Siyasetin amacı milleti iktidarda tutmaktır

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
15.07.2022

Hiçbir sistem hazır, ideal bir meşruiyet üzerinde kurulmaz. Bu yüzden meşruiyet zemini, halkın kendi karar ve deneyimlerinin öznesi olarak, kendisiyle birlikte devletini de milletin devletine dönüştürebildiği ve bunu muhafaza edebildiği süreçte elde edilebilir.


Siyasetin amacı milleti iktidarda tutmaktır

18. ve 19. yüzyıl Aydınlanma Çağı olarak dev filozofların yüzyılıydı. 20. yüzyıl bu devlerin devletler üzerinden somutlaştığı ideolojiler çağı olarak gerçekleşti.

Rönesans ile başlayan, ardından coğrafi keşiflerle güçlenip, sanayi devrimine evrilen süreç, kendinden önceki her şeyi yerinden ederek, kendine yepyeni bir dünya kurdu. Bu kurulan yeni dünyanın kaosu içinde, olan bitenin anlamına dair üretilen düşünceler ideolojilerin temellerini atmış ve yönlerini belirlemiş oldu.

İdeolojiler çağı, seçili öngörülere dayalı teorilerin normlaştığı ve bu normların normalleştirilmesi çabasında, buna direnen herkesin anormal kabul edildiği bir çağ oldu. Bu hastalığın ateşi şimdilerde düşse de, yol açtığı travmalar kolay kolay iyileşeceğe benzemiyor. Öyle ki her ideoloji önce tarih felsefesi projektörü ile insanlık tarihini kendi tanrılarının hakikatleri ile aydınlatıp bugün neden böyle olmalıyıza bilimsel izahlar getirdi. Böylece kendisini bu bilimsellikle açıklayamayan tanrılar bir bir kovularak dünya, ideoloji tanrılarının savaş alanına hazırlanmış oldu.

İdeolojiler çağının krizleri

Bugün hala bu tanrılardan aldıkları gizli hakikatlerin misyonerliği inancıyla, kendilerinden farklı olan herkese, günahkar muamelesi yaparak haykıranların, ideolojiler çağının krizlerini atlatamadığını kaygı ile izliyoruz.

İdeoloji çağının en belirgin özelliği (bilimsel!) teorilere yaslanmasıdır. Bu teoriler doğruluklarını, halkın hoşnutluğunda değil, halkı hoşnut olmaya zorlama yöntemleriyle ispatlamaya giriştiler. Aksi takdirde diğer kabilenin(ideolojinin) ajanı veya hayranı olmadığınızı, lutfedilen ideolojiyi ne kadar sevdiğinizi ispatlamak hususunda epeyce yardıma ve sabra muhtaç olunurdu. Bu anlamda ideolojiler çağının hangi ideolojiyi sevip sevmediğiniz üzerinden yer edinilen, romantik bir çağ olduğu da söylenebilir. Toplumun o güne değin edindiği tüm tecrübeleri ortadan kaldırarak onun yerine kendini koyan ideolojik yapılar, bu özelliği ile aslında toplumun değerleri ile sahip olduğu millet halini ortadan kaldırmaya yönelmiş oldu. Böyle bir yapıda cumhuriyet bile millet hakimiyeti yerine ideolojik hakimiyetten öte bir anlama gelemez.

Tarihle ilgilenmeyen bir millet olarak, yakın tarihimiz hakkında bile hafızamızın güçlü olduğundan söz edilemez. Millet olmanın ne anlama geldiğini gösteren son durumu 15 Temmuz işgal girişiminde gördük. Anlam ilişkileri kurmak, kurduğu bu ilişki üzerinden insan yaşamına yön verir. Son tahlilde burjuva iktidarına geçit verecek donelerle gerçekleşmiş Fransız İhtilalinden üretilen anlam ilişkileri günümüz dünyasının şekillenmesinde büyük etkilere sahip. Bununla kıyaslandığında emperyalist bir işgale karşı bu milletin başarıya ulaşan direnişi dünya tarihine yön verebilecek motivasyonlara sahipken bizim bu direnişi yeterince anlayıp sahiplendiğimiz söylenemez.

Yer ve zaman bilinci

İnsan bulunduğu yer ve zamanın bilincini nerede ve niçin sorularına vereceği cevapla ifade ederek bir yöneliş gerçekleştirir. Aslında insan her an böyle bir sorunun muhatabı olarak bir yerdedir. Ancak durduğu yerin neresi olduğunu söyleyebilmek o kadar kolay görünmüyor. Çünkü böyle bir soruyu cevaplayabilmek bir dünya tasavvurunu ve bu dünyanın mahiyetinin bilinmesini gerektirir. Ancak ondan sonra kişi var olduğu mekanın neresinde nasıl durduğunu anlayıp bu soruya cevap verebilir. Verilebilecek böyle bir cevap, kişinin içinde yaşadığı dünyanın nerede ve nasılına, kendisinin bulunduğu yere neden ve nereden geldiğine, sonra nereye yöneleceğine, kendinin kim-liğiyle, bu kim-likle neden oradalığına vereceği bir cevap olacaktır.

Öyle zannediyorum ki, bir kişinin/toplumun bu soruya verebileceği bilince ve sorumluluğa dayalı buradayım cevabı, onların kim-liklerini ve dünyalarını bu anlamda şekillendirecektir. Çünkü böyle bir bilinç ve sorumluluktan yoksun bir cevabın bilinçsizliği ve sorumsuzluğu insanı, herhangi biri ve herhangi bir yerde olmanın anlamsızlığına mahkum edecektir.

Reel sosyalizm

Nasıl ki ideolojiler çağı olarak adlandırdığımız 20. yüzyıl, önceki yüzyılların başlattığı köklü değişimlerin evirip ortaya çıkardığı dünyanın yeni anlam arayışları içinde gerçekleşmişse; 21. yüzyıla da bu ideolojilerle yeni bir kaosa düşmüş dünyanın, artık baş edilemeyen ve istenmeyen problemlerine karşı yeni bir arayış olarak girildi. Zaten yeni yüzyıla girerken ideolojiler çağını belirleyen partnerlerden biri olan reel sosyalizmin, oyundan çekilerek bu sistemi sürdürülemez duruma düşürdüğü, şu an gerçekleşen büyük değişimlerin de ideolojik dünyanın fay hatlarında başlayarak gerçekleştiği, bu hareketliliğin sonucunda yeni ve köklü değişimlerin kaçınılmaz olduğu da malum.

Yeni sürecin özneleri, neyin nereden geldiğini ve nereye gittiğini görüp, bu süreçte özellikle kendilerinin kim, nasıl ve nerede olmaları gerektiğini kendileri belirleyebilenler olacak. Hep olduğu gibi, değişim dalgasının kendilerini etkilemeyeceğini zannedip uygun planlar yapamayanlar, bu sürecin nesneleri olarak, dalga onları nereye atarsa orada olacaklar. Halkın kendi iradesi ile aldığı bunca yolu yine kendi iradesi ile pekiştirmeden bu dalganın atlatılması mümkün olamaz.

İdeolojik çağ olarak nitelediğimiz 20. yüzyıl, halk adına her şeye karar verip, seçili ideoloji kuramlarıyla devletlere ve toplumlara şekil verilen bir çağ oldu. Çoğu bu doğrultuda şekillenen parlamenter rejimlerin fonksiyonları milli irade ile alakaları üzerinden uzun zamandır eleştiri konusu oldu. Öyle ki her biri kendi ideolojik görüşü üzerinden gerçekleştirdiği yapılanması ile parlamentoda yer alan siyasi partilerin, birlikte karar alıcılığı ile gerçekleşecek icraatlar, çoğu zaman halkın mutabakatı olduğu konularda bile, bu partilerin içinden çıkılması imkansız gibi görünen ideolojik çelişkileri karşısında gerçekleştirilemedi.

Halkın, hakikatini deneyimlemediği bir sistemle alaka kurabilmesi ve bunu kritik edip eksiklerini lehine dönüştürebilmesi söz konusu olamaz. Haliyle bu durumun eksikliği, halk ve sistem arasındaki ilişkiyi koparıp, halkın yerine karar alıcıların idealist görüşlerini sistemleştirecektir. İdealizm, halkın idealleri söz konusu olduğunda anlam ifade eder. Yoksa durum kendi idealleri ile ideal halk yaratmak isteyen, milletin devletini görünmez kılıp, onun yerine devlet gibi görünen ideoloji tanrılarının kulu olup olmama hesabını vermeye dönüşür.

Meşruiyet zemini

Hiçbir sistem hazır, ideal bir meşruiyet üzerinde kurulmaz. Bu yüzden meşruiyet zemini, halkın kendi karar ve deneyimlerinin öznesi olarak, kendisiyle birlikte devletini de milletin devletine dönüştürebildiği ve bunu muhafaza edebildiği süreçte elde edilebilir. Eğer ideal bir meşruiyet zemini söz konusuysa oraya böyle bir süreçle varılabilir, yasal buyruklarla değil. Yasalar toplumun meşru kabul ettiği değerleri güvence altına almak için yapılır, yapılan yasaların tazyiki ile meşruiyet elde edilemez, ancak güvenceye alınır. Çünkü bir toplumun meşruiyet algısı dayatmalarla değil, onun gönüllü olarak ürettiği değerlerle oluşur. Yoksa bunun yasayla üretilmeye çalışılması zorla inanç dayatmaktan farklı olmayacaktır.

Sonuç olarak halk, kendi ideallerini - kim olduğu, nereden geldiği, nerede / nasıl bir dünyada bulunduğu ve nereye yönelmek istediği üzerinden- sistemleştirip, buna sahip çıkamazsa, onun yerine, ideolojik tanrıların ideallerine uygun bir sistemin, ideal halkı olup olamamasının hesabını vermek zorunda kalacaktır.

[email protected]