Bugün “kültürel savaşlar” diye adlandırılan tablo, yarın iç savaş atmosferine evrilebilecek kırılganlıklar üretmektedir. Hegemonyayı kişilere indirgemeden, kural devleti, kurumsal şeffaflık, hesap verebilirlik ve hak temelli reformlar yoluyla yapısal sınırlandırmalar inşa edilmediği sürece, Amerikan demokrasisinin çöküş dinamikleri hem dış politikada hem de ülke içinde hızlanacaktır.
Prof. Dr. Emel Topcu/ Akademisyen, Yazar
Amerikan siyasetinin bugünkü gerilim düzeyi, ekonomi-politik ayrışmaların çok ötesinde, kimlik, onur ve meşruiyet üzerine yürüyen çok katmanlı bir mücadeleyi yansıtmaktadır. Bu mücadele yalnızca iç politikada değil, dış politikada da etkilerini göstermekte; içerde üretilen kimlik anlatıları, mağduriyet söylemleri ve meşruiyet stratejileri dış dünyaya "medeniyet savunusu", "teröre karşı savaş" ya da "demokrasi ihracı" gibi söylemler aracılığıyla ihraç edilmektedir. Bu durum, Gazze'de yaşanan soykırımın sürdürülebilirliğinde de açıkça görüldüğü gibi, ABD'nin dış politikasını ve uluslararası sistemdeki konumunu şekillendiren yapısal dinamiklerin merkezinde yer almaktadır.
Bu iç gerilimlerin siyasal söylem düzeyinde nasıl tezahür ettiğini ve hangi toplumsal duyguları harekete geçirdiğini anlamak açısından, yakın dönemde kamuoyuna yansıyan iki mesaj sızıntısı vakası özellikle dikkat çekicidir.
Sızan mesajlar kimlik savaşlarının derin yüzü
Siyasal söylemin niteliğine ilişkin önemli ipuçları sunan bu iki sızdırılmış mesaj vakası, farklı ideolojik konumların duygu dünyaları ve meşruiyet sınırları hakkında çarpıcı veriler ortaya koymaktadır. Son dönemde yaşanan bu iki olay — biri genç Cumhuriyetçilerin Telegram'daki grup yazışmalarından, diğeri ise siyahî bir siyasetçi olan Jay Jones'un Virginia başsavcılığı adaylığı sürecinde ortaya çıkan özel mesajlarından — Amerikan siyasetinde kimlik, mağduriyet ve ahlaki meşruiyet eksenlerinde süregiden çatışmanın iki farklı yüzünü görünür kılmıştır.
Birinci örnek, genç Cumhuriyetçilerin grup sohbetlerinden sızan ve kaba, ırkçı, şiddet çağrışımlı ifadelerle dolu mesajlara ilişkindir. Bu mesajların dili, grup içi onay arayışının ve "şok edici olma" isteğinin etkisiyle şekillenen, genç erkeklere özgü bir "sınır ihlali" üslubunu yansıtmaktadır. Mesajlarda Afrikalı Amerikalılar için "karpuz insanları" ifadesi kullanılmış; bir başka mesajda, "Hayır oyu veren herkes gaz odasına gidecek" denilerek Nazi dönemini çağrıştıran bir şiddet tahayyülü dile getirilmiştir. Bir kişiye ağır küfürlerin yöneltildiği örnekler de yer almıştır. Bu tür ifadelerin gerçek niyeti tartışmaya açık olsa da, siyasal düzlemdeki sonuçları açıktır: norm ihlali barizdir ve kolaylıkla parti kimliğiyle özdeşleşebilir.
Cumhuriyetçi Parti yönetimlerinin bu mesajlara verdiği sert ve kınayıcı tepki, bir tür "marka koruma refleksi" olarak okunabilir. Ancak bu tepki, parti tabanında "elitlerin tabana tepeden baktığı" yönündeki algıyı güçlendirerek, merkez-çevre gerilimini derinleştirme potansiyeli taşımaktadır.
İkinci örnek, Demokrat Partili ve siyahi bir siyasetçi olan Jay Jones'un, yargıç olmamasına rağmen yürütme organı içinde hukuki otoriteyi temsil eden seçilmiş bir makam olan Virginia Başsavcılığı için yürüttüğü adaylık sürecinde ortaya çıkan özel yazışmalarına ilişkindir. Bu yazışmalarda Jones'un, siyasi rakiplerine ve onların aile fertlerine yönelik ölüm temennileri içeren aşırı bir dil kullandığıgörülmektedir.
Jones'un mesajlarından biri şu şekildedir:
"Eğer benden önce ölürlerse, cenazelerine gidip mezarlarına işemek için giderim. Onları bir şeyle yıkayıp uğurlarım."
Daha da çarpıcı olan bir diğer mesajında ise şöyle yazar:
"Üç kişi, iki mermi: Gilbert, Hitler ve Pol Pot. Gilbert kafasına iki kurşun alır."
Kendisine bu ifadelerin ciddiyeti sorulduğunda Jones'un yanıtı ise şu olmuştur:
"Sadece onun değil, karısının da, hatta çocuklarının da ölmesini diliyorum."
Bu söylem, bireysel öfkenin sınırlarını aşarak "kolektif suç" ve "kan bağına dayalı cezalandırma" mantığını yeniden üreten tehlikeli bir siyasal tahayyüle işaret etmektedir. Burada sorun yalnızca öfke kontrolünün yitirilmesi değildir; rakip aktörlerin aile fertlerine kadar uzanan bir "yok etme çağrısı", bireysel sorumluluk ve insan onuru gibi temel ilkeleri aşındırmakta ve ahlaki çerçevenin tamamen ortadan kalktığı bir dil üretmektedir.
Jones'un siyah kimliği, onun siyasal söyleminin merkezinde yer almakta ve sıklıkla yapısal ırkçılık deneyimlerine referansla gerekçelendirilmektedir. Örneğin Jones, "Bu eyaletin yollarında hâlâ dalgalanan Konfederasyon bayrakları ya da güncellemeye çalıştığımız kısıtlayıcı oy yasaları, sistemimizin eşitsiz ve adaletsiz olduğunu gösteriyor. Siyah bir Virginialı olarak bu ayrımcılığı bizzat yaşadım." diyerek kimliğini siyasal anlatısının temeline yerleştirmektedir.
Ancak bu durum, mağduriyet söyleminin etik sınır ihlalleriyle iç içe geçebileceğini de ortaya koymaktadır. Jones'un kullandığı dil, mağduriyetin radikalleşerek şiddeti meşrulaştıran bir araca dönüşebileceğini gösterirken; Demokrat Parti'nin bu aşırı söylemlere karşı verdiği gecikmeli ve yetersiz tepkiler, Cumhuriyetçi çevrelerde "çifte standart" algısını derinleştirmekte, öfke, aşağılanma ve intikam duygularını daha da güçlendirmektedir.
Her iki örnek de, siyasal aktörlerin tabanlarını harekete geçiren duyguların nasıl şekillendiğini ve bu duyguların yalnızca iç politika stratejilerini değil, dış politika tercihlerini de nasıl etkilediğini anlamak açısından önemli bir analitik mercek sunmaktadır. Bu bağlamda, kimlik ve mağduriyet temelli siyasal dinamiklerin içeride yarattığı kutuplaşma, dışarıda "medeniyet savunusu", "teröre karşı mücadele" veya "demokrasi ihracı" gibi söylemlerle yeniden üretilmektedir. Bu da ABD'nin dış politika kararlarını — örneğin Gazze'deki soykırım karşısında İsrail'e verdiği koşulsuz desteği — doğrudan şekillendiren bir zemin yaratmaktadır.
Bu desteğin ideolojik arka planı yalnızca stratejik çıkarlarla açıklanamaz; özellikle evanjelik Cumhuriyetçi çevrelerin İsrail'e dair teolojik ve siyasal tahayyülleri bu politikanın önemli bir dayanağını oluşturmaktadır. Evanjelik dünya görüşüne göre İsrail'in varlığı, "Tanrı'nın planının tamamlanması" ve "Mesih'in dönüşünün önkoşulu" olarak görülmektedir. Bu nedenle İsrail, yalnızca jeopolitik bir müttefik değil, aynı zamanda kutsal bir misyonun parçası, "medeniyetin ileri karakolu" ve "Tanrı'nın halkı" olarak konumlandırılmaktadır. Bu yaklaşım, İsrail'e yönelik eleştirileri dini temelde gayrimeşru ilan ederken, İsrail'in eylemlerine koşulsuz desteği "ilahi iradeye sadakat" biçiminde çerçevelemektedir.
Bu söylem, içeride beyaz Hristiyan kimliğini merkeze alan dışlayıcı bir siyaseti güçlendirirken, dışarıda da İsrail'e verilen desteğin yalnızca stratejik ya da ahlaki değil, teolojik bir zorunluluk olarak sunulmasını sağlar. Böylece İsrail'in Gazze'de işlediği soykırım, "kutsal toprakların korunması" ve "medeniyetin savunulması" gibi dini ve kültürel kodlarla örtülerek meşrulaştırılır.
Dolayısıyla bu destek, yalnızca İsrail'in "bölgedeki tek demokrasi", "insan haklarına saygılı" ve "ABD'nin stratejik müttefiki" olarak konumlandırıldığı söylemlerle değil, aynı zamanda evanjelik hareketin kutsal tarih anlatısına dayalı bir çerçeveyle de meşrulaştırılmakta; böylece progresif ve ilerici bir kimlik anlatısı içinde yeniden paketlenerek hem iç kamuoyunun hem de uluslararası sistemin rızası üretilmektedir.
Kimlik, mağduriyet ve meşruiyet mücadelesi
Bu örnekler, farklı toplumsal kesimlerin mağduriyet anlatılarının karşı karşıya geldiği daha derin bir ideolojik çatışmanın yüzeye çıktığını göstermektedir. Bir yanda, "bizi faşist diye aşağılayan elitlere" karşı öfke ve savunma refleksi geliştiren Cumhuriyetçi seçmen ve kadrolar; diğer yanda, "bizi hâlâ sistematik biçimde dışlayan beyaz egemen yapının" baskısına işaret eden Demokrat koalisyonun belirli kesimleri — özellikle de siyah Amerikalılar ve diğer azınlık grupları — yer almaktadır. Bu iki mağduriyet söylemi, aynı ulusal bağlam içinde, aynı kurumsal yapıların ve normların şekillendirdiği bir siyasal düzlemde çatışmaktadır. Bu durum, rekabet eden kimlik anlatılarının yalnızca toplumsal düzeyde değil, siyasal kurumların ve elitlerin belirlediği kurallar çerçevesinde de mücadele ettiğini ortaya koymaktadır.
Seçkin beyaz erkek hegemonyası ve dış politika
Yukarıda tartışılan kimlik ve mağduriyet anlatıları, nihayetinde ABD siyasetini biçimleyen daha derin bir kurumsal dizgeye eklemlenir: bireyleri aşan, değerleri, normları ve karar kurallarını belirleyen "seçkin beyaz erkek" zihniyeti. Bu zihniyet; medya, akademi, hukuk ve güvenlik bürokrasisi gibi alanlarda "meşru dil"i tanımlar, hangi talebin "ciddiye alınacağına" ve hangisinin "marjinal" görüleceğine karar veren görünmez bir filtre işlevi görür. Cumhuriyetçi uçta bu düzen "güvenlik devleti" ve "piyasa aristokrasisi", Demokrat uçta ise "teknokratik ilericilik" ve "kültürel sermaye üstünlüğü" olarak yüz değiştirir; ancak iktidar tekeli konusunda örtük bir uzlaşı sürer.
Bu hegemonik çerçeve, dış politikaya da simetrik biçimde yansır. İsrail'e verilen koşulsuz destek, yalnızca stratejik hesaplarla değil, "medeniyet savunusu" ve "demokrasi ihracı" gibi normatif söylemlerle meşrulaştırılır; içerde üretilen korku ve tehdit anlatıları dışarıya taşınır. Savunma sanayiinin geniş pazarları ve yoğun lobi faaliyetleri bu yönelimi maddi olarak tahkim eder; Birleşmiş Milletler'de İsrail aleyhine kararların ısrarlı ABD vetoları bu hegemonyanın uluslararası düzlemdeki en görünür sonucudur. Böylece, içerdeki kimlik savaşlarının ürettiği siyasal enerji, dışarıda Gazze'deki soykırım dâhil ağır ihlalleri tolere eden bir rıza mimarisine eklemlenir.
Kırılgan eşik ve iç çatışmaya sürüklenen Amerika
Kimlik, mağduriyet ve meşruiyet eksenlerinde derinleşen bu gerilim artık yalnızca partiler arası rekabetin konusu değildir; toplumsal doku üzerinde aşındırıcı bir etki yaratmaktadır. Cumhuriyetçi tabanda kökleşen "biz–onlar" ayrımı ile Demokrat söylemin seçici evrenselciliği arasındaki mesafe, siyaseti giderek düşmanlaştırıcı bir düzleme iter; kurumsal meşruiyet zayıflar, siyasal şiddetin meşru görülme eşiği düşer.
Bu gidişat kurumsal çerçevede sınırlandırılmadıkça ve demokratik bir zemin üzerinde yeniden inşa edilmedikçe, ABD içerden bir parçalanma riski ile karşı karşıyadır. Bugün "kültürel savaşlar" diye adlandırılan tablo, yarın iç savaş atmosferine evrilebilecek kırılganlıklar üretmektedir. Hegemonyayı kişilere indirgemeden, kural devleti, kurumsal şeffaflık, hesap verebilirlik ve hak temelli reformlar yoluyla yapısal sınırlandırmalar inşa edilmediği sürece, Amerikan demokrasisinin çöküş dinamikleri hem dış politikada hem de ülke içinde hızlanacaktır.