Son yüzyılda Türk dış politikası nasıl bir değişim gösterdi?

Pınar Hilal Balta/ Yazar
26.10.2023

Ramazan Erdağ'ın editörlüğünde hazırlanan “21. Yüzyılda Türkiye'nin Dış Politikası” isimli kitap, Türk Dışişleri bürokrasisinin her sahada pro-aktif karaktere bürünen politikalarının, Türkiye savuma sanayiini millileştiren bir domino etkisi yarattığını, bunun askeri hamleleri beraberinde getirerek Türkiye'nin iddialı yükselişini besleyen başka zeminler oluşturduğunu gözler önüne seriyor.


Son yüzyılda Türk dış politikası nasıl bir değişim gösterdi?

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte kültürel, sosyolojik ve ekonomik çerçevede yaşanan hızlı gelişmelerin ve değişimlerin bir sonucu olarak ulaşılan, bilinen iki kutuplu dünyanın kesin olarak esnemeye başlaması sebebiyle diri etkileri hala devam eden gelişmeler, geleneksel medyanın "yeni medyaya" evirilmesinin de etkisiyle milenyum çağının dış politikasına "popüler" bir bakış geliştirilmesine sebebiyet verdi. Bu bakış açısı nedeniyle hem Türkiye'de hem de uluslararası alanda dış politikada "2000 öncesi ve sonrası" şeklinde bir tasnife gidildi. Bu noktada "2000 sonrası dönemin" –hali hazırda sorunlarının ve sonuçlarının etkilerinin devam etmesi nedeniyle– popüler üç başlık altında incelendiğini görüyoruz: İlk on yıl (2000-2010), Arap Ayaklanmaları (2010-2011) ve Arap Ayaklanmaları sonrası (2011-2021). Parça parça ele alınan bu süreçler içerisinde Ankara'nın attığı adımların ve aldığı risklerin, çoğu zaman, hangi zeminlerde ortaya çıktıklarının göz ardı edildiğini söyleyebiliriz. Bu sebeple Türkiye'nin dış politikasını şekillendiren milletlerarası gelişmelerle birlikte uluslararası ve yerel aktörlerin hamleleri ve Türkiye'yi bölgesel bir güç olarak yükselişinin kesin sonuçlarına ulaştıran bu günlere taşıyan kararların hangi reel politik düzlemlerde alındığının anlaşılabilmesi adına süregelen tüm bu çabaya bütüncül bir bakış gerekmektedir. Bu gerekliliğin zeminini, Türkiye'nin "çok boyutlu" dış politikasında sürdürdüğü ve bölünerek ele alındığında gözden kaçan "istikrar ve kararlılık" faktörü oluşturuyor.

Prof. Dr. Ramazan Erdağ'ın söz konusu literatürdeki "bütüncül bakış" boşluğunu doldurmayı amaçladığı "21. Yüzyılda Türkiye'nin Dış Politikası" isimli eseri, Türkiye'nin pro-aktif yaklaşımının doğrudan bir sonucu olan ve Ankara'nın bir aktör olarak uluslararası düzlemde adım adım çevreden merkeze yerleşmesine zemin hazırlayan diplomasi yolculuğunu gözler önüne seriyor. Eserde, hariciyedeki gelişmeler, alanında uzman ve saha deneyimlerine sahip akademisyenler tarafından kaleme alınan toplam on sekiz başlık altında değerlendiriliyor.

Bölüm yazıları ilk olarak Ramazan Erdağ'ın imzasını taşıyan "2000'li Yıllarda Uluslararası Sistemde ve Türk Dış Politikasında Değişim ve Dönüşüm" başlıklı yazıyla başlıyor. Erdağ, yazısında 21. yüzyılın ilk yirmi yılında yaşanan ve değişim getiren üç kırılma noktasından söz ediyor: 11 Eylül saldırıları, Arap Baharı ve Kovid-19 küresel salgını. Bu kırılmaların ilk ikisinin birbirini nasıl tetiklediği açıklanırken ilk kez Suriye ve Libya sahalarında bu kadar net gördüğümüz güç ve etkinin rekabet halindeki devlet ve devlet dışı aktörler arasında dağılmasına dikkat çekiliyor. Erdağ, buna "küresel işbirliğindeki derin kopukluk" diyerek Türkiye'nin uluslararası arenadaki yükselişinin arkasındaki de-facto durumu açıklıyor: Küresel aktörlerin etki alanlarının sınırlı hale gelmesi. Bu da bizi uluslararası sistemde çok kutupluluğa geçişin bir semptomu olan çatı probleme ulaştırıyor: ABD-Rusya rekabeti.

Pro-aktif politikalar

Erdağ'ın Kovid-19 salgı çerçevesinde dikkat çektiği "küresel aktörler ve uluslararası örgütlerin etkisizliği" konusu, Dr. Tamer Kaşıkçı tarafından kaleme alınan "Uluslararası Örgütlerle İlişkiler" başlıklı yazıyla derinlemesine gözler önüne seriliyor. Türkiye'nin Birleşmiş Milletler (BM) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) içerisindeki yolculuklarına, örgütlerle büyük kırılmalara sebep olan olaylara odaklanılıyor. Girişte de söz ettiğim üzere Türkiye'yi çevreden merkeze yerleştiren diplomasi yolculuğunun en önemli başlangıç noktası olan pro-aktif politikalara da bu yazıyla değiniliyor: Söz konusu örgütleri Türkiye'nin uluslararası sistem içerisindeki tanınırlığını artıran platformlar olarak algılayıp misyonların fiziki varlığını artırma ve doğal olarak Türkiye'nin uluslararası politika içerisindeki konumunu güçlendirme anlayışı. Uluslararası arenada dikkat çeken bir başka örgüt olan Avrupa Birliği (AB) ise Doç.Dr. Filiz Cicioğlu tarafından kaleme alınan "Türkiye-AB ilişkileri" başlıklı yazıyla inceleniyor. Türkiye'nin AB yolculuğu kronolojik bir şekilde aktarılırken, 2000'li yılların başında iktidara gelen AK Parti hükümetlerinin reformlarıyla ilerleyen sürecin, birliğin Türkiye'ye mesafeli yaklaşımıyla nasıl dağılmaya başladığı anlatılıyor.

ABD ve Türkiye arasındaki ilişkilere ise Doç. Dr. Bora Bayraktar ve Uzman Ebuzer Demirci imzasını taşıyan yazıyla mercek tutuluyor. Türkiye'yi uluslararası alanda daha bağımsız politikalar izleyen bir aktör haline getiren en önemli reel politik düzleme de burada değiniliyor: Türkiye'nin güvenlik kaygılarının Amerikan yönetimi tarafından görmezden gelinmesi.

Dr. Muhammet Koçak imzalı yazıda ise ABD'nin küresel hegemonik etkisi erimeye devam ederken Orta Doğu ve Orta Avrasya ekseninde etki alanını genişletmek isteyen ve dış politikadaki hamleleriyle iki kutuplu dünyanın Sovyetler Birliği'ni hatırlatan Rusya ve Türkiye arasında doğan rekabet alanlarına dikkat çekiliyor. Ankara-Moskova arasındaki güçlü ekonomik ilişkiler çerçevesinde yapılan anlaşmaları aktaran Koçak, ticari ilişkiler zemininde yaşanan yakınlaşmanın stratejik işbirliklerini beraberinde getirdiğini, bunun da diplomatik ve insani çıktıları olduğunu ifade ediyor ve bu çıktıları açıklıyor.

Komşularla ilişkilere gelince...

İçinde bulunduğumuz çağın politik, jeopolitik ve ekonomik düzlemlerde değişen koşullarının Türkiye'nin çok uzak olmayan komşularından biri olan İsrail ile de daha doğrudan problemler yaşanmasına sebebiyet verdiğini gördük. Kitapta, Türkiye-İsrail ilişkileri, Ortadoğu Uzmanı Haydar Oruç tarafından ele alınıyor ve Ankara-Tel Aviv hattındaki temaslar kronolojik bir sırayla aktarılarak Arap Ayaklanmarının, Mavi Marmara'nın, 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ve Donald Trump'ın ABD Başkanı olması sonrasında aldığı kararların ikili ilişkileri nasıl etkilediği açıklanıyor.

Bir önceki yüzyılın başlarında İngiliz işgali sonucu üç Osmanlı vilayetinin (Musul, Bağdat ve Basra) bir araya getirilmesiyle oluşturulan ve din, dil ve mezhep farklılığı nedeniyle ancak formel bir birleşime ulaşabilen Irak ise ORSAM Irak Çalışmaları Uzmanı Mehmet Alaca imzalı yazıyla yedinci bölümde inceleniyor. Ulus devlet sürecinin bir türlü tamamlanamamış olması ve bunların üzerine yaşanan ABD işgali gibi sebeplerle istikrarsızlığın bir rutine dönüştüğü yakın komşumuz Irak'a yönelik Türkiye'nin Erbil-Bağdat hattında inşaa ettiği politikalar açıklanıyor.

Türkiye ile tarihi rekabeti göz ardı edilemeyen sınır komşumuz İran ile ilgili dış politikalara ise Dr. İsmail Sarı tarafından mercek tutuluyor. Irak'ın hem jeopolitik hem de sosyolojik anlamda birbirinden kopuk yapısı, Kafkasya'daki gelişmeler, Arap Ayaklanmaları, Suriye iç savaşı ve Asya'daki Türkî Cumhuriyetler gerçekliği arasında Türkiye'nin nüfuzunu derinleştiren politik çıkışları ile kültürel ve ekonomik adımları, İslam dünyasında liderlik iddiası taşıyan İran'ın tepkisini çekiyor. Türkiye ile İran arasındaki rekabet ve iş birliği alanlarından söz eden İsmail Sarı, iş birliğinin derecesinin abartılmaması uyarısında bulunarak iki ülkenin "rakip" olduğuna vurgu yapıyor. Sarı, hem Ankara hem de Tahran'ın, sıcak temasa dönüşmesinden olabildiğince kaçındığı bu "tarihi" rekabete genel bir bakış atmamızı sağlıyor.

Dokuzuncu bölümde ise ABD'nin 2003 Irak işgalinden sonra Orta Doğu'da en geniş alana etki eden kriz, diyebileceğimiz Suriye var. ORSAM Levant Çalışmaları Koordinatörü Oytun Orhan ve ORSAM Levant Çalışmaları Araştırma Asistanı Recep Tayyip Teke'nin imzasını taşıyan bölüm yazısında Türkiye'nin Suriye'deki iç savaşa yaklaşımı kademeli bir şekilde açıklanırken savaşın Türkiye için nasıl milli güvenlik sorununa dönüştüğü, sorusu cevaplanıyor.

Türkiye'nin Körfez'deki Arap dünyası ile -tarihten getirdiği bagajlar sebebiyle- tıpkı İran ile olduğu gibi hassas bir zeminde süregiden ilişkileri ise Arş. Gör. Dr. Mehmet Rakipoğlu imzalı yazıyla inceleniyor. Rakipoğlu, Arap Ayaklanmalarıyla yaşanan boşluğun Körfez ülkeleriyle Türkiye arasında nasıl rekabet alanına dönüştüğünü, İran yayılmacılığının ve Türkiye'nin bölgede yükselen güç olmasının, Türkiye ile Körfez ülkeleri arasında nasıl ayrışma ve uzlaşma zeminleri oluşturduğunu açıklıyor. Bu çerçevede zaman zaman yakınlaşan ilişkilerin, bölgesel rekabetin kızıştığı 2010 sonrasında olumsuz bir ivmeyle sürdüğü gözler önüne seriliyor. Türkiye-Katar ilişkilerini "İran-Suriye ittifakından sonra bölgedeki en kalıcı ve güçlü ittifak" olarak tanımlayan Rakipoğlu, Kuveyt'in ise Türkiye tarafından "NATO dışı müttefik" olarak tanımlandığını hatırlatarak bu iki ülkenin Körfez'de Türkiye ile iyi ilişkiler kapsamında nasıl ön plana çıktığını anlatıyor.

Balkanlar, Kafkaslar ve yumuşak güç

Yugoslavya'nın parçalanması ile Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar arasında yaşanan savaşlarla dolu 90'lı yıllar geçiren, tarihi ve kültürel bağlarımız nedeniyle bizim için "herhangi bir yer" olamayacak kadar özel öneme sahip olan Balkanlar'da 21. yüzyıla gelindiğinde istikrarlı biçimde sürdürülen bir politikayla karşılaşıyoruz. Bu yıllarda savaşların bitmesi nedeniyle siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkilerin gelişmesi için uygun bir zemin meydana gelirken, iş çevrelerinin ve sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri ön plana çıkıyor. Bu süreçte dikkat çeken bir diğer noktayı da Dr. Mehmet Uğur Ekinci açıklıyor: Arabuluculuk. Türkiye'nin "arabuluculuk" ile tam bir denge politikası yürüttüğü ikinci bölgeninse Kafkaslar olduğu görülüyor. On üçüncü bölümde Ankara'nın Kafkaslarda sürdürdüğü politikayı açıklayan Doktora Adayı Merve Zorlu, bölgedeki devrimler sırasında ve sonrasında Türkiye'nin "demokrasi ve istikrar" odaklı tutumuna dikkat çekiyor. Ekinci ve Zorlu'nun yazılarında Türkiye'nin hem Balkan ülkelerinin hem de Kafkas ülkelerinin kendi içinde diplomatik temaslar kurması için nasıl çaba gösterdiği ve ülkelerin iç politikasını ilgilendiren konularla ilgili keskin tavırlar takınmaktan nasıl kaçındığı açıkça görülüyor. Bu tavır çok önemli çünkü Türkiye hariciyesine –özellikle iç politikada isnat edilen– "hegemonik güç hevesi" suçlamalarını fiilen yalanlıyor.

Özellikle 2010 öncesinde Arap dünyası merkezli olarak sık sık duyduğumuz "yumuşak güç" kavramı da burada karşımıza çıkıyor. Kafkaslardaki Türki Cumhuriyetlerle dil ve kültür zemininde yakınlaşan Türkiye'nin Türk Konseyi, Türk İş Birliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA) gibi kuruluşlarla nasıl kamu diplomasisi inşaa ettiği anlatılıyor.

Latin Amerika ve Afrika

"Yumuşak gücün" karşımıza çıktığı bir diğer yer ise Latin Amerika oluyor. Dr. Hüsna Taş Yetim ve Doç. Dr. Mustafa Yetim imzalı yazıda Latin Amerika'da Türk dizilerine artan ilgi, bölge ülkeleri ile Türkiye arasında eğitim alanında gerçekleştirilen iş birlikleri, bölgede Türk kültür merkezlerinin açılması ve TİKA gibi kurumların insani-ekonomik kalkınmaya yönelik çalışmalarına dikkat çekilerek ticari ilişkilerin nasıl geliştiği, bu durumun turizme etkileri ve diğer alanlardaki iş birliği sürecini nasıl tetiklediği açıklanıyor.

Türkiye'nin Afrika ile hız kazanan ilişkileri ve bu ilişkilerin kurumsallaşma süreçleri de Doç. Dr. Abdurrahim Sıradağ'ın imzasını taşıyan yazıyla ele alınıyor. 2010 sonrasında Ankara'nın burada artan diplomatik misyonları ve Türk Hava Yollarının (THY) kıtada 39 ülke ve 60 noktaya uçması ile Türkiye kamuoyunda ön plana çıkan Afrika'da Türkiye'nin elini güçlendiren iki noktaya açıklık kazandırılıyor: Ankara'nın insani-ekonomik kalkınmaya destek veren politikaları ve kıtada bir sömürge geçmişinin olmaması.

Libya ve Kıbrıs

Arap Ayaklanmaları, AB süreci ve Doğu Akdeniz krizi çerçevesinde akla gelen Libya ve Kıbrıs ise Dr. Furkan Polat ile Doç. Dr. Recep Yorulmaz imzalı yazılarla inceleniyor. Türkiye'nin yükselen bölgesel güç olmasının en önemli kilit noktalarından olan bu lokasyonlardaki gelişmeler, askeri kapsamda atılan adımların Ankara'nın diplomatik ve fiili etki alanının genişlemesine olan etkisini gözler önüne seriyor. Yunanistan ile ilişkilere ve Türkiye'nin bu çerçevede ürettiği politikalara da hem Balkanlar hem de Libya ve Kıbrıs başlıkları altında özel olarak değiniliyor.

Ekonomi-politik bir bakış

Dr. Emre Saygın ve Dr. Tahsin Yamak, "21. yüzyılda Türk Dış Politikasının Ekonomi-Politik Belirleyicileri" başlıklı yazısıyla uzun yıllar meşru siyasal yönetimlerden ziyade, silahlı kuvvetlerin gölgesinde kalmış bir dış politikayla yetkinliğini kaybeden Türk Dışişleri bürokrasisinin 2000'li yıllarda operasyonel kabiliyetini nasıl geliştirdiğine ekonomi-politik çerçeveden bir bakış sağlıyor. Dış politikada ortaya konulan geniş perspektife altlık teşkil edecek makroekonomik güce erişmek adına atılan adımları anlatan Saygın ve Yamak, gelinen noktada bu amaca ulaşılıp ulaşılmadığına ilişkin soruları cevaplıyor.

Ekonomik çerçevede ön plana çıkan diğer bir nokta ise 2000'li yıllarda sıkça dile getirilen uluslararası ticaret ve güç dengelerinin Asya-Pasifik bölgesine doğru kaydığı iddiasıdır. Bu çerçevede Türkiye'nin Asya-Pasifik ülkeleriyle çoğu ekonomi temelli temasları Prof. Dr. Gürol Baba imzalı yazıyla incelenerek, ticaret alanında nasıl ivme yakalanabileceği sorusu cevaplanıyor.

Ne eksik, ne öğrendik?

Ramazan Erdağ'ın editörlüğünde yayınlanan "21. Yüzyılda Türkiye'nin Dış Politikası" isimli kitap, Türk Dışişleri bürokrasisinin her sahada pro-aktif karaktere bürünen politikalarının -Erdağ'ın kitabın sonuç bölümünde de belirttiği gibi- Türkiye Savuma Sanayiini millileştiren bir domino etkisi yarattığını, bunun askeri hamleleri beraberinde getirerek Türkiye'nin iddialı yükselişini besleyen başka zeminler oluşturduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Ayrıca Türk dış politikasının istisnasız her alanda etkisini sürdüren "insani" yönüne de kuş uçuşu bir bakış sağlıyor. Ayrıca tüm bölümler birbirini destekleyerek tam bir bütünlük oluşturuyor.

Fakat Rusya-Ukrayna savaşının kitapta ayrı bir başlıkla yer almamasının eksikliği hissediliyor. Erdağ, söz konusu işgalin kitabın hazırlanış aşamasında ortaya çıktığını belirterek müteakip baskılara dâhil edilebileceğini ifade ediyor. Ukrayna savaşının, Türkiye'nin Karadeniz'deki varlığını güçlendirmesi, milli savunma sanayiinin doktrin değişikliğine sebep olan İHA ve SİHA'larının boy göstermesi, taraflardan birine İHA ve SİHA satmasına ve işgali onaylamadığını açıkça belirtmesine rağmen her iki ülkeyle de açıktan sürdürdüğü ilişkilerini koruyabilmesi açısından Türkiye için tarihi bir diplomatik serüven olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle de Türk dış politikasına bütüncül bakışın tamamlanması için bu konu kendi iç dinamikleri ve gelişmeleriyle ele alınmalı.

Bunun yanında kitap, önemli bir detayı geniş bir pencereden görmemizi sağlıyor: Türkiye'nin her "bağımsız" adımı sonrası "eksen kaymasıyla" suçlanması. Oysa kitabın kazandırdığı bütüncül bakış açısı Türkiye dış politikasının, artık, Batı blokunda yer aldığı Soğuk Savaş yıllarından kalma bir alışkanlıkla okunamayacağını, bunun yanı sıra Batı'yı Doğu'ya ya da Doğu'yu Batı'ya tercih eden bir tutum içerisinde de olmadığını bize gösteriyor. Türkiye'nin çok yönlü dış politikasının, iştahla bulduğu her dala tutunan bir acemilikten de oldukça uzakta olduğu hali hazırda hatırlatılmaya devam ediliyor. Bunun için Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dış politikada acemilikten çok, temkinli ve düşünülmüş adımlar atıldığını açıkça gösteren 19 Eylül 2023 tarihli açıklamasını örnek olarak not düşebiliriz:

"Batı ne kadar güvenilirse Rusya da en az o kadar güvenilirdir."

21. Yüzyılda Türkiye'nin Dış Politikası

Prof. Dr. Ramazan Erdağ

Kadim Yayınları, 2023