Sohbet-halvet diyalektiği

Doç. Dr. Özkan Gözel / İstanbul Medeniyet Üniversitesi
3.02.2018

Kendine ait bir zaman fikri şahsiyetimizin gelişimine mühim bir katkı sağlar. Şahsiyetimizi de hem toplum içre hem de toplum dışı kalmaya çalışarak, bu güç dengede olgunlaştırabiliriz ancak. Sohbet-halvet diyalektiği bir dengeye ulaştığında şahsiyetimiz intişar etmek için elverişli ortamı bulmuş olacaktır.


Sohbet-halvet diyalektiği

İnsanın “sosyal bir varlık” olduğu, dolayısıyla ancak bir topluma mensubiyet içinde var olabildiği hükmü yaygın olarak kabul görüyor. Bununla birlikte insan aynı zamanda ferdiyete sahip bir varlıktır. Bunun anlamı onun kendini mensup olduğu toplumdan ve bu toplumun diğer fertlerinden ayırt edebilmesi ve ayrı tutabilmesidir. İmdi insan esas olarak diğer insanlarla ihtilatta bulunan, onlarla ünsiyet peyda eden, edebilen bir varlıktır; böyle olarak o, onlardan biri, giderek de herhangi biridir. Bununla birlikte o, aynı zamanda yalnız-kalma, giderek de münferiden yani bir başına kalarak yaşama eğilimi taşır, taşıyabilir. O halde insan trans-sosyal bir varlıktır dense yeridir, zira sosyal olmakla birlikte sosyal’i aşar, aşabilir.

Sohbet (ünsiyet) ile halvet (uzlet) arasında tuhaf bir diyalektikten bahsedebiliriz burada: Toplumdan, toplu halde yaşamaktan bunalan insan kendini yalnızlığın kucağına bırakır. Kendi kendine yaşayan ya da kendiyle baş başa bulunan insan ise bunaldığında kendini insanlarla ihtilata yani toplumun bağrına atar.

Asıl olan ünsiyet

İnsan için asıl olan ünsiyettir, evet; yani benzerleriyle hemhal olduğu bir hayattır. Ama ünsiyet şartlarının bulunmadığı düşkün ya da dekadan bir toplumda kendini tecrit ya da yalnızlaşma kişiye son çare olarak görünebilir. Burada Herevî’den uzun bir alıntı yapmak istiyoruz ki bu alıntı tasavvufun doğuş şartlarına bir ışık düşürüyor aynı zamanda:

Mutasavvıfların âdeti olduğu şekliyle halvetin yeni işlerden olduğu kuşkusuzdur. Zira Hz. Peygamber zamanında asıl olan sohbet idi ve bu amel diğer amellerden daha çok tercih ediliyordu. Nitekim bu nedenle sahabe sohbet ile irtibatlandırılmıştır, başka şeyle değil. Zira onlar için hiçbir şey Hz. Peygamber ile sohbetten daha eğitici ve terbiye edici değildi. Ancak risâlet güneşi gayb perdelerinin arkasında kaybolunca sahabelerin nefisleri de yavaş yavaş itminan halinden çıkarak hareket etmeye ve zamanla ihtilaflar oluşmaya başladı. Öyle ki bir zaman sonra artık sohbet ve insanlarla bir arada bulunma korkulur ve kaçınılır bir şey olmaya ve halvet ile uzlet beğenilir bir iş olmaya başladı. Hak talipleri dinlerini korumak için uzak yerleri ve halvetleri seçmeye başladılar.

Demek ki sohbetin şartları zedelendiğinde, giderek de ortadan kalktığında ibre halvete dönüyor ve mutasavvıflar halk ile ihtilattan içtinap ile uz-leti yani kendileriyle, dolayısıyla da Rableriyle baş başa kalmayı tercih ediyorlar. İlk dönem mutasavvıfları ya da zahitler daha ziyade çöllerde, harabelerde, dağ başlarında bir başına vakit geçirmeyi tercih ediyorlardı. Yine de, bu kez tasavvuf bünyesinde, ibre toplum hayatına doğru yönelmekte gecikmeyecektir. Nitekim tasavvufun gelişiminin sonraki bir aşamasında tekke ve zaviyelerin teşkiline şahit oluruz ki bu çabalar adeta toplum içinde toplum teşkili mahiyeti arz etmektedir. Dolayısıyla zaman zaman uzleti yani yalnızlığı tercih etseler de, mutasavvıflar tekke ve zaviyelerde bir araya gelmekten, sohbet meclisleri oluşturmaktan ve benzerleriyle (ihvan) ünsiyet ilişkileri geliştirmekten geri durmamışlardır.

Peki ama, hiç olmazsa ideal anlamda, bu sohbet-halvet diyalektiğinin sükûn bulduğu bir nokta var mıdır? Başka bir deyişle, birbirini itiyor görünen bu iki kavramın iç içe geçtiği (ideal) bir moment söz konusu mudur?

Bize göre Nakşibendiyye’nin “Halvet der Encümen” diye bilinen ünlü düsturu bu (ideal) noktayı çok güzel ifade ediyor. “Halk içinde Hakla beraber olma” olarak tercüme edilen bu Farsça ifade ihtilat ile inziva arasında bunalan ve yolunu şaşıran insana pratiğe geçirilmesi ne denli zor olursa olsun, hiç olmazsa ideal planda, güzel bir formül sağlıyor. “Halk içinde Hak ile beraber olma”yı biz iki zamanlı olma yani iki katlı bir var olma tarzı olarak anlıyoruz ki bu öncelikle ariflerin harcı olsa gerek.

Kendine ait bir zaman

Yine de arifane hayattan bizim de payımıza düşen bir şeyler olmalı. Bizi kuşatan, giderek masseden kamusal zamanın yanı sıra kendimizle baş başa kalabileceğimiz bir zaman yaratabilirsek bu ideadan pay ya da nasip alabileceğiz demektir. Bu da kendimizle/ruhumuzla/şahsiyetimizle ilgilenmek gibi bir derdimiz varsa, o zaman mümkün olabilir ancak. O zaman kendimize ait bir zamanın kıymet ve ehemmiyetini idrak ettiğimiz ölçüde, insanlara karışmaktan, onlarla hemhal olmaktan kaçınmaya çok da ihtiyaç duymayacağız, giderek de bu ihtilatı kazanç sayacağız demektir. 

Kendine ait bir zaman fikri şahsiyetimizin gelişimine mühim bir katkı sağlar. Şahsiyetimizi de hem toplum içre hem de toplum dışı kalmaya çalışarak, bu güç dengede olgunlaştırabiliriz ancak. Sohbet-halvet diyalektiği bir dengeye ulaştığında şahsiyetimiz intişar etmek için elverişli ortamı bulmuş olacaktır.

[email protected]