Siyasetin gerçek aktörü kim?

Ali Osman Sezer / Bülent Ecevit Üniversitesi
21.11.2015

Devlet aygıtının birincil görevinin can ve mal güvenliğini sağlamak olduğu unutulmadan asıl hatırlanması gereken, ‘irade güvenliği’ olmadan can ve mal güvenliğinin de bir anlamı olmayacağıdır. Devlet, milletin iradesi ve bu iradenin tecellisi kadar onların devletidir. Bu iradeden ayrışması halinde ise onu ele geçiren iradenin kontrolüne girerek onun adına millete efendilik yapan bir aygıttır.


Siyasetin gerçek aktörü kim?

Demokratik sistemler milletin iradesi ile temsil yetkisine kavuşan temsilcilerin, devlet mekanizmasını bu irade doğrultusunda yönetme ilkesine dayanır. Dolayısı ile reel siyasetin aktörleri temsili aktörler olup gerçek aktör olan milletin iradesi ile bu sıfatı taşıyabilirler ve temsil gereği icraatlarını millet adına ve hesabına gerçekleştirirler. Öyleyse bir ülkedeki siyasetin gerçek zemini halkın gerçek iradesinden geçit bulan ve bu irade ile bağını koparmamış bir mekanizmanın gerçekleştirilebilmesine bağlıdır. Bu doğrultuda devlet yönetimi, ontolojik olarak ülkenin, epistemolojik olarak milletin varlığını merkeze alan bir mekanizma olarak milli iradeye dayalı olarak güvenceye alınmalıdır. Bu güvence sağlanmadan ülkenin ve milletin varlığı, onları nesneleştirip kendince şekillendirmeye çalışan müdahalelerden kurtulamaz. Böyle bir durum kendi iradesi ile kendisini şekillendirme özgürlüğünü gösterebilecek olan bireyin ve milletin özgürlük koşulu olan iradesini vesayet altına alıp, onları fiillerinin gerçek faili olmaktan çıkartır. Artık bu topluluk fiillerinin öznesi gibi gözükse de kendine ait olmayan bir iradenin nesnesidir.

Devlet aygıtının birincil görevinin can ve mal güvenliğini sağlamak olduğu unutulmadan asıl hatırlanması gereken, ‘irade güvenliği’ olmadan can ve mal güvenliğinin de bir anlamı olmayacağıdır. Devlet, milletin iradesi ve bu iradenin tecellisi kadar onların devletidir. Bu iradeden ayrışması halinde ise onu ele geçiren iradenin kontrolüne girerek onun adına millete efendilik yapan bir aygıttır.

Tarih, yapabileceklerinin neredeyse sınırının olmadığını gösteren insan tecrübesidir. Bu anlamda insan kendisinden kendini korumak için devleti icat etmiştir. Ancak icat edilen bu güçlü varlık onu denetleyecek iradenin vasfına göre mahiyet kazanır. Varlığı milli iradeye dayanan devlet bu irade ile bağı zayıfladığı an milletin aleyhine bir otoriteye dönüşmeye meyyaldir. Bu gerçekleştiğinde ortaya çıkan bir Leviathan’dır. Uzun süre Leviathan bir devlet eliyle millete hükmetmek bu canavarı normalleştirebilir ve milli iradenin onu tekrar milletin kontrolüne sokmaya çalışmasını yadırgayabilir. Milli irade ile onun tecellisi olan temsilciler devlet organlarını millet adına ve lehine yöneten bir otorite olmak zorundadır. Bu otorite milletin kendisine hizmet için icat ettiği bu aygıtı amacından sapmaması için gerekli bir mekanizmadır. Devleti Leviathan olarak normalleştirip öncelemiş zihin milli iradenin ve onu temsil edenlerin devlet üzerindeki otoritesini, millet üzerindeki otorite ile karıştırabilir. Bu zihnin algısı devlet otoritesinin millet üzerindeki gücünün onu koruduğu iddiasına dayanıyor. Kendisini hiçbir hukukla sınırlamayan kurucu iradenin kendinden menkul hak algısı, milleti de kendisinin yarattığı iddiasına dayanarak devletin kontrolünde tutulan milleti kamu hizmetinin en önemli icraatı olarak görüyor. Milleti bu canavarın kontrolünde tektipleştiren kolektivizm bu devlet anlayışının idealidir. Leviathan, bunu başardığı sürece kendi kontrolünde tuttuğu çocuklarının başında otoriter bir devlet babadır. Böylece can ve mal güvenliğinin sağlanması için icat edilen devlet eğer milli irade dışında bir irade eline geçerse, güce dayalı hak algısıyla kutsallaşıp kendisi millet için en büyük tehdide dönüşür.    

Millete dair her şey

Her varlık kendisini koruma reflekslerine sahiptir. Millet olma halini ve onu meydana getiren unsurları en iyi koruyacak olan da milletin iradesidir. Eğe söz konusu olan milletin korunması ise bu ancak ona dair olan her şeyin onunla irtibatlı olmasıyla gerçekleşebilir. Millete dair olanla milletin irtibatının olmaması milletin o uzvunun felç olması ile izah edilebilir. Elbette bu alan onun kontrolü dışında, müdahil olamadığı bir alan olarak ya atıl kalacak, ya da onunla bağı olmayan yapılarca kontrol edilecektir. Bir şeyi kontrol eden onu öncelikle kendi lehine kontrol eder. İşte bu nedenle millete ait olan her alan milli iradenin kontrolünde olmalıdır. Aksi takdirde onun millete ait olduğundan söz edilemez.

İdeolojik bir aygıt olarak millet tarifi yapan kurucu irade karşısında Türk Milleti son yıllarda kendine dair olanı gözden geçiriyor. Elbette bu sübjektif olarak çizilmiş tek tipçi ideolojik bir yapı içinden çıkmadan yapılamaz. Ancak kolektivist üniformal çizgi dışına çıkmak da onun içinde kalmayı kutsayanlar için ülkeyi kutuplaştırmakla suçlanıyor. Kendisinden başka herkesi susturarak konuşmaya alışmak, başka sesleri duyduğunda bunu kendisine karşı bir hakaret ve saygısızlık olarak algılıyor. Aslında olan bu tek tipçi sesin, milli iradenin ifadesi karşısında ne kadar aciz ve absürt olduğunu kendinin de anlayıp milli iradeyi kendi üzerinde baskı olarak görmeye dayanıyor. Ancak bu tek tipçi ses kendisini milli birlik ve beraberlik, milleti ifade eden farklı sesleri de kutuplaşma ve ayrışma olarak ifade ederek kendini milli irade karşısında milli birlik sloganıyla korumaya çalışıyor. Oysa millet tüm farklılıkları ile bir arada olma formülünü gerçekleştirmiş oksijen ve hidrojen gibi hayatın vazgeçilmezi olan su olmayı başarmaktır. Bu yapı içinde oksijen ve hidrojen kendi özelliklerini muhafaza ederek var olmayı sürdürür. Millet de kendisini oluşturan tüm unsurların kendi özelliklerini muhafaza ederek buna dayalı ifadelerinin kurduğu bağlarla oluşur. Yoksa bu unsurları birbirine benzetmek oksijeni hidrojene ya da hidrojeni oksijene benzetmek olur ki, elbette bu durumda iki hidrojen veya iki oksijen su oluşturmaz. Her biri, kendisi olabildiğince bunu başarabilir. İşte tek tipçi anlayış, herkesi aynılaştırmakla ya da aynılaştıramadığını bu yapıdan koparmakla millet halini darmadağın ediyor. Nasıl ki oksijeni hidrojene benzetmek su olmaya izin vermezse aynılaştırılmış bireyler de millet olmaya izin vermez, ya da birbirinin aynı olmak istemeyen hidrojen ve oksijen bu yapıdan dışlandığında yanıcı ve patlayıcı iki yapıya dönüşüp su olamıyorsa, kendisi gibi olamayan insanlardan da millet olmaz. Çünkü, ancak kendisi gibi olabilen kendinde olmayanı fark edip kendinden farklı olana tutunarak millet olmaya adım atan bağlar kurar. İşte milli iradenin tecellisi bu iradeye hizmet edecek, ancak milli iradenin otoritesine bağlı olan bir devlet olarak teşekkül eder.    

Milli iradenin tecellisi

Milli iradenin tecellisi, onun millete dair her alana sirayet etmesiyle ve bu alanın gerçek aktörü olmasıyla gerçekleşebilir. Böylece devlet aygıtının milli irade dışında bir iradesi olamaz. Böyle bir şey olsa dahi bu millete ait olmayan, milli irade dışında başka bir iradenin kontrolünde devlet gibi görünen bir varlıktır. Bu yüzden milli irade devletin üzerinde otorite olmak zorundadır. Aksi takdirde toplum, milli iradeden ayrışıp kendini koruma ve yüceltme refleksi gösteren, inanmadığı bir yaşamı kendisine dayatan bir devlete maruz kalır. Bu, halkın inanmadığı gibi yaşamaya zorlanması ile içeriği her türlü zulmün meşrulaştığı bir sistem olarak bir milletin yok edilmesidir. İradesi olmayan bir topluluk hukuki statüsünü kaybederek millet olma vasfını kaybeder. Bu zeminde artık vesayet hukuki meşruiyet bayrağını ele geçirmiş olur.

Devlet aygıtının tüm icraatları millet adınadır. Bunun gerçekleşebilmesi milli iradenin devlet üzerinde otorite olmasıyla işlerlik kazanır. Ancak devlet gibi görünme alışkanlığı kazanmış yapılar devlet üzerindeki milli iradenin otoritesini kendi üzerlerinde bir otorite olarak hissedecektir. Bu kişilerin problemi de devlet gibi görünmekten vazgeçmeleriyle çözülebilir.

Bir ülkede milli iradenin anormalliğine hükmedip ona karşı yapılan her türlü dayatma, eğer bir millettin varlığından söz edeceksek asla kabul edilemez. Her milletin hak bildiği anlayışa göre yaşaması onların en temel hakkıdır. Hiç kimse onu kabul etmediği bir hak anlayışına zorlayamaz. Mutlak bir Hakka yaslanan Peygamberler tarihinde bile bunun istisnasına rastlamak mümkün değildir. Milletin iradesine muhalif olarak onun kurtarıcılığına soyunanların, millete hak ‘dayatmalarının’ sonuçlarını bilmemesi düşünülemez. Bunun sonuçları insanlık tarihi kadar örneklerle dolu ve hepsinde görülen ya toplumun imhası, ya da daha kötüsü insanlığını gizlemek zorunda bırakılması ki bu durum bir süre sonra inandığı ile hiç ilgisi olmayan bir yaşamın aktörü olan, kimsenin kimseye güvenmediği ve millet olma vasfını kaybetmiş bir topluma evriliverir. Devletin buyruğu altındaki millet, onu milletin devleti olarak kontrol edemediği sürece bu durumdan kurtulamaz. Buna rağmen devleti milletin iradesine bağlama çabasında olanlara karşı, ‘Leviathan bir devletin’ otoritesini normalleştirip bu otoriteyi görmezden gelenler, milli iradeyi otoriterlikle suçlayıp bu Leviathan’a hizmetle edindikleri itibarlarını koruma inancının ritüellerini eda etme samimiyeti ile şaşkınlığa yol açabiliyor.  Devletin milli iradeye itaatini ve onun hizmetinde olmasını büyük bir onursuzluk sayan anlayış, bunun aksini dileyen dualarla Leviathan’ı diri tutabilme ayinlerine bir sınır koymuyor ve amaca ulaşmak için gerekirse, milli iradeden hazzetmeyen her tür inancın büyücülerini yardıma çağırabiliyor.

Halkı hoşnut kılmak

Devletlerin rejimleri her ne olursa olsun, devleti yöneten her iktidar kendi hakikat algısı doğrultusunda devleti ‘iyi’, ‘adil’ yönetebilmek gibi bir idealin peşi sıra yürür. Genellikle sorun bu iyi ve adil olanın ne olduğu üzerinde yaşanır. Kime göre ‘iyi’ ve ‘adil’? Bir şeyin iyi ve adil olup olmadığı bu hükmü verecek olanın hak anlayışına, ya da hakkın referans kaynağının neresi olduğuna bağlı olarak değişir. Bu durum iktidarın üzerinde yönetme eylemini gerçekleştireceği nesnede ortaya çıkacaktır. Halkı yönetmeye yönelmiş bir iktidar ile devleti yönetmeye yönelmiş bir iktidarın hakka dair referans kaynağı aynı olamaz. Birincisi araca binmiş yolcuları yönetmeye, ikincisi de yolcuların bindikleri aracı yönetmeye odaklanmış olarak farklı algı ve projelerin peşinde olacaktır. Yolcuları yöneten, onların üzerinde mutlak bir iktidarken, aracı yöneten yolcuların da müdahalesine açık, onların hoşnutluğunu da dikkate alan, aracın üzerinde bir iktidardır.

Türk İslam siyasetname geleneğinin temel cümlesi halkın hoşnutluğu üzerine kuruludur.   Elbette hoşnutluk da halkın iradesine aykırı gerçekleşemez. Kınalızade’de adalet dairesinin temelinde halk vardır. Nizamü’l-Mülk, Siyasetname’nin neredeyse tamamında Melikşah’ın selametini onun da üstünde olan hukuka uyarak sağlayacağı adil bir yönetimle halkı hoşnut etmesine bağlar. Hatta bu konuda hakkını arayan yaşlı bir kadının, bunu yerine getiremeyen Sultan Mahmut’un iktidarını sorgulayan azarlamasını hatırlatarak, onu da bu azarlamanın muhatabı kılar. Bu açıdan Türk İslam Siyasetname geleneği, mutlakiyetçi batı siyasetname anlayışından farklıdır. Makyavelli’nin siyasetnamesi iktidarı (prensi), hukukun ve ahlakın kaynağı olarak ihdas ederken, onu herhangi bir hukukla sınırlamaz. Prens yaptığı hukuk olan ve bu hukukun koruduğu menfaatin hak olduğu bir tanrıdır aslında. Tarih hala bu iki siyasi geleneğin çatışma sahnesinde sürüp gidiyor ve uzun bir süre de böyle gideceğe benziyor.

Devlet rejimleri farklı görünümlere evrilse de günümüz siyasi algılarını bu iki gelenek üzerinden okumak hala mümkün görünüyor. Darbecilerin mahkemeye hitaben kendilerinin yargılayamayacağı gerekçesi, Makyavelli’nin prensinin geçmişte kalmış bir karakter olmadığını gösteriyor. Kurucu irade(asli kurucu iktidar) olduğunu hatırlatan zat bunu yargılanamazlığa bağlayarak, kendisinin hukukun kaynağı olduğunu, yaptığı hukuku halk için yaptığını ve bu hukukla kendisinin sınırlandırılıp yargılanamayacağını ima ediyor. Yeni anayasa yapım sürecinde bu görüşün bir kısım ‘bilim otoriteleri’ tarafından nasıl bilimsel bir ciddiyetle savunulduğuna ve anayasa yapma yetkisinin ancak darbelerle elde edilebilen bir hak olduğu iddiasına tanık olduk. Halkın iradesinin susturulmasını haktan sayıp bunu dobra dobra dile getirenlerin, halkın yeni yeni kendine dair konuşması karşısında, baskı gördüklerini, seslerini duyuramadıklarını haykırmalarına şaşmamak gerek. Bugüne kadar halk adına dilediği gibi bağıra çağıra konuşmayı kazanılmış hak saymak, kısık sesle de olsa halkın kendi adına kendi sözünü söylemesini mübah saymıyor.

Demokrasinin gerek şartı

Cari sistemi, milli iradeye göre yürütmeyi esas alan demokratik sistem, milli iradeyi egemen kılıp onun hak algısına göre şekillenmek zorundadır. Yoksa ‘millet adına’ yapılan işler bu işlerin millet iradesine uygunluğunu ifade etmeyecek, aksine ‘millet adına’ kavramı milli iradeye itibar etmeksizin, vesayet kurumunun bir kavramı olarak icra edilecektir. Bunun için öncelikle milli iradenin ontolojik arayışını ifade eden demokratik seçimlerle milli irade, sistemin merkezine alınmalı ve sistemi işletecek olan yasalar da bu iradeye uygun olarak yürürlüğe girip bu irade doğrultusunda yürütülmelidir. 

Öncelikle “Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” ilkesi ile “egemenliğin anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı” ilkesi bu zeminde pekiştirilmeli ve egemenliği millet adına kullanan organların bu yetkiyi temsil kurumu dışına taşırma imkanı olmayan bir mekan kurulmalıdır. Temsilci, temsil yetkisi aldığı kişinin verdiği yetkiyi aşamaz ve her ne kadar bunu temsil olunan adına yaptığını söylese de yetkisiz temsilcinin yaptığı işlem milleti bağlamaz.   

Milli iradenin tecelli etmediği bir yerde demokrasiden söz edilemez. Öyleyse demokrasiyi korumak bu iradeyi korumaya bağlıdır. Bu ise ancak milli iradenin anayasanın asli kurucu iradesi olması ile mümkündür. Bu gerçekleşmediği sürece yapılan hiçbir icraat onu korumayacaktır. Çünkü modern devlet, yasal verilerle harekete geçen bir mekanizmadır. Yasa, modern devletin kutsalıdır ve eğer yasa milli irade ile ayrışmış bir yerden üretilir ya da böyle bir kuvvet eliyle uygulanırsa halkın lehine olmayacaktır. Esas yasa koyucu da anayasaya aykırı olamayacak yasaların mahiyetini belirleyen, anayasayı yapan siyasi aktördür. Böylece anayasayı yapan asli iktidar, yasaların mahiyetini ve uygulamasını belirleyecek anayasa eliyle siyasi iktidarı da ele geçirmiş oluyor. Bu yüzden yapılması gereken ilk iş siyasetin gerçek aktörünün kim olduğuna karar vermektir.

[email protected]