Sosyal Devletin Şirazesi

Ali K. Metin/ Şair, Yazar
5.12.2019

Geleneksel anlamıyla bakıldığında ise kerim devlet bugün elbette fazlasıyla vardır. Fakat bu, daha açık ifade etmek gerekirse, yoksullukla mücadele etmeyi, dahası yoksulluğu ortadan kaldırma hedefini birinci düzeyde önceleyen bir sosyal devlet anlayışına evrildiği düzeyde ayırt edici bir niteliğe kavuşacaktır. Tabir caizse kapitalizmin yanaşması konumundaki bir sosyal devlet anlayışı bizim için ancak konjoktürel bir zorunluluk olabilir, tercih değil.


Sosyal Devletin Şirazesi

Sosyal devletin bir tercih mi yoksa zorunluluk mu olduğu sorusu, özü itibariyle belirleyici bir niteliğe sahip. Sosyal devlet politikalarının nereye doğru evrileceğini öngörmede bize bu sorunun cevabı önemli bir tutamak sağlayacaktır. Ne ki diğer taraftan soruyu iki ayrı düzlemde ele almamızın şart olduğunu da dikkate almamız gerekiyor. Batı kapitalizminin tarihi seyri içinde sosyal devlet olgusunun ortaya çıkma sebepleriyle Doğu dünyasının, özelde Türkiye’nin şartlarını aynı bakış açısıyla ve aynı saiklerle değerlendirmemiz kanaatimce doğru olmayacaktır. Ne kadar batılılaşmış olursak olalım, sosyo-politik kodlarımızın ve reflekslerin geliştirdiğimiz devlet tecrübesinde halen etkili olmaya devam ettiğini varsayabiliriz. Emin olamayız ama varsayabiliriz, zira bizde devletin sınıfsal niteliklerini tebarüz ettirecek bir devamlılıktan hala bahsedebilecek noktada değiliz. Kemal Tahir’in tabiriyle “kerim devlet” olgusu bizde “her şeye rağmen” varlığını ciddi düzeyde sürdürüyor. Bunun saf bir olgu olduğunu söylememiz elbette mümkün değil. Neo-liberal devletle kerim devlet arasındaki ilişki düzeyine bakıldığında kerim devletin baskın konumda olduğunu söylemek sanıyorum bugün için bile fazla hamasi olur. Modernleşme hikayemizin diğer alanlarındaki tezahürlerinde olduğu gibi, burada da iki devlet anlayışı/refleksi arasında iç içe geçmeler söz konusu olmaktadır. Hatta biz bunu iki ayrı devlet anlayışının tabir caizse birbiriyle izdivacından zuhur eden bir vakıa olarak yaşıyoruz: Yahya Kemal’in ifadesiyle değişerek aynı kalma hadisesi cari. Tam da bu anlamda kerim devlet anlayışının kendisini hangi düzeyde devam ettirdiğinden emin değiliz. Dolayısıyla sosyal devleti ve bunun icabı olan sosyal politikaları kerim devlet anlayışından tevarüs edip etmediğimizden de emin olamayacak kadar farklı dinamiklerin daha açıkçası dış faktörlerin etkisi altında şekil almaya devam ediyoruz. Ekonomi-politiğimiz bütünüyle neo-liberal prensiplere göre teşekkül etmekte. Sosyo-politiğimiz ise kerim devletin iz ve yansımalarıyla mücessem. Fakat soru şu: Söz konusu sosyo-politik gerçekten sahici, sağlam bir kerim devlet anlayışının ve refleksinin sonucu mu, yoksa ekonomi-politiğin yani ekonomik rasyonalitenin sosyal bir boyutu olarak mı karşımıza çıkmaktadır?

Türkiye gibi ekonomi-politik açıdan nispeten esnek niteliğe sahip ülkelerde, bu sorunun cevabını kanımca net olarak veremeyeceğiz. Tezatlar muhtemelen bünyemizde kronik bir şekilde  uzun süre daha etkili olmaya devam edecek. Fakat kerim devletle neo-liberal devlet anlayışı arasındaki gerilim ve çatışma alanları derinleştikçe nasıl bir pozisyon geliştireceğimiz meselesi ister istemez daha önemli hale gelecek. Bununla beraber, küreselleşme süreci içinde hiçbir şey yerinde sabit olarak durmuyor. Batı toplumlarının neo-liberalizmi ne şekilde sorgulayacakları ve dönüştürecekleri hususu, belki bizim geliştireceğimiz pozisyondan çok daha ciddi değişimlere ön ayak olabilecektir. Nitekim görünen kuvvetli ihtimal de bu. Yaşadığımız küreselleşme gerçeği, bütün yönleriyle bu ihtimali daha da kuvvetlendiriyor.  

Sosyal devlet olgusu

Batı kapitalizminin gelişme seyrini sosyal devlet merceği altında belki de yeniden bir gözden geçirmemiz gerekiyor. 19. yüzyılda, İngiltere merkezli olarak vahşi kapitalizmin meydana getirdiği sefalet ve yoksulluk tablosu karşısında ilk sosyal politika uygulamalarının görülmeye başlanması gayet tabii anlamlı. Dolayısıyla sosyal politika uygulamalarının bir tercih mi yoksa zorunluluk mu olduğunu öncelikle bu gelişmeler ışığında değerlendirmemiz gerekir. Sosyal yardımlar kapsamında başlayan ilk uygulamaların Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Keynesçi ekonomi-politikalarla yeni bir boyuta evrilmesi ise, doğrudan sistemin yani klasik liberalizmin kodlarına yönelik bir müdahale ve dönüşüm anlamına gelmektedir. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler şeklindeki klasik anlayışa karşı artık sosyal haklar dikkate alınmaya başlanmış, çalışma hakkı, insanlık onuruna yaraşır ücret hakkı gibi insani ve ahlaki kriterler ağırlık kazanmıştır. Bu süreçte ya ekonomik düzenin (kapitalizmin) aklıyla toplumsal ve siyasal akıl (iktidar aklı) arasında bir ayrışma meydana gelmiş ya da bizatihi kapitalist aklın kendisi daha insani ve ahlaki reflekslerle kendisini dönüştürme ihtiyacı hissetmiştir. Bir üçüncü şık da, her iki aklın birbiriyle mütenasip bir temayül içine girmesidir. Anti-kapitalist mahiyetteki bazı ezberleri bırakırsak üçüncü şıkkın doğru olma ihtimalini hayli ciddiye almamız lazım. Kapitalist patronları tümüyle gayri insani bir egoizme irca eden okuma ve teorileştirmeler, bizi aslında gerçeğe yabancılaştıran bir rol de oynamaktadır. Buradan baktığımızda, sosyal devletin kapitalizm için birtakım sosyal, siyasal risklere karşı salt bir güvenlik sibobu olarak  devreye sokulduğunu ileri sürmek, ilk başta mantıksız gelmese bile, en azından ihtiyatla karşılanması gereken bir soyutlama diye kabul edilmeli. Gerçekten de sözkonusu bu soyutlamayı, sosyal devlet uygulamalarının çalışma hayatındaki ilk örneklerini veren Henry Ford’un çalışma ve yöntemleri üzerinden sorguladığımızda sorularımızın cevabını sandığımızdan farklı verebiliriz. Ford’un uygulamalarının Keynesci ekonomi-politiğin kılavuzluğunda hayata geçirildiğini biliyoruz. Fakat Ford’un ne yaptığına baktığımızda bunun tamamen siyasal-toplumsal aklın bir dayatması olmadığını, ekonomik aklın dönüşümüyle ilgili bir boyut içerdiğini fark ederiz.  Ford’un kapitalist-ekonomik aklı, işçilerin sadece çalışan olmadığına dair bir dikkat ve/veya hassasiyetle denebilir ki tekamül etmeye yönelik bir irtifa kaydetmiştir. “Ford, işçilerinin sadece bir çalışan olmadığının, hayatlarının sadece bir bölümünü çalışmaya ayırdıklarının, diğer bölümlerinde ise birer tüketici olduklarının farkındaydı. Bu nedenle sadece üretim süreciyle ilgilenmeyi bir eksiklik olarak görüyordu. Çalışma koşulları nasıl iyi düzenlenip verimlilik sürekli kılındıysa; işçilerin boş zamanları ve aile hayatları da iyi düzenlenmeliydi” (Zencirkıran-Baştürk 2019, 89). Buna göre çalışma şartlarının ve ücretlerin iyileştirilmesi verimliliğin bir gereği olarak ortaya çıkar. Yüksek ücretler ve yaygınlaştırılmış sosyal güvenlik hakları, üretimle beraber pazarda da büyüme sağlayacaktır. Burada asıl dikkat etmemiz gereken nokta, çalışanların durumundaki iyileşmenin Keynes’in iktisadi öğretisiyle eşzamanlı niteliğidir. Dolayısıyla bunu, ekonomik akılla siyasal-toplumsal akıl arasındaki diyalektik ilişkiden bağımsız mütalaa etmek gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Sermayenin isterleri değişmese bile anlayış tarzı değişebilir, değişmektedir. Sosyal devlet politikalarının kapitalizme karşı insani, toplumsal hassasiyetlerden beslenen bir anlayış çerçevesinde gelişme kaydetmesi işin en belirleyici tarafıdır. Tabii sosyal devleti mümkün kılacak ekonomik büyüme 1940’lardan itibaren gelişmiş ülkelerde kendisini göstermiş, sosyal devlet uygulamaları bu sayede ivme kazanmıştır. Sovyet bloğunun meydana getirdiği toplumsal-siyasal atmosfer de ayrıca sosyal devlet uygulamalarını ciddi bir zorunluluk olarak tebarüz ettirmiştir. Ekonomik verimlilikle beraber işçi haklarına ve adalete yönelik talepler bu süreçte etkisini güçlü bir şekilde göstermeye başlamıştır.

Bu çerçevede, sosyal devlet uygulamalarının Batı dünyasında büyük ölçüde bir zorunluluk olarak ortaya çıktığını tespit edebiliyoruz. Bunun büyük ölçüde değil de tamamen böyle olduğunu söyleyebilmemiz için kapitalist-ekonomik aklı dediğimiz gibi bütün insani ve ahlaki hassasiyetlerden soyutlamak gerekir. Ford’un 1930’larda Kuzey Alabama’da kurduğu sanayi platosunu “Bir çalışma uygarlığı inşa etmek” diye tanımlaması (Age, 92), sahip olduğu kapitalist motivasyonun kanımca ekonomi-ötesi boyutunu ortaya koymaktadır. Öyle veya böyle, kapitalizm, Ford örneğinde görüldüğü üzere, sosyal devlete temel olan ihtiyaçlar ve yaklaşımlar temelinde evrilmek zorunluluğu içindedir. Bunun kapitalizmin aleyhine bile olsa zorunlu bir süreç olarak devam edeceğini söylemek mümkün. Zira sosyal hakları temel insani haklardan ayrıştırmamızın giderek daha zorlaştığı bir sürecin içindeyiz. Sadece temel insan haklarıyla da sınırlı değil, egoist bir düzene karşı güven ve dayanışma ruhuyla beslenen toplumsal/kolektif ruhun temayüz etmesi önemli bir ihtimal ve imkan olarak önümüzde durmaktadır. Bauman, sosyal devletin temeli olarak tam da bu noktaya işaret eder: “Sosyal devlet, topluluk fikrinin nihai modern tecessümü olmuştur. Yani karşılıklı bağımlılık, adanmışlık, sadakat, dayanışma ve güvenin farkındalığıyla kabulü sayesinde örülmüş hayali bir bütünlüğün modern formu içinde, bu fikrin kurumsal düzlemde yeniden canlanışıdır” (Bauman 2019, 60).  Sosyal devlet, insanın insanın kurdu haline geldiği, herkesin herkesle savaştığı acımasız bir rekabet dünyası karşısında toplumsal ve siyasal aklın insan onuruna daha fazla sahip çıkma dürtüsüyle kendi tarihsel evrimini derinleştirecek gibi gözüküyor. Özgürlükle güvenlik, egoizmle insan onuru arasındaki gerilim Batı dünyasının karakteristiğini oluşturan diyalektik bir süreç içinde şekillenmeye muhtemelen devam edecektir.

Kerim devletin bugünü ve geleceği

Bize gelince; kerim devlete atfettiğimiz değer ve özelliklerin sahiciliğine veya halen diri bir şekilde mahfuz olup olmamasına bağlı olarak değerlendirilmesi gereken bir süreçten geçiyoruz. 1961 Anayasası’nın 41. maddesinde yer alan “İktisadi ve sosyal hayat, adalete, tam çalıştırma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir” hükmü içindeki “insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi” ölçütünün 1982 Anayasasının 55. maddesinde yer almamasını düşündürücü bir sapma olarak tespit etmemiz lazım. 82 Anayasası’ndaki bu eksiltmeye karşılık, yeşil kart uygulamasından genel sağlık sigortasına, Fak-Fuk Fon’dan dezavantajlı grupların bakım hizmetleri ve istihdamında yapılan büyük artışlara kadar, geldiğimiz nokta itibariyle aşırı yoksulluğun ortadan kaldırıldığı, insani gelişme endeksinin nispeten daha iyileşiği bir dönem içinden geçiyoruz. Bu anlamıyla kerim devlet, bilhassa sosyal güvenliği ve bütünleşmeyi sağlamaya yönelik hizmetlerle varlığını hissettirmekte. Bunu, sosyal riski azaltmaya yönelik ekonomi-politik bir sebeple izah etmeyi ise esasen doğru bulmam. Ancak kerim devlet değerleri açısından olması gereken nedir diye sorduğumuzda, bunun ekonomik-kapitalist aklın isterlerine karşı bizi başka bir iktisadi düzleme taşıması gerektiğini ifade edebilmeliyiz. Kerim devletin bir zorunluluk değil de bir tercih olarak temayüz edebilmesi için, kapitalizmin büyüme ve verimlilik talepleriyle bir yüzleşme eğilimi ve çabası içine girmeye ihtiyaç vardır. Aksi halde kerim devlet nosyonu, Batı/modernite tandanslı olarak gelişen sosyal devlet politikalarının ötesine bizi taşıyamaz. Bize özgü bir değer veya farklılık olma özelliğini bugün itibariyle kaybetmiş olur.

Geleneksel anlamıyla bakıldığında ise kerim devlet bugün elbette fazlasıyla vardır. Fakat bu, daha açık ifade etmek gerekirse, yoksullukla mücadele etmeyi, dahası yoksulluğu ortadan kaldırma hedefini birinci düzeyde önceleyen bir sosyal devlet anlayışına evrildiği düzeyde ayırt edici bir niteliğe kavuşacaktır. Tabir caizse kapitalizmin yanaşması konumundaki bir sosyal devlet anlayışı bizim için ancak konjoktürel bir zorunluluk olabilir, tercih değil. Bu zorunluluğu nasıl aşabileceğimizi tabii ki iyi düşünmeliyiz. Ama daha öncesinde, bu ihtiyacı duyacak düzeyde ahlaki, sosyal hatta ideolojik bir tecessüse ihtiyacımız var. Değilse,  kendimizi gelişmiş ülkelerin sosyal devlet değerleri ve uygulamalarıyla test etmekten öteye gidemeyiz. Şu an itibariyle bakıldığında da gidemiyor gibiyiz.

[email protected]

Kaynaklar
Zencirkıran, Mehmet-Baştürk, Şenol (2019), Çalışma ve Endüstri Sosyolojisi, Dora Yayınları.
Bauman, Zygmunt (2019), Borçlu Zamanlarda Yaşamak, Çev: Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları.