Milletin halihazırda yaşayan kısmı olan toplum, parçası olduğu milletin değerlerine haiz ahlâkın (hulûk) somutlaştığı halk olarak, ürettiği hukukla kurduğu devletin öznesi olabildiği takdirde adaletin de tecellisi olur.
Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
Aslında insan yaşamının en temel paradigması haktır. Her insan tüm varlıkla ilişkisini kendince hak merkezli diyalektik (diyalog-etik) bir yaşam içinde kurar. Bu anlayışta hak tüm varlığın varoluşsal durumunu dengeleyen bir ölçüdür ve bu yönüyle asla bir tanım kapsamına sığdırılamaz. O ancak insan yaşamının görünümlerinde, o yaşamı biçimlendiren temel paradigma olarak açığa çıkar. Yaşamın temel paradigması olan hak, toplumsal yaşamda ahlâk, hukuk ve adalet ile iç içe olduğu için onu ayrı bir ilke olarak almadık. Ahlâk ve hukukun doğrudan öznesi olan hak bilinci adaletle tecelli eder. Adaletten söz edebilmek için hak bilinci gerekir çünkü adalet hakkın yerine getirilmesidir. Bu üç ilke(seyasa), hak ile birlikte ele alınmadığında anlamsızlaşır. Bu yüzden bu ilkeleri hak ve ahlâk, hak ve hukuk, hak ve adalet olarak tasavvur etmek ve bu bağlam ile anlam ilişkisi kurmak gerekir. Hak kavramının bir tanıma sığmayacak boyutları nedeniyle onun açığa çıkabileceği alanları aydınlatmak, onu tanımlayamasa da tanımayı mümkün kılacaktır.
Değerler sistemi
Sosyal yaşam, ahlâki bir ortamda gerçekleşir. Tabii ki burada tüm yaşamsal alana müdahale eden totaliter rejimleri dışarıda bırakıyoruz. İnsanın tüm yaşam alanına müdahale etme esasına dayalı, toplumsal alanı bir garnizon olarak dizayn eden, gayri insani totaliter rejimler elbette bu konunun muhatabı değildir. Burada sorumluluk bilincine dayalı özgür bir yaşamdan yani insanca bir yaşamdan söz ediyoruz. Kimin ne düşünüp ne giyeceğine kadar müdahale eden totaliter rejimlerden değil.
Ahlâki ortamın sosyal yaşam alanı olmasının en ilginç yönü, bu değerler sisteminin orada yaşayan insanların ürünü olmasıdır. Yaşamsallığın içinde gerçekleştiği bu ortam, bizzat o toplumun tarihsel bilgi ve deneyimlerinin analiz ve sentezi ile gerçekleşmiştir. Hiçkimse yaşamını hukuken nasıl davranmalıyım sorusunun cevaplarına göre değil, bir öğretiye bile gerek kalmaksızın, zaten içinde var olarak biz olduğumuz ahlâk içinde sürdürür. Ahlâkın tekili olan hulûk kelimesi halk kelimesinin manevi halini ifade ederek halk ve ahlâkın ayrılmaz bütünlüğünü ifade eder. Her ikisi de yaratmak fiilinden türeyen bu kavramlar karşılıklı diyalektik içinde birbirini yaratan bir süreçte hak bilincinin somutlaştığı sorumluluk bilincine dayalı bir yaşamsallığı üretir. Dolayısı ile ahlâk, yaşamsal ortamın kurucu unsurudur ve halk, aklı, inançları ve deneyimleri ile dengeleyip somutlaştırdığı hak duygusunu bu ortamda açığa çıkartarak yaşar. Bu yüzden halkın yaşamını sürdürdüğü ahlâki ortam o halkın iradesini görünür kılar. Kamu düzeni, bu ortamda halkın kendi kendisine hakim olmakla inşa ettiği bir özgürlük ortamı olarak varlık bulur, hukuk ise onu korur.
Fay hatları
Hukuk, ahlâkın aşılıp üçüncü kişilere veya kamu düzenine zarar verecek boyutta ihlallerin gerçekleştiği fay hatlarında ortaya çıkar. Kumu düzenini bozan risk derecesine göre, emredici, tamamlayıcı ve düzenleyici hükümlerle hukuk, bu amacını gerçekleştirmek için meşru güç kullanma tekeline sahip bir devlet olarak ortaya çıkar. Bu yönüyle devlet, kamu düzenini bozan ve üçüncü kişilere zarar verecek boyutta, ahlaki ortamda engellenemeyen zararları, hukuki yaptırımlarla düzenlenen yasal güç kullanma tekelini elinde bulunduran hukuki varlıktır. Hukuk ile devlet, halkın ahlaki sınırlarında, bu ortamın düzenini korumayı amaçlar. Bu yüzden hukuk ile ahlak üretilmez veya hukuk, üçüncü kişilere veya kamu düzenine zarar veren, toplumsal düzeni tehdit eden eylem olmadığı sürece düzenleyici işlemler dışında sosyal ortama müdahale etmez. Ahlâki ortam, halkın irade özerkliğine sahip olduğu sivil yaşam alanıdır. Hukuk, bu alanın fay hatlarında yer alır. Özellikle ceza hukukunda yer alan suç tiplerinin hemen tamamının aynı zamanda gayriahlaki fiiller olması bunu ifade eder.
Kefili devlet
Namık Kemal, Hukuk-ı Umumiye adlı makalesinde devleti, "O hukuk-ı umumiyeyi kefalet altına alan bir hakimiyettir" diyerek devleti kamu düzenini sağlamanın kefili olarak tanımlamaktadır. Aynı makalede bu hakimiyeti(devleti), fertlerin kendi hürriyet ve nefislerine hakimiyetinin mecmuu(toplamı) olarak betimler. Namık Kemal'in ahlâk ve devlet diyalektiği hususunda devleti, milletin kendine hakimiyetinin sonucu olarak ortaya çıkan ve bu hakimiyeti bozacak her türlü müdahaleyi hukukla önleyip kamu düzenini tesis eden bir varlık olarak tanımlaması kavramsal kökenlerimizin derinliğini gösteriyor. Türk düşünce hayatını ivmeleyen böylesi kavramsallaştırmaların devamlılığının gerçekleştirilememesi, kendi aklımızla düşünmenin nesneleri olan kavramlarımızdan kopuşla, düşünsel kısırlaşmaya dönüşmüştür. Bunda Türkiye'de entelektüel bir kamunun olmayışı ile düşüncenin muhatap bulmayışının payı büyüktür. Çünkü düşünce ancak muhatap bulduğunda gerçekleşip sürdürülebilen bir eylemdir.
Devlet, toplumsal ahlakı(halkın yaşam alanını) merkeze alarak, hukuk ve adaleti gerçekleştirmek amacına matuf siyasi ve hukuki bir organizasyondur. İnsan tabiatının, ne isterse onu yapabilme kapasitesi, onun hemcinsleri için en büyük tehdit olabilmesinin de kaynağı olarak devletin temel gerekçesi olmuştur. Neyin hak, neyin haksızlık olduğunun mutabakatı içinde gerçekleşen ahlaki ortam, hukuk sistemini şekillendirecek hakkın referans kaynağıdır. Bu yönüyle ahlâk kendi yasalarını yapan toplumlar için toplumun hak bilincinin kodlarını barındıran potansiyel bir hukuk kaynağıdır.
Böyle bir ortamda elbette hukuk güvenliğinin en önemli kuralı olan yasayı bilmemek mazeret olamaz. Hukukun, ahlakın fay hatlarında ortaya çıkması, Namık Kemal'in "halkın kendine hakimiyeti"; Şerif Mardin'in de "mahalle baskısı" dediği, ahlak ve hukuk diyalektiğinin bizdeki kavramsallaşması olarak ifade bulmuştur. Kavramsal kökenleri bu kadar güçlü olan bu ifadelerin siyasal demagoji diliyle çarpıtılıp mecrasını bulamamış olması, siyasi ve hukuki ortamın şekillenmesinde etkisini gösterememiştir. Siyasi ortamın iktidar olma amacına yönelik demagojik yapısı, değer odaklı siyasi ortamın kavramlarını tahrip etmektedir. Reel siyaset, merkezi konumu nedeni ile ele aldığı kavramların, hızlıca tedavüle girdiği ortamı oluşturuyor. Dolayısı ile siyasi ortamın söz varlığı, kavramların gelişimi kadar, onların tahrip edilmesinin de en hızlı gerçekleştiği ortamdır. Bu açıdan siyasetin iktidar olanın millet olduğu bilincinden ayrışarak yapılması, siyaseti amaca ulaşmak için her yolu mübah sayan bir oy avcılığına dönüştürür. Siyasetçinin söylediği siyasi yalan, doğrudan milli iradeyi tahrip etmeye yönelen bir dolandırıcılıktır.
Ahlakçılık meselesi
Milli iradenin hakimiyeti, milletin hiçbir baskıya maruz kalmadan kendi iradesi ile gerçekleştirdiği yaşamsal alanın gerçekliğine dayanır. Bu gerçekliğin temel kodları, halkın hukuki ve siyasi talimatların dışında, sivil ortamda gerçekleştirdiği, siyasi ve hukuki ortamı da belirleyen ahlaki yaşam alanında gerçekleşir. Ahlakçılık ise bu alanı tahrip etmeye yönelen en büyük tehdit olarak ortaya çıkar. Millete nasıl yaşayacağını, nasıl düşüneceğini buyuran her türlü ifade ahlakçı bir ifadedir. Bu anlamda laikliğin hukuk ve siyaset üzerinden bir yaşam tarzı dayatmacılığına dönüştürülmesi örnekleri ideolojik bir dinin ahlak dayatmasından başka bir anlam ifade etmez. Dayatılan bir kuralın ahlak olması ise mümkün değildir. Ahlak ve halk karşılıklı birbirini yaratan iki kavramdır. Bu yüzden ahlakın siyasi ve hukuki dayatımı, yaşamın tüm alanlarını kontrol etmeye dayalı totaliter rejimlerin en somut göstergesidir. Ahlakçı, milletin hak ve hakimiyet anlayışından rahatsız biri olarak, doğrudan hakka değil hakkın millet iradesi olarak içselleşmiş yaşam biçimi olan ahlaka müdahale ederek kendi icat ettiği hak anlayışıyla egemen olmak isteyen kişidir. Bunu ne adına yaparsa yapsın sonuç buraya evrilecektir. Sosyal düzeni gerçekleştiren ahlaki ortamın değerleri dikkate alınmadan gerçekleştirilecek hukuki ve siyasi tasarruflar hukuk ile ahlak dayatmak anlamına gelerek hukuk ve ahlakı karşı karşıya getirecektir. Bu durumda hukuk, milletin hak bilinciyle bağını koparmış olarak hakkın yerine getirilmesi olan adaletten uzaklaşmış olur. Bu durum çoğunlukla siyasetin ahlâki göstergesi olan liyakatin gözetilmeyip hakkın geçit bulacağı kapıların hakka kapalı olmasından kaynaklanır.
Sonuç olarak; milletin halihazırda yaşayan kısmı olan toplum, parçası olduğu milletin değerlerine haiz ahlâkın (hulûk) somutlaştığı halk olarak, ürettiği hukukla kurduğu devletin öznesi olabildiği takdirde adaletin de tecellisi olur.