Sol liberaller ve Ermeni meselesi

İsmail Küçükkılınç / Hukukçu
16.05.2015

Sol-liberal diye tarif ettiğimiz, hemen hepsi Marksist ya da sosyalist maziye sahip, ve kamuoyunda sayılarıyla mütenasip olmayan bir entelektüel ağırlığı ve etkisi olan bir aydın zümresinin başta Ermeni meselesi hemen her meselede “Türkiye toplumunun ortalamasına” düşmanca tavır sergilemeleri ne ile izah edilmeli?


Sol liberaller ve Ermeni meselesi

Geçmişte canlı yayınlanan bir programda hiç lüzumu yokken üstüne basa basa ateist olduğunu beyan eden birinin “Türkiye toplumunun ortalamasını gayet iyi temsil eden Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki [Ermeni Meselesi] inkârcılık, acıyı tanıma ve taziye, tarihçilere işi bırakma, medeniyetimiz ve kültürümüzde soykırım yoktur iddiasını sürekli dile getirme, elimizde milyonlarca belge var deyip istersek biz Ermenilerden daha mazlum olduğumuzu gösteririz demek arasında gidip gelen şaşkınlıkla kafa karışıklığı anlamsız değildir. Yüz yıla yakın devam eden pasif ve aktif inkârcılık dünyasında bilinci yoğrulmuş bir aklın kafa karışıklığıdır bu. Tabunun yıkılması kafa karışıklığıyla başlar” satırlarında şahit olduğumuz kaba, nobran, saygısız, mütekebbir üslubundan daha acımasız olanı bu satırlarda mündemiç bakış açısı, kalkış noktası ve inancıdır.

Kabaca sol-liberal diye tesmiye ve tavsif ettiğimiz hemen hepsi Marksist ya da sosyalist maziye sahip- bir kısmı hâlâ sosyalist olduğunu ifade ediyor- ve kamuoyunda sayılarıyla mütenasip olmayan bir entelektüel ağırlığı ve etkisi olan bir aydın zümresinin başta Ermeni Meselesi hemen her meselede  “Türkiye toplumunun ortalamasını” kabullerini geçtik, hassasiyetlerine muarız, hatta muhasım bir tavır sergilemeleri ne ile izah edilmeli?

Entellektüel namus!

Hakikaten toplum ortalamamızla tezahür eden tarih malumatımız eksik ve yanlış, ahlak telakkimiz fıtrata ve evrensel değerlere ters, vicdanımız kapkara da bu aydın zümresi mi mezkûr “ayıplarımız”dan utanıp belli çevreler nezdinde insanlık, vicdan ve hakikat adına ülkemizin yüzünü ağartıyor? Gerçekten bu isimler Türkiye’nin “Kıbrıs’ın üçte birini işgal ettiğini’ söylerken entelektüel namusa sahip çıkma, ahlaklı ve vicdanlı olma davası mı güdüyorlar?

Şayet, “Türkiye toplumunun ortalaması”yla tebellür eden değerlere/tavırlara/kabullere mahut entelektüel muhalifliği iktizasınca karşı çıkılsaydı bunu bir nebze de olsa hoş görebilirdik; diyelim ki mugayirlik, muhaliflik aydın olmanın vazgeçilmez şartıdır, ancak bu milletin değerlerine onmaz bir düşmanlık hele de İslam’la alenen itiraf edilmeyen bir problem varsa bunu da anlamak hakkımız olmalı. Bu ülkede herkes, her şeyi şiddet hariç her türlü araçla ve özgürce ifade edebilmeli, ancak kin ve husumetler entelektüel pazarlamacılığın konusu yapılmamalıdır. Bir farklılığın ve daha iyiye ulaşma çabasının ifadesi olan muhalefet başka, husumet başka şeydir.  

Aslında sol liberallerin Ermeni meselesine yaklaşımlarını, genel yaklaşım ve bakış açılarını etraflı bir şekilde tahlil ve izah ettikten sonra ele almak iktiza eder ama bu yazı kapsamında bu kadar detaya girmemiz ne yazık ki mümkün değil.

Batı’daki Marksist ve sosyalistler kapitalizm ve devletle belli bir uzlaşmaya varıp dönüştüklerinde ( iktisattaki ihtisaslarını finansal işlemlerde gösterenler değil kastımız) başta din, daha evvel üst yapı kurumları dedikleri birçok kurum ve değerle de barıştılar.  Zamanında Marksizm adına Yahudiliğe/Yahudilere çok sert tenkitler tevcih ederken bilahare Yahudilikle barışan, hatta İsrail Devleti’ne ve siyonizme belli bir oranda sempatiyle yaklaşan ve ismi Frankfurt Okulu ile özdeşleşen Horkheimer buna basit bir misaldir. Her ne kadar bu misillü aydınlar muhalifliklerini kapitalizm ve devlet yerine ikame ettikleri başka değerlere yöneltip neticede “eşcinsellik, lezbiyenlik, çevre sorunları, azınlık hakları, sivil toplum” gibi konularda daha da “temayüz” etmişlerse de en azından entelektüel bir gayrette bulunmuşlardır. Bizde de aynı çizgiyi takip eden ve bu yazı kapsamında sol-liberal diye tesmiye ettiğimiz bazı aydınlar birçok değerle barıştıkları halde ne yazık ki İslam’la bir türlü barışamamışlardır. Onların bir kısmının 28 Şubat sürecinde bilhassa başörtülülere gösterdiği hoşgörü bir çevre duyarlılığı, bir eşcinselin haklarına gösterdikleri duyarlılık gibiydi; üstelik sonradan çok ağır diyetler de talep ettiler. AK Parti’ye olan görece desteklerinden ise bilahare nadim ve pişman olduklarını, “Türkiye toplumunun ortalaması”nın üstünde bir zekâ ve entelektüel müktesabata sahip olmalarına rağmen aldatıldıklarını itiraf (!) ettiler. İslam, toplum hayatında ve idarede sadece bir unsur olduğu müddetçe bunu çeşitlilik, hatta zenginlik olarak gören bu tip aydınlar sıra İslam’ın alternatif , “tayin edici” olma ihtimaline geldiğinde kâbus görmeye başlıyorlar. Zannımızca Ermeni meselesi ve buna mümasil hususlarda makul ve “Türkiye toplumunun ortalaması”nın kabul edebileceği şeyler söyleyememelerinin temel sebebi de bu olmalı.

Bu aydın çevresinde bilhassa Ermeni meselesinde  “soykırım” tartışılmaz mutlak hakikat gibi kabul edilir. Osmanlı Devleti’nde Ermenilere yönelik hemen her saldırı planlı, programlı, devlet merkezli ya da desteklidir; neredeyse meşru müdafaa gerekçesiyle ya da spontane gerçekleşmiş hiçbir hadise ya da saldırı mevcut değildir.

Kabuller ve redler...

Ermenilere müteveccih şiddet ve saldırı hadiseleri zaman, niyet ve hedef noktalarından hep bütünlüklü bir şekilde ele alınır; aralarında süreklilik ve koparılamaz bir bağ vardır. Bu bakımdan Osmanlı idare şeklinin hiç ama hiçbir ehemmiyeti yoktur. İstibdat diye tesmiye edilen Abdülhamid devri ile Meşrutiyet diye tavsif edilen ve İTC ile anılan dönem aynıdır. Ancak Ermeniler şiddet ve saldırının mağduru değil de failiyse süreklilik vakıası bu defa hiç ama hatırlarına gelmez. Mesela 1960’lardan sonra başlayan Ermeni terör faaliyetleri, Hocali katliamı, Karabağ’ın işgali süreklilik olgusuyla ele alınmadığı gibi çoğu zaman takbih edilecek bir “eylem” olarak da görülmez. Çarnaçar vahşet ve katliam tabirlerini kullandıklarında da bu eylemlerin mutlaka intikam amaçlı olduğunu söylerler. 

Şöyle bir çerçeve çizerler: “Münferid vak’alar sayılmazsa ne olmuşsa olmuş, bilhassa Kürt Müslümanlar ve Osmanlı idarecileri 1890’dan itibaren zulümlerini inanılmaz bir derecede arttırmışlar, artık dayanacak, tahammül edecek güçleri kalmayan Ermeniler de bu zulümlere başkaldırmış, ancak bu isyanları devlete karşı bölücü/yıkıcı isyanlar olarak tavsif eden Osmanlı Devleti de hem Kürtler hem de askerler eliyle bir vahşet ve katliama imza atmıştır”. Ancak entelektüel namusun 1890-1896 tarihlerinde Ermenilerin tıpkı 1912-1914’de olduğu gibi meskûn oldukları bölgelerin özerkliği için yabancı güçleri devreye sokmak için planlı-programlı-örgütlü bir eylemlilik gayretine girdiğini yazmayı da icbar ettiğini kabul etmezler. Ermenilerin başına gelen feci ve fena hadiselerin esas amilinin ithal tedhişçi örgüt ve liderler olduğunu ikrarda zorlanırlar. Marksist/Sosyalist Hınçak ve Taşnak örgütleri Osmanlı topraklarında Osmanlı Ermenilerinin kurduğu örgütler değillerdir. Herşeyden önce o dönemde Osmanlı topraklarında Marksizmin ya da sosyalizmin mevzi de olsa makes bulacağı sosyal bir ortam da mevcut değildi. Ne yazık ki Rus Ermenileri Rusya topraklarında değil de Osmanlı topraklarında mücadeleyi esas almışlardır. Çünkü onlar Rusya’da bu tür faaliyetlerin cezasının ya yargısız infaz ya da en iyi ihtimalle Sibirya’ya sürgün edilmek olduğunu bilirlerdi. Osmanlı topraklarında her şeye rağmen çifte vergilendirme, bazı aşiretlerin ve idarecilerin haksız talep ve muamelelerinin yol açtığı sıkıntılar her şeye rağmen bölgeyi yangın yerine çevirecek isyanlara müncer olmazdı. Ne zaman ki Hınçak liderler devreye girdi, Ermenilerin daha evvel de vaki mevzi itirazları şekil ve boyut değiştirerek isyan vasfını kazandı. Hınçakların siyasi programında “Ermeni sosyalist demokratları için Ermenilik içinde umumî ve şamil bir sosyalizm teşkilatının tahakkuku (uzun bir maksat) olarak görülmekte ve bunların faaliyet ve temayülleri  diğer âmile (yakın bir maksat) vücut vermektedir....Bu maksat...ihtilal çıkarmak, mutlakiyet idareye mensup sınıfları yok etmek, Ermeni halkı bulundukları umumî kölelik vaziyetinden kurtarmak....Ermeni halkının ve Ermenistan’ın mukadderatından ayırmak icap ettiğinden buna nazaran tarihî bir icap ve zaruret hasıl olmaktadır ki, bu da yakın maksadın esaslı kısmını ve ilk şartını teşkil eden (Ermeni millî istiklali)dir...Şu halde ihtilalin faaliyet sahası Türkiye Ermenistanı olacaktır...Yakın maksada vusulün[ulaşmanın] yegane çaresi ihtilal yani cebrî bir surette Türkiye Ermenistanındaki umumî teşekkülü alt üst etmek, değiştirmek, halka umumî isyan yoluyla, Türk hükümetine karşı harp açmaktır” ( Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Yeni Matbaa, Ankara:1950,s.434-37).

Yangın yeri

Hiç kimse tarihi çarptırmasın, ne zaman ki Rus Ermenileri olan Hınçaklar, sonra da Taşnaklar Batılı devletleri özerklik için tahrik cihetine gidip masum Ermenileri ayaklandırdılar, buna karşı çıkan Osmanlı Ermenilerini tehdit hatta katl ettiler, bölge işte o zaman yangın yerine döndü. Bazı sol liberallerin Marksist ya da sosyalist mazi ve müktesebatları 1890-1896 arası Ermeni hadiselerinin aslında Hınçak isyanları olduğunu kabule ya da itirafa mani olsa da gerçek durum budur.

İttihadçıların Meşrutiyet hatrına Hamparsum Boyacıyan, Vahan Papasyan gibi Osmanlı Meclis-i Mebusanını kirletmesine izin verdikleri Taşnak Armen Garo, 1896 Galata Osmanlı Baskını’nda  Taşnakların bakış açısını çok net şekilde ifade etmektedir. Baskın sırasında banka müdür yardımcılarından Gustave Wülfing, tedhişçi grubun hayatta kalan lideri Armen Garo ile yaptığı görüşmede Taşnakların asıl niyetini raporuna şu şekilde yazmıştır: “Asıl niyetlerinin yeni ayaklanmalara neden olarak İstanbul’u ticarî ve malî olarak çökertmek ve oluşan kriz karşısında geçimini tehdit altında gören ‘aşağı sınıfların’ daha da kapsamlı ve radikal bir isyana yönelmelerini sağlamak”.  Ayrıca Wülfing, Gora ile yaptığı tartışmada, giriştikleri eylemin muhtemel bir ayaklanma ve binlerce kişinin ölümüne yol açacağını hatırlattığında Gora’nın verdiği ‘sakin’ cevap ilginçtir: “ Ne kadar çok ölü olursa, davamız için o kadar iyi olur.” İncelemenin yazarı bu bilgilerden yola çıkarak “Modern anlamda tedhiş eylemlerinin en erken örnekleri arasında yer alan bu baskının terör/tehdit/şantaj boyutunun ötesinde ( ne kadar gerçekçi olursa olsun) ekonomik ve malî krize bağlı devrim kurgusuyla birlikte düşünülmüş olması, tedhiş ve sosyal hareketler tarihi açısından önemli bir olgudur”. (Edhem Eldem, 26 Ağustos 1896 ‘Banka Vakası’ ve 1896 ‘Ermeni Olayları’, Tarih ve Toplum-Yeni Yaklaşımlar, Sayı:5, s.120).

Ölüm kalım mücadelesi

1912-1914 yıllarında Ermeni özerkliği faaliyetleri ise Osmanlının ölüm-kalım mücadelesi zamanına müsadiftir.

“Osmanlı Devleti tarihinin en yüzkızartıcı ve en ağır mağlubiyeti olan Balkan Harbi faciasını yaşamış, sadece İstanbul ve Trabzon’dan daha evvel feth ve tavattun edilen topraklar kaybedilmemiş, bu hezimet ve toprak kaybı neticesinde -eli silah tutan erkekler cephede olduğu için- kahir ekseriyetini kadın, çocuk ve yaşlıların teşkil ettiği Müslüman nüfusun da varlığını tehlikeye düşürmüş, korumasız kalan bu zavallılar birçok yerde koyun boğazlanır gibi boğazlanmışlardır”. Bu satırlar, bugün nüfusun geneli için hiçbir ciddi tedaîye yol açmıyor; çünkü yaklaşık bir asırdır bu topraklarda, bu ülkede geçmiş acılara temas edilmedi, haliyle genetik hafızamız çok zayıf. Bu sebeple Girit, Tuna ve Kafkas muhacirlerini geçtik, Balkan muhacirlerinin bile sağ-salim Anadolu topraklarına ulaşabilmelerinin ne demek olduğunu ne kadar çırpınsak da Balkan muhacirlerinin torunları dâhil kimseye anlatamıyoruz.   “...Türkiye’de Ermeni Sorunu, örneğin 1955-1970 arasında Ermenilerin epey kalabalık olduğu bir mahallede, Kurtuluş’ta büyümüş benim gibi birisinin hiç duymadığı bir konuydu”  diyen ve benim bu yazı kapsamında “sol-liberal” cenahta mütalaa ettiğim akademisyen nasıl sonradan Ermeni meselesine vukufiyet kesbettiyse, aynı şekilde Rumeli-Balkan muhacirlerinin varlığına da ıttıla kesbetmiş olmalıydı. Ancak her nedense Ermeni meselesinde gösterdiği cevvaliyeti ve rahmeti birçok yol arkadaşı gibi Rumeli ve Kafkas muhacirlerini anlamakta göstermiyor.

 

O halde iki Ermeni liderin beyanlarına göz atalım. Önce Krikor Zöhrab’ın dediklerine bakalım: “Bugün [Balkan Harbi ertesi] uluslar arası siyasi durum Türkler için pek uygun değil. Bu yüzden de Türklerle konuşmak için en uygun zaman bu. Böyle bir günü bir daha zor buluruz. Yoksa Türkler şu ya da bu devletçe tavizler verip eninde sonunda kendilerini kurtarırlar. O zaman Ermeniler için vaziyet çok zor olabilir”. Şimdi de Karekin Pastarmacıyan (Armen Garo), Hamparsum Boyacıyan gibi geçmişte Osmanlı Devleti’ne karşı terör faaliyetlerinde bulunmuş olmasına rağmen yeniden ilan edilen Meşrutiyet’in “unsurların kardeşliği” ilkesi hatrına İttihadçılar tarafından Osmanlı Millet Meclisi’nde milletvekili olmasına itiraz edilmemiş ama I. Dünya Harbi başlayınca da Rus saflarına geçerek Ermeni gönüllü tabur/çetelerinin birinin başına geçmiş Vahan Papasyan’a kulak verelim: “Afrika’daki [Trablusgarp] ve Balkanlardaki savaşları kaybeden İttihad ve Terakki yönetimi reformlar için atacağımız adımlara karşı tedbir alacak halde değil. İçerde ve dışarıda siyasi gidişat çok kötü. Yabancı başkentlerden her ne pahasına olursa olsun para bulmaya çalışıyorlar. Öte yandan, içerde de gericiler sorun çıkarmak için hazır bekliyorlar”. Daha acısı 1863 tarihli Nizamname-i Millet-i Ermeniyan’dan itibaren Ermeni Patrikliği bünyesinden faaliyet gösteren 140 kişilik Ermeni Meclisi’nin aldığı karardır. 21 Aralık 1912 tarihli oturumda bu meclisin Samatya temsilcisi olan Zöhrab Ermeni Reformu meselesinin uluslararası arenada yüksek sesle dile getirilmesi yönünde bir önerge verir ve bu önerge oybirliğiyle kabul edilir.  Ermeni Milli Meclisi’nin yürütme organı olan Merkezi İdare’nin başkan yardımcısı olan Papazyan bu manzarayı şu şekilde ifade etmektedir: “Merkezi idare artık bütün yolların tükendiğini ve bundan sonra Ermeni Sorunu’nu uluslararasılaştırmaktan bakla çare kalmadığını ve bunun sorumluluğunun Ermenilerde olmadığını ilan etti. Bu öneri büyük bir heyecanla ve oybirliğiyle kabul edildi. Üyeler idarenin aldığı karara tereddütsüz bir şekilde uyacaklarını ilan ettiler” (Rober Koptaş, “Zohrab, Papazyan ve Pastarmacıyan’ın Kalemlerinden, 1914 Ermeni Reformu ile İttihadçı-Taşnak Müzakereleri”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, s.178-9). Roderic H.Davison da “Balkan Harbi patlak verdiğinde, Ermeniler bunda hem bir özgürlük savaşı örneği hem de harekete geçmek için bir fırsat gördüler. Hareketlilikleri arttı” demektedir (Roderic H.Davison, Osmanlı-Türk Tarihi (1774-1923), İstanbul: Alkım Yayınevi, 2003, s.256-257. “Ermeni Krizi, 1912-1914” unvanlı makalede).

Bir asır sonra...

Entelektüel namus hiç olmazsa bir asır sonra şunları itiraf etmeyi gerektirir: Osmanlı Devleti’nde belli bölgeler için dayatılan ıslahat/reform projeleri evvela özerkliği temin etse de nihayetü’n-nihaye tam istiklale/bağımsızlığa müncer olmaktadır. İttihadçılar harbe giriş kararını almasalardı Rusların Anadolu’yu işgalini müteakip, 8 Şubat 1914 tarihli Yeniköy Anlaşması ile kabul ettiğimiz Ermeni Islahatı yani özerkliği nihayetinde 32-33 vilayetimizi kapsayan hatta vilayat-ı sitte kapsamında olmayan Trabzon’u (ya da bir kısmını) bile içine alacak bir genişlikteki bölgede Ermeni bağımsızlığı şeklini alacaktı. Ruslar Kafkas Müslümanlarını, Yunanlılar Mora Müslümanlarını, Bulgarlar Tuna Müslümanlarını, Balkan İttifakı/devletleri/milletleri Makedonya Müslümanlarını hayatta kalmak için tehcir etmediler; oysa koskaca Osmanlı, üç cihana hâkimiyet salmış Osmanlı geri çekile çekile, Müslüman ahaliyi kaybettiği topraklara göme göme, katliam ve tehcirlerde kaybede kaybede bir avuç toprakta Anadolu’da hem de milleti vikaye ve muhafaza için tehcire müracaat etmiştir, çünkü Talat hiçbir şeyi bilmese bile Kırcalili olduğu için Tuna’nın, Doğu Rumeli’nin, Makedonya’nın, Batı Trakya’nın nasıl kaybedildiğini, kaybedilirken de nüfusun da kahir ekseriyetinin kaybedildiğini, Anadolu’nun da kaybedilirse hem gidilecek yerin kalmadığını hem de milletin bekasının tehlikede olduğunu biliyordu. Bugün başta Talat, İttihadçılara ağız dolusu söven sol liberaller, onlardan aferin ve entelektüel paye almak gayretiyle ağız ve işbirliğine girişen bir kısmı eski arkadaşımız, eski İslamcılar, hele de Kürtler bu topraklardaki bekalarını önce Allah’a sonra da İttihadçılara borçludurlar. Onlar hiç kimseyi “yok etmek” kastıyla hareket etmediler, yok edilmek istenilen bir milleti korumak için tehcire müracaat ettiler. Hiç kimse tehcirle tehcir esnasında vuku bulan ve bizim de asla ve kat’a tasvip etmeyeceğimiz, tasvip etmek ne demek, mazur göremeyeceğimiz hadiseleri birbirine karıştırmasın. 

Not:1-Nispeten insaflı olduğunu zannettiğimiz başka bir sol liberal ulaşım imkânlarını merkeze alarak tehcirin soykırıma yakın bir vasıf kazandığını iddia etmektedir. Ancak Yavuz ve Midilli’nin muhafazasında deniz ulaşımı hariç, Erzurum’a asker göndermek için Osmanlı Devleti de aynı şart ve hükme tabi idi. Şimendifer/tren hattı Anadolu toprakları için İstanbul-Ankara ve İstanbul-Adana istikametinde son bulmaktaydı. Ankara’da ya da Adana (ki Adana’da hat tüneller yapılmadığı için kesiliyordu) trenden inen askerler Erzurum’a yayan yürüyorlardı. İstirham edeceğiz, Ankara-Erzurum ve Adana-Erzurum kaç kilometredir ve bilhassa kış vakti nasıl gidilir, bir düşünülsün. Mesela Şevket Süreyya Aydemir’in hatıratında detaylıca naklettiği cepheye ulaşma serüveni “inanılmayacak” kadar gerçektir.

Vicdan terazisi şart

2-Başka bir sol liberal de, Dadrian gibi Ermeni yazarların kitaplarındaki vahşet vak’alarını listeleyip herhalde Müslümanların ne kadar “vahşi yaratıklar” olduklarını ispata gayret sarf etmiş. Ancak bizim entelektüel namus ve ahlak derken kastettiğimiz şey tam da budur. Şayet ahlaklı olunacaksa, Ermenilere yapıldığı iddia edilen ama yarısı yalan, bir kısmı da mübalağa olan vahşetlerin aynısının Müslümanlara da yapıldığının ifade edilmesi iktiza eder. Gönül isterdi ki hiç olmazsa kendilerinin de kitaplarının yayınlandığı yayınevinde kitapları yayınlamış, bu ülkede bakanlık yapmış bir akademisyenin hazırladığı (Hüseyin Çelik, Görenlerin Gözü ile Van’da Ermeni Mezâlimi, Ankara: Cedit Neşriyat, 2008) hatırat kitabına atıfta bulunulsaydı. Kazığa oturtulan, asker (Rus) ve çetelerin (Ermeni) tecavüzüne maruz kalan, tecavüze maruz kalmamak için kendini köprüden atan, hamileyken süngüyle karnı deşilen, bebeği süngüye takılan,  kirve köyü diye sığındığı Ermeni köyünde katledilen insanların hikâyesi onlar sırf Kürt ve Türk diye, Müslüman diye mi ilgi çekmiyor?

3-Ermeni Hınçak ve Taşnak terör örgütleriyle Bulgar ve Makedon-Bulgar terör örgütleri arasında müthiş benzerlikler mevcuttur. Birbirini besleyen biri Makedonya’da diğeri Anadolu’da faaliyet gösteren bu örgütler karşılaştırmalı incelendiğinde tehlikenin I. Dünya Harbi esnasındaki vahameti daha iyi anlaşılır kanaatindeyiz.    

[email protected]