Siyasetin hakkı

Ali K. Metin / Şair-Yazar
12.05.2019

Siyasal mücadele başkalarıyla aramızdaki uzlaşmazlıkları çözme anlayışından hareket eder. İhtilafı bir sorun değil uzlaşma konusu olarak ortaya koyar. İktidarı ise öncelikle çözüme yönelik bir etki alanı diye görür. Bunun için siyasetin tamamen iktidar mücadelesi olarak değerlendirilmesi temelden yanlıştır.


Siyasetin hakkı

Siyasetin bilhassa halktan insanlar için varoluşsal denebilecek bir tarafı vardır. Münferit olarak bu alemde ne olduğumuz, ne olmak isteyip istemediğimiz meselesini dünyanın mevcut halinden ve geleceğinden soyutlayarak ele alamayız. Siyaset, varoluşumuza sağladığı imkanlarla, dünyada olmak istediğimiz ve oldurmak istediğimiz şeylerin bir aracı olarak bize gelir. Apolitik insan, bununla eğer politik dünyaya karşı belli bir mesaj verme gayesi güdüyor değilse, “özne” olma iddiası ve/veya iradesinden nakıs kalmış biridir. Ya tamamen edilgen bir varlık haline gelmiş ya da muhtelif sebeplerle etken olma imkan ve kabiliyetini/ihtiyacını yitirmiş sayılır. Diyojen’i Diyojen yapan, sadece gücü ve dünya nimetlerini bilgelik karşısında hiçe sayması değil, aynı zamanda sözünü Büyük İskender’e karşı söylemenin meydan okuyucu niteliğidir: Gölge etme başka ihsan istemem! Cümle, iktidara karşı sarf edilmiş olmakla gerçekte siyasal bir içeriğe ve bir bağlama sahip hale gelmiştir. 

İttifak sorunsalı 

Siyaset tam da bu bağlamı oluşturmak suretiyle verilen özne(ler) olma mücadelesinin bir gereği olarak hayatımıza girer. Bu mücadelenin kısıtlandığı yerde, siyasetin yerine başka mücadele biçimleri devreye girmektedir. Siyaset yapma hakkı ve özgürlüğünün kısıtlanması, doğrudan ne olmak istediğimize yönelik bir müdahale anlamını taşır. Otoriterleşmeyle tahakküm kurma arasındaki mütekabiliyet ilişkisi burada kendini gösterir. Her otoriterleşme biçimi tahakküm kastı içermeyebilir, bu sebeple otoriterlik ve tahakküm olguları arasında bir ayniyetten değil, olsa olsa mütekabiliyet ilişkilerinden söz edebiliyoruz. Otorite toplumsal, siyasal meşruiyetini temin ettiği nispette tahakkümcü niteliğinden uzaklaşır. Dolayısıyla otoriterlik doğrudan olumsuzlayabileceğimiz bir şey diye görülemez. Siyaseti meşruiyet sorunsalıyla ilişkili kılan ayar çizgisi de bununla kristalize hale gelir. Başka deyişle siyaset, otoriteye değil tahakküme karşı bir yöntem olarak vardır. Burada otoriterliğin derecesinden ziyade, yaslandığı temeller yani meşruiyetin kaynağı önem taşımaktadır. Ancak meşruiyetin sadece hukuka yani anayasal normlara dayandırılması da çoğulcu siyaset anlayışının giderek daha hakim olduğu bir dünya konjonktüründe savunulabilir olmaktan çıkmaktadır. Çoğunluğun hakimiyetine karşılık çoğulcu anlayışın kabul görmesi, bizatihi siyasetin doğasıyla ilişkilendirilebilir. Zira iktidarın toplumsallaştırılması siyasetin asli işlev ve amaçlarından biridir. İktidar aygıtı üzerindeki güç ve meşruiyet blokajını kaldırma olanağıyla siyasal mücadele toplumsal iradeyi temsil edici bir nitelik kazanır. Bunun için siyaset, her şeyden ziyade özgürleşmenin aracıdır, özgürlüğü toplumsal ve evrensel bir hak olarak cari kılma ihtiyacından doğmuştur. Uzlaşmazlıkları yok saymaya veya manipüle etmeye çalışan sistemse, adı ne olursa olsun, siyaset yapma hakkına gizli veya açıktan ipotek uygulamakla vakidir. Bu ipoteği günlük siyasette ötekileştirme olarak tanımlıyoruz. Bunun bir adım daha ötesine gidildiğinde düşmanlaştırma eylemi başlıyor. Her ikisinin de siyaset marifetiyle yapılıyor olması, bu eylemin siyasetin doğasıyla ve amacıyla bağdaşık olduğunu göstermez. Siyaset demokrasiyi önceler, öne çıkartır, hatta monarşiye bile kapıyı aralayabilir ama mesela faşizme cevaz vermez. Faşizm, siyaseti inkar etmenin en somut sonuçlarından biridir. Faşizmin uyguladığı düşmanlaştırma stratejisi, siyasetin yerine savaşı, yok etmeyi geçerli hale getirir. Burada artık uzlaşmazlıkları çözme diye bir bakış açısından söz edilemez. Oysa “Siyasetin özü, bir tek dünyada iki dünyanın mevcudiyeti olarak uyuşmazlığın açığa çıkarılmasıdır” (Ranciere, Siyasalın Kıyısında, 150). Faşizm ise açığa çıkarmanın değil, imha etmenin belki de en önemli sembol ismidir. Toplumsalla siyaset arasındaki irtibatı kesmek suretiyle -paradoksal şekilde- milli birlik üzerinde ölümcül bir tehdide dönüşür. Siyasetin işler olmadığı yerde milli birlik söylemleri sadece popülist bir klişe ve dogmatizmden ibarettir. 

Dolayısıyla siyaset, varoluşsal bir bütünleşme yani bir arada yaşama çabasıyla koşullu hale gelmektedir. Düşman tanımlaması böylece ötekinin inkarıyla beraber onunla varoluşsal, aynı zamanda siyasal bir ayrışmayı getirir. Bir tehdit kaynağı olan düşmanla asla ittifak yapılamaz. Esas itibariyle o dışarıdadır, ancak faşizmin veya bazı faşizanlaşmış, totaliter ideolojilerin diskurunda içerideki “düşman” unsurlardan da söz edildiğini biliyoruz. Bu yüzden siyasetteki ittifak ilişkileriyle düşman tanımı/algısı arasında bir anlam bağı kurmaya çalışmanın hiçbir tuhaflığı olmamalı. Söz konusu bağın bizzat siyaset yapıcıların zihninde mevcut olup olmadığı ise pek de önemli değil, haddizatında total gerçeklik tek tek alt gerçekliklerin (parçaların) aritmetik toplamından oluşmaz, bizatihi bağımsız bir içerik ve anlam halesiyle vücut bulur. O yüzden ittifakı parçaların (partilerin) bağımsız söylemlerine bakarak değil, oluşan ilişkiler matrisi üzerinden değerlendirmek şart olmaktadır. Bu itibarla niyetlere değil sonuçlara bakacağız. Niyetler şüphesiz ki önemli, ancak niyet temelli siyaset eni konu bir safdillikten ibarettir. Kurulan ittifak ilişkileri, niyetten bağımsız olarak partilerin refleks ve temayüllerine ilişkin nispi bir gösterge değeri ortaya koyar. Örneğin, AK Parti-MHP ittifakını iki parti arasındaki doku uyuşmasından izole ederek açıklayabilmemize hiçbir imkan yok. İttifak için asgari şart, sadece elzem nitelikteki ortak paydanın sağlanması değil, aynı zamanda ittifaka izin vermeyecek nitelikte bir ihtilaftan/bölünmeden söz edemeyecek oluşumuzdur. Nitekim partilerin varoluşsal dayanakları ortak paydalardan ziyade ihtilaf alanlarında kendisini ibraz eder. AK Parti-MHP ittifakı, milliyetçilik ortak paydasından ziyade Kürt etnik milliyetçiliğine karşı tavır alışın bir sonucudur, dolayısıyla HDP’ye karşı teşekkül etmiş olması ayırt edici özelliğidir. Diğer partilerin bu ittifak dışında yer almaları gayet tabii, ancak HDP’yle kurdukları ittifak ilişkisine bakıldığında, altını çizdiğimiz ihtilaf/bölünme konusuyla ilgili olarak bunun, kırmızı çizgiler açısından bir ödün anlamına geldiği göz ardı edilemez. AK Parti açısından MHP’yle yapılan ittifakın milliyetçiliğe verilmiş bir taviz olduğu reddedilemeyeceği gibi, HDP’yle ittifaka giren partilerin de aynı şekilde etnik milliyetçilik konusunda –niyetlerinden bağımsız olarak- tavizkar bir duruş sergiledikleri pekala söylenebilir. Bu anlamda ittifakın toplumsal anlamı partilerin kastını aşmaktadır. Buradan bakıldığında Türkiye ittifakının anlamını daha iyi görürüz. Etnik milliyetçilikle kutuplaşma çabası, bu minval bir ittifakın mihenk taşı sayılır. Dolayısıyla Türkiye ittifakı söylemi, kendisini ancak reaksiyoner bir zemin üzerinde temellendirme şansına sahiptir. Milli irade kavramını da her türlü hamaseti bir kenara bırakarak aynısı bir zeminle çerçevelemek gerekir. Aksi halde faşizan bir söyleme doğru kaymamız işten dahi olmaz. 

Türkiye ittifakı 

Türkiye ittifakı bu manada ancak düşmana karşı bir siyasetten neşet eder. Bunun dışında siyasetin ötekileştirme yapmaya hakkı yoktur. Ranciere’in deyişiyle ancak “Savaşta ötekinin davası diye bir şey yoktur. Ötekinin davası yalnızca siyasette vardır ve orada olanaksız özdeşleşme olarak işlev görür” (Age, 134). Siyasette ötekileştirici dil, en açık ifadesiyle faşizmdir, tahakküm odaklıdır. Buna karşılık siyasal mücadele başkalarıyla aramızdaki uzlaşmazlıkları çözme anlayışından hareket eder. İhtilafı bir sorun değil uzlaşma konusu olarak ortaya koyar. İktidarı ise öncelikle çözüme yönelik bir etki alanı diye görür. Bunun için siyasetin tamamen iktidar mücadelesi olarak değerlendirilmesi temelden yanlıştır. “Siyaseti iktidara sahip olma mücadelesiyle ve iktidar pratiğiyle özdeşleştirmek, onu daha baştan hesaptan düşmektir” (Age, 139). Siyasetin bir sorgulama biçimi ve kültürü olduğunu gösterecek olgunluğa ulaşamadığımız sürece toplumsal barış her zaman tehdit altında olmaya devam edecektir. Sürekli düşman üreten bir siyaset yeni fay hatları ortaya çıkaracaktır. Siyasal dünyadaki çoğullaşma toplumsal dinamizmin olduğu kadar uzlaşma kültürünün de bir sonucudur. 

Kuru sıkı siyaset 

Fakat Türkiye’nin siyasal konjonktürü içinden bakıldığında, çoğullaşmanın bir imkan ve inkişaf olarak değerlendirilmesi pek kolay gözükmüyor. Siyasetin teorisiyle pratiği arasındaki örtüşmezlikler tabir caizse kuru sıkı nitelikteki söylemleri kifayetsiz bir noktaya taşıyor. Bu yüzden iktidar şehveti ne kadar tehlikeliyse muhalefetin şehvetine kapılmak da o kadar tehlikeli bir hal alabiliyor. Siyasette etken konumda kalmanın yegane şartı olarak gerçekçi olmak, sağduyumuzu kaybetmemek gerekiyor. Bunu iktidarın nimetlerinden yararlanmak gibi hesaplarla değil, daha güzel bir Türkiye adına yapabilirsek ne ala. O takdirde yapılan eleştiri ve sorgulamalar da daha gerçekçi, daha muteber bir irtifaya kavuşmakla kalmayacak, toplumsal ve siyasal alandaki etkileri çok daha güçlü izler bırakacaktır. 

Eleştirinin siyasal mücadeleye güç verdiği yakın tarihimizden bildik örneklerle sabit. Ancak bu gücün doğru zamanda, doğru zeminde kullanılması en kritik nokta. Doğru kullanılmayan güç bumerang gibi dönüp kendinizi vurabilir. Yazık ki, toplumsal ve siyasal kültürümüz henüz bu riski kaldıracak bir seviyeye sahip değil. Sonuçta burada, kimin/kimlerin, neyi  kaybedip neyi kazanacaklarıyla ilgili bir tercih söz konusu. Türkiye’nin kaybetme riski olan şeyler kazandıklarından daha tercihe şayan mıdır,  cevaplanması gereken can alıcı nitelikteki soru budur. Siyaset bu anlamda hiç şüphesiz sağlam, ikna edici bir öngörüyü gerektiriyor. Eleştirel şarlatanlığı ve aymazlığı değil. 

[email protected] 

Kaynakça 

Ranciere, Jacgues (2007), Siyasalın Kıyısında, Çev: Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları.