, diyerek onun eserlerinin değerli olduğunu belirtse de, aydınların, özellikle eleştirmen ve akademisyenlerin Naipaul’u reddettikleri görüldü. Şurası açık ki, Naipaul imparatorluk tartışmalarının arttığı 1970’lerin sonundan 1980’lerin ikinci yarısına, oradan 1990’lar ve 2001 sürecinde, Batı’ya yakın duruşuyla, İslâm’ın kötücül kılındığı dönemde İslâm takıntılı edebiyatçı tavrıyla yeni sömürgeciliğe alkış tutan bir yazar olarak algılandı. Yazarlık serüvenini bütünlüklü bir şekilde ele alan çalışmaların da işaret ettiği gibi onun romanları, kendi hayatından tümüyle soyutlanamaz; zaten her kurmacanın köklerinde yaratıcısının tecrübelerinden, iç dünyasından açık ya da örtük izler vardır.

Naipaul’a verilen Nobel ödülünün, 2010’da Türkiye’ye davet edilmesinin ve 2018’de ölümünün eşlik ettiği değiniler kayda değer bir toplam oluşturmadı. Naipaul olayı doruğa ulaştığı sırada,  gazetelerde yazıp çizen zeki ve etkili kişiler liberalizm adına takınılan öfkeli tavırları masaya yatırmadı mesela. Aslında bu tartışmaların işaret ettiği durumun gerçek olup olmadığını tespit etmek için Naipaul’un romanlarını okumak gerekmez, ama şu var ki, onun açıklamaları romanlarını ve öykülerini hatmetmiş olsaydık bileceğimizden daha öğretici oldu. Gerçi Naipaul, romanlarından üstünkörü bahsedilmesini haklı kılacak bir düşünceye sahip. Tüm bu konuları birbirine bağlayan temel varsayımı şudur: “Bana öyle geliyor ki büyük romancılar oldukça gelişmiş toplumlar hakkında yazarlar. Benim böyle bir toplumum yok,  bu yazarların kabullerini paylaşmıyorum; orada kendi dünyamı göremiyorum. Benim sömürgeci dünyam daha karmaşık, ikincil deneyime dayanıyordu, daha sınırlıydı.”

Okuryazarları olumlu ya da olumsuz hangi kitabı etkilemiştir, diye soracak olsak kayda değer cevap alma ihtimalimiz son derece düşüktür. Kimsenin aklına Gerillalar, Taklitçiler, Mistik Masör, Miguel Sokağı, Nehrin Dönemeci, Geçmişin Bilmecesi, Büyülü Tohumlar, Yarım Hayat gelmez mesela. Bu durum 2001’den bu yana hiç değişmedi. Orhan Pamuk, eserlerinin “zenginliğine”,  “karmaşıklığına” ve “özgünlüğüne” hayran olduğu Naipaul’u niçin sevdiğini ballandıra ballandıra anlatsa da sonuç değişmemiştir. Türkiye’de Naipaul romanlarından geriye hiçbir şey kalmamış olabilir ama söylentilerini kışkırtıcı hale getirme şekli olağanüstüdür. Haliyle Naipaul, yıllardır günümüz politik gerçekliğinin en önemli simgesel isimlerinden biri olmasına, hakkında üniversite ve üniversite dışında onca metin yazılmasına rağmen eserleri rağbet görmedi. Vakıa kendi kültürel ve siyasi hikâyemizi şekillendirmeye devam ederken romanları itibar görse bize ne sunabilirdi ki? Elbette mümkün cevaplar ya da en azından bakış açıları, Naipaul’un hayatının ve serüveninin ayrıntılarında bulunabilir. Ama sonuçta temel zaafı sömürgecilerin dünyasını yüceltme duygusudur.

Naipaul göstergesinin birkaç kez oluştuğunu ve hâlâ farklı durumlara göre tekrar tekrar oluşabileceğini öne sürebiliriz.  Şayet Naipaul’un mirasından söz edilebilirse, öncelikle bunun rol aldığı tarihi olaylarla doğrudan şekillendiği belirtilmeli. Batı-merkezci önyargılarını onaylamak için çıktığı gezilerin ardından kaleme aldığı metinlerinden itibaren Müslümanlara dönük negatif bakışları harlayan cüretkâr bir yazar rolünü üstlendi. Ona göre medeniyet Yunan’la başlar ve Batı kültürünü insanlığın tek çıkış noktası görür. Bu metinlerinde merkezi bir temadır, romanlarında kolonyal dönem önemli ölçüde yer alır, buna karşın gezi türündeki kitapları kendisinin siyasi yaklaşımlarını detaylı biçimde sunmasının yanında İslâm’a ve Müslümanlara bakışını şekillendiren kavramsal jeolojiyi yansıtır. Zaten amacı da Müslümanlara atfettiği dini ve siyasi öfkeyi ortaya çıkarmaya dönüktür. Naipaul’le ilgili birçok gerilim ve eleştirinin sebebi, onun İslâm âlemindeki gelişmeleri sömürgecilerin dini ve kültürel bakış açısıyla yorumlama çabasından kaynaklanır.

Naipaul, Türkiye’de 2001 sonrasındaki açıklamalarıyla oryantalizm tartışmalarını yeniden başlatan isimler arasında yer aldı. İsmi bir bütün olarak çalışmalarının ötesine geçse de bunlara zemin teşkil eden etkili eserleri ve görüşleri 1980’ler ve 1990’ların havası içinde biçimlenmişti. Naipaul’u tanımak, zihin dünyasını çözmek isteyenler için mutlaka okunması gereken iki kitabının Türkçeye kazandırılmaması üzerinde de düşünülebilir. Naipaul, kültürel bir figür olarak tartışmalara konu olsa da, romanları ve diğer eserleri yerine enformasyon ekonomisinin gittikçe genişlemesinin etkisiyle başka meselelerdeki görüşleriyle öne çıktı. Sömürgecilerin destekçisi olarak entelektüel bir rol oynamaya soyunduğu düşünülürse, Naipaul’un kültür ve emperyalizm ilişkisi göz ardı edilmeden çağdaş şarkiyatçılığın yeni biçimleri bağlamında ele alınıp yorumlanması daha isabetli olacaktır.

[email protected]