Sivil toplum, ekonomi ve siyaset üçgeni

Prof. Dr. Selahattin Bekmez / Gaziantep Ünv. Öğr. Üy.
10.05.2014


Sivil toplum, ekonomi ve siyaset üçgeni

Alışılmışın dışında yoğun ve bir o kadar da çirkinliklerin sergilendiği bir süreçten geçerek tamamlanan yerel seçimler dolayısıyla, devlet ve birey/toplum ilişkilerinin artık çok boyutlu bir şekilde algılanması gerektiğine olan inancımdan dolayı “sivil toplum” ve “devlet” kavramlarının bir kez daha irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bundan daha da önemlisi, yerel seçimlerle birlikte bu iki kavramın, aynı zamanda “ekonomi” ile de ne kadar bütünlük arz ettiğinin bir kez daha ortaya çıkmış olması gerçeğini vurgulamak adına bu satırları yazıyorum.   

Sivil iradeye yapılan müdahaleler yine sivil irade tarafından geri püskürtülünce, eşine az rastlanır karalama kampanyalarının etkisizliğini sadece siyasete bağlayamayız. Çıkan sonuçların, iyileşen ekonomi ve reel piyasalardaki istikrar dolayısıyla güven telkin eden durumun ortadan kalkmasına müsaade edilmemiş olmasından da kaynaklandığını görmekteyiz. Başka bir ifade ile yerel seçimlerle birlikte, Türk seçmeninin asla “miyobik” tavır sergilemediğini; aksine uzun vadeli politikalara daha çok prim veriyor olduğunu da tescillemiş olduk. Bu durum da Türkiye demokrasisinin ne denli ilerlediğini ve sivil toplum anlayışının ne kadar yerleştiğini gösteriyor. Bunun sağlamasını yapmak için önce tarihsel sürece, daha sonra Türkiye’nin son on yıldaki değişimine bakmak sanırım yeterli olacaktır.

Tarihsel sürece bakıldığında sivil toplum anlayışının kökü Aristoteles’e kadar uzansa da, devlet ve sivil toplum ayrımını yaparak Roma Hukuku çerçevesinde felsefi bir bakış açısı geliştiren ilk düşünürlerden birisinin Jean Bodin olduğunu görmekteyiz. Bodin’e göre devlet boyun eğilmesi gereken bir otoritedir ancak bu otorite, asla ve asla birey ve ailelerin kendi mahrem dünyaları içerisindeki yaşayışlarını kontrol edici tarza dönüştürülmemelidir. Yani devlet ve birey/toplum arasındaki zımni de olsa bağlayıcı özelliğe sahip bu sözleşme ihmal ve ihlal edilmediği sürece, huzurlu bir yaşam alanı oluşturulmuş ve birey/toplum-devlet dengesi kurulmuş olacaktır.

Benzer bir şekilde, Thomas Hobbes ise, sivil toplum ve devlet ilişkisi konusunda “doğal hak” kavramını ön plana çıkararak birazcık farklı bir perspektif sunuyor olsa da, aslında aynı sonuca ulaşmaktadır. Yani bireyler sadece var oluşları dolayısıyla doğal haklara sahiptirler, ancak bu doğal hakları kullanırken çatışma halindedirler. Bu çatışmanın önlenebilmesi için daha üstün bir erkin düzenleyicilik rolünü üstlenmesi gerekir ki bu da devlettir. John Locke ise Hobbes’in aksine, insanların zaten davranışsal olarak barışçıl olduklarını, dolayısıyla başkalarının haklarına otomatik olarak saygı duyacaklarını ifade ederken, devletin varlığı için zorunlu bir nedenin olmadığını vurgular; uyumsuz davranışlara sahip istisnalar çıkması durumunda ise, hakemlik ve hâkimlik rolünü bizzat toplumun kendisinin üstleneceği fikrini savunur.

Sivil toplum konusunda daha belirgin felsefi alt yapılar üretmiş olan Jean Jacques Rousseau ise, konuyu biraz daha derinleştirerek özel mülkiyet kavramı çerçevesinde bir analiz yapmaktadır. Rousseau’ya göre, insanlar yeme, içme ve barınma ihtiyaçlarını başkalarına muhtaç olmadan karşıladıkları sürece toplumsal barış sağlanmış olur, ancak ne zaman ki insanlar bu ihtiyaçlarını karşılayamaz olurlar, işte o zaman paylaşma duygusu ortadan kalktığı için özel mülkiyet kavramı baş gösterir ve savaşlar başlar.

Örgütlü sivil toplum

İşte devlet tam da burada ortaya çıkmış ve devletlerin büyümesiyle birlikte, kendi koymuş olduğu kuralların uygulanması konusunda zorluklar yaşayan toplulukların bu görevlerini daha üst bir kurum olan devlete havale etmeleri gerekliliği doğmuştur. Bu da devlete karşı haklarını savunmak adına, aynı çıkar guruplarının organize çalışabilmek için örgütlü bir şekilde bir araya gelmeleri suretiyle etkili olma çabalarına neden olmuştur. Bu örgütlü birlikler hem otonomi elde etme, hem de devlet üzerinde bir baskı mekanizması oluşturma gayretiyle hareket ederken sivil toplum algısının daha da belirginleşmesine katkı vermişlerdir.

Globalleşen dünyanın karmaşıklığı, farklı siyasal aktörlerin bir arada çıkar birliği oluşturabilmeleri ve küresel rekabetin boyutlarının değişmesi gibi olgular mekanik ve organik bütünleşmeleri sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada de hızlandırmıştır. Bunun sonucunda, nicelik olarak artışlar, aynı zamanda niteliksel gelişmeleri de beraberinde getirdiği için, son 10 yılda Türkiye’nin sivil toplum anlayışında bir “derinleşme” gözlenmiştir. Bu derinleşme, gerek Kopenhag siyasi kriterlerine, gerekse Maastricht ekonomik kriterlerine uyumla birlikte siyasal istikrarın da sağlanmasına yol açmıştır.

Ayrıca, son 10 yıldaki politikalar sonucunda, Türkiye’deki “kamusal alan-özel alan” ilişkisinin boyutu muğlaklıktan kurtarılmış ve minimal unsurlar içeren devlet anlayışıyla birlikte, fert ve bireysel özgürlükler ön plana çıkarılmıştır. Devletin, aslında bir varlık değil, sivil toplumun bir türevi olduğunu; Hegel dışındaki tüm siyaset felsefecilerinin vurguladıkları çerçevede devletin “düzenleyici ilkeleri halka yayan bir araç” olduğu gerçeğinin oraya çıktığını görüyoruz aslında.

Toplumsal anlamda ise, Adam Smith’in, Weber’in ve Keynes’in bahsetmiş olduğu “işbölümü” kavramının, küresel rekabet unsurlarını da içerecek tarzda daha bir ete-kemiğe bürünmüş olgu olarak karşımıza çıktığına şahit olmaktayız. Yani güçlü devlet fakat zayıf toplum algısının ortadan kalktığını, bunun yerine devletle beraber var olmak ve birlikte güçlü olmak algısının yerleştiğini görüyoruz. Bu duruma, “one minute” çıkışı, Mavi Marmara olayı ve hükumetin Rabia olaylarındaki tavrı en klasik örnekler olarak gösterilebilir. Zira bunlar, devlet ve halkın kolektif tepkilerine mazhar olmuş olaylardır. İşte son yıllardaki değişimle, birlikte var olmanın sosyal boyutu Türkiye gerçeğinde bu şekilde algılanmalıdır.

Birlikte var olmanın ekonomik boyutuna gelince... Her ne kadar Rousseau, özel mülkiyet kavramına yüzeysel vurgu yapmış olsa da, genellikle siyaset felsefecileri tarafından birlikte var olmanın ekonomik boyutlarının ihmal edildiğini görmekteyiz. Bu da devlet ve birey/toplum arasındaki ilişkilerin bütüncül bir şekilde analiz edilmesini engellemekte ve kısmi çözümlerle yarım-yamalak çıkarsamalar yapılmasına neden olmaktadır.

Türkiye’de 1980’lere kadar anti-liberal ekonomik politikalar uygulanması, ithal ikameci anlayış ve sanayileşme-modernleşme paradoksunun yaşandığını görüyoruz. 1980’ler sonrasındaki dünyaya açık ve ihracata dayalı kalkınma modelinin benimsenmesiyle birlikte, sadece siyasal anlamda değil, ekonomik anlamda da bireycilik kavramının ön plana çıktığına şahit oluyoruz. Son 10 yılda ise, demokratikleşme ve sivil toplum ruhunun tabana yayılmasıyla birlikte, sivil toplumun en temel unsurları olan Sivil Toplum Kuruluşlarının üzerindeki, örgütsel ve finansal kapasite sınırlamalarının ortadan kalktığını görmekteyiz. Hele hele 2002 seçimlerinden sonra yönetim krizinin ortadan kalkmasıyla birlikte, güçlü ekonomi politikalarının uygulanması, serbest piyasaya önem verilmesi ve bağımsız ekonomik kurumların oluşturulması gibi tedbirler sonucunda oluşan toplumsal beklentilerin ekonomiyi şaha kaldırması, Türkiye ekonomisini dünyada hatırı sayılar düzeylere taşımıştır. Bu durum AB İlerleme Raporlarında övgüyle anlatılmış ve Türkiye’nin Ortadoğu havzasında model ülke olarak gösterilmeye başlanmasına neden olmuştur.

Sonuçta, yeniden şekillenen dünya düzeninde artık riskler küresel olduğu için, ekonomik ve siyasi tedbirlerin de küresel unsurlar içeriyor olması gerektiğini gören bir yönetişim anlayışı var artık Türkiye’de. İşsizliğin, iflasların ve dış borçların artıp, kapasite kullanım oranlarının hızla düştüğü küresel kriz ortamlarının bile, sadece ılımlı olumsuzluklar oluşturarak teğet geçtiği bir ülke haline gelinmesinin ne badireler sonucunda elde edildiğini her vicdan sahibi yüreğinde hissediyordur sanırım. Ayrıca, verimlilik faktörü üzerinde fiziki sermayeden çok beşeri sermayenin etkili olduğu gerçeği dikkate alınırsa, son yıllardaki eğitim ve sağlık alanlarındaki iyileşmeler nedeniyle, Türkiye’de beşeri sermaye düzeyinin artmasının üretim üzerindeki etkisi de daha iyi görülmüş olacaktır. Kapitalizmin hedonistik alt yapılı yıkıcı rekabetinin yerine, yapıcı rekabet ve bölüşümde adalet olgusunun yerleşmeye başladığını görmek için Türkiye’de son yılların makro-ekonomik verilerine üstünkörü de olsa bakmak yeter de artar bile. İran ve Irak ile geliştirilen ilişkiler çerçevesinde oluşacak olan ekonomik getirileri ve Türkiye’nin bir enerji koridoru haline gelmesi ihtimalinin stratejik boyutlarının da göz ardı edilmemesi gerekir elbette.

Ekonomik boyut

Sonuç olarak, Türkiye’de devletin ekonomik olarak minimalleşip, sosyal olarak maksimalleşmesi,  sivil anlayışı ve bunun bir uzantısı olan STK’ları niteliksel olarak geliştirmiştir. Aslında bu kurumların temel beslenme kaynağı olan ekonomi istikrara kavuştukça, insanların refah düzeyleri de gelişme göstermiştir. Yani STK’lar asli görevleri olan devlete yol gösterici olma vasıflarını fazlasıyla yerine getirir olmuşlardır. Buna bağlı olarak, Türkiye’de son yıllarda hedonistik anlayıştan ziyade, kolektif anlayışın ortaya çıkmaya çıkmıştır. Bu da Türkiye’nin modernleşmeyle birlikte muhafazakarlaştığı anlamına gelebilir.

Tüm bunlardan ekonomik istikrar devem ettiği sürece, Türkiye’de kısa vadeli politikalarla kalıcı algı değişikliği meydana getirmenin neredeyse olanaksızlaştığı sonucunu çıkarmamız mümkündür. Türkiye’deki son yerel seçimleri bu bağlamda değerlendirdiğimizde, AK Parti’nin başarısı beni hiç ama hiç şaşırtmadı, ya sizi?..

[email protected]