Sosyal ve beşeri bilimlerin indekslerle imtihanı

Prof.Dr. Ayşe Zişan Furat (İstanbul Üniversitesi) - Doç.Dr. Mehmet Yalçın Yılmaz (İstanbul Üniversitesi)
9.12.2025

Batı akademisinin uzun süredir nicel metrikler, atıf sayıları ve sıralamalar etrafında şekillenen ölçüm rejimini tartıştığı bir dönemde, Türkiye açısından asıl mesele, bu ölçüm rejimini sorgusuz sualsiz içselleştirmek değil, bilimsel alanın özerkliğini ve çoğulluğunu koruyacak alternatif imkânları çoğaltmaktır.


Sosyal ve beşeri bilimlerin indekslerle imtihanı

Prof.Dr. Ayşe Zişan Furat (İstanbul Üniversitesi) - Doç.Dr. Mehmet Yalçın Yılmaz (İstanbul Üniversitesi)

YÖK Başkanı Prof. Dr. Erol Özvar geçtiğimiz hafta Araştırma Üniversiteleri Değerlendirme toplantısında araştırma üniversitelerinin izleme değerlendirme süreçlerindeki yayınlara ve dünyadaki indeks kuruluşlarına değindi. "Biz artık 2026'dan itibaren Web of Science yerine Scopus ile devam edeceğiz." ifadeleri Türkiye akademisinde hararetli bir tartışma başlattı. (https://www.yok.gov.tr/tr/news/arastirma-universiteleri-2025-siralamasi-aciklandi-WJaoS)

Bu açıklamanın ardından özellikle WoS ve Scopus başta olmak üzere alan indekslerinin Türkiye'deki akademik üretim içindeki konumu, bu indekslerde taranan dergi ve kitaplarda nasıl yayın yapılacağı ve bu tercihin yapısal sonuçlarının neler olacağı yoğun biçimde tartışılmaya başlandı. Özvar'ın WoS yerine Scopus'u önceleyen bu beyanı, başta ÜAK doçentlik kriterleri olmak üzere, üniversitelerin akademik atama ve yükseltilme ölçütleri, akademik teşvik mekanizmaları, kalite güvence sistemleri ve performans göstergeleri gibi pek çok alanda muhtemel etkilerin ne olacağına dair soru işaretlerini de beraberinde getirdi; beklendiği üzere Türkiye akademisinde yeni bir tartışma hattı oluşturdu.

Özetle, sağlık ve fen bilimleri alanlarındaki araştırmacıların bir kısmı WoS'ta taranan dergilerden memnun olduklarını, küresel bilimsel ölçütler açısından WoS'un vazgeçilmez bir referans olduğunu savunurken hatırı sayılır bir akademisyen grubu ise bu dergilerde, özellikle de WoS evreninde yayın yapmanın hem süreç yönetimi hem de maliyet açısından son derece zorlayıcı olduğunu dile getiriyor. Sosyal ve beşerî bilimler söz konusu olduğunda tablo daha da çarpıcı bir hâl alıyor; bu alanlarda çalışanların önemli bir bölümü WoS evreninde görünür olmanın, Türkiye sosyal bilimleri açısından neredeyse imkânsız bir hedef olduğunu vurguluyor.

Oysa bu tartışmalarda çoğu zaman göz ardı edilen temel sorulardan biri, söz konusu alan indekslerinin birbirlerinden hangi açılardan ve ne ölçüde farklılaştığı. Bu yazıda WoS, Scopus ve TR Dizin'i bu mercekten karşılaştırdık. Ortaya çıkan tablo günümüzdeki akademik üretim trendlerini, bilginin nasıl ölçüldüğünü ve hangi yapısal öncelikler tarafından yönlendirildiğini anlayabilmek açısından önemli ipuçları sağlıyor.

Tablo genel olarak incelendiğinde, WoS, Scopus ve TR Dizin'in hakemlik, düzenli yayın, etik ilkelere uyum, çevrimiçi erişim ve kurumsal kapasite gibi temel editöryal kriterlerde büyük ölçüde örtüştüğü görülmektedir. Asıl belirleyici fark, WoS ve Scopus'un atıf/etki metriklerini hem dergi seçiminin hem de indeks içi hiyerarşinin merkezine yerleştirmesine karşılık, TR Dizin'in etki faktörünü bağımsız ve hegemonik bir ölçüt olarak esas almamasıdır. Böylece WoS ve Scopus bilimsel değeri ağırlıklı olarak atıf performansı üzerinden tanımlarken, TR Dizin ulusal yayıncılık standartlarını önceleyen farklı bir değerlendirme zemini sunmaktadır. Bununla beraber içinde bulunduğumuz bu tablo aşağıdaki başlıkları gündeme getirmektedir:

Tekelci atıf sistemi

WoS ve Scopus'un TR Dizin'den ve pek çok diğer alan indeksinden ayrıldığı temel nokta, etki faktörünü bizzat indeksleme kriterinin merkezine yerleştirmesidir. İndekslere kabul edilen dergilerin değeri, büyük ölçüde bu etki ölçütü üzerinden tanımlanmakta; etki faktörü de yalnızca ilgili veritabanının kendi evreni içinde yer alan dergilerden gelen atıflar üzerinden hesaplanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, WoS ve Scopus kendi kendini besleyen kapalı bir atıf ekosistemi kurmakta; bu ekosistemin dışında kalan dergilerde yayımlanan çalışmalar ise fiilen görünmezleşmekte, dolayısıyla değersizleşmektedir.

Bu kapalı yapının pratikteki yansımalarından biri, bazı dergilerde editörlerin yazarları kendi indeks evrenlerine ait dergilere atıf vermeye açık ya da örtük biçimde teşvik etmeleridir. Böylece bilgi, aynı epistemik küre içinde dolaştığı sürece "değerli" kabul edilmekte; indeks evreninin dışında üretilen literatür ise yankı odasının duvarına çarpıp sönümlenen bir gürültüye indirgenmektedir.

Bu durum yalnızca atıf ağını değil, konu tercihlerini de tekelleştirmektedir. Pierre Bourdieu'nun bilim alanının otonomisini tehdit eden ekonomik ve politik sermaye türlerine ilişkin uyarıları hatırlandığında, atıf sayısı, etki değeri ve sıralama ölçümlerinin "bilimsel sermaye"nin tarafsız teknik göstergeleri gibi sunulduğu; oysa çoğu durumda bilgi üretiminin özsel değerini değil, kapitalist akademik yayıncılık pazarının iç dinamiklerini yansıttığı görülmektedir. Böyle bir bağlamda, atıf alma kapasitesi yüksek, küresel ilgi çeken temalara öncelik verilmesi; yerel ihtiyaçlar, ulusal öncelikler ya da ülke çıkarları açısından hayati olan meselelerin ise ikincil plana itilmesi anlamına gelmektedir. Araştırmacı açısından bakıldığında Bourdieu'nun kavramsallaştırdığı bilimsel habitus, indeks sistemlerinin dayattığı bu metriklere göre yeniden biçimlenmekte; atıf potansiyeli yüksek "trend" başlıklar kovalamak ile kendi toplumunun somut sorunlarını dert edinmek arasındaki gerilim derinleşmektedir. Zamanla ölçüt, bilginin epistemik ve toplumsal katkısı değil, bu ölçüm rejimlerinin ödüllendirdiği atıf getirisinin yüksekliği hâline gelmekte; indeks sistemleri de bilimsel alanın otonomisini tedricen "kolonize eden" bir düzenek işlevi görmektedir.

Alan ayrımını gözetmeyen kriterler, alana özgü sonuçlar

WoS, Scopus ve TR Dizin'in tümü, yüzeyden bakıldığında disiplinler üstü, "alan-agnostik" denilebilecek bir kriter setiyle çalışmaktadır. Hakemli yayın yapma, düzenli periyotlarla yayımlanma, yayın etiği kurallarına uyum, çevrimiçi erişilebilirlik, belli bir atıf görünürlüğüne sahip olma gibi ölçütler, sağlık bilimleri dergileri için de, mühendislik dergileri için de, sosyal bilim dergileri için de ortak kriterler olarak kullanılmaktadır. TR Dizin'in etki faktörünü doğrudan bir eşik olarak tanımlamaması bu anlamda bir istisnadır.

Ne var ki disiplinler bilgi üretim ritimleri ve yayın kültürleri açısından birbirinden radikal biçimde farklıdır. Sosyal ve beşerî bilimlerde atıf birikimi görece yavaş ilerler; kimi zaman tek bir kavram, tek bir metin onlarca yıl sonra yankı bulur ve düşünce tarihini etkiler. Kitap ve kitap bölümü hâlâ başat akademik türler arasındadır; yerel dillerde, yerel bağlamlara odaklanan tikel çalışmalar, alanın hafızasını ve kavramsal derinliğini oluşturur. Buna karşılık sağlık ve mühendislik bilimleri, hızlı veri üretimi, kısa süreli proje döngüleri ve çok yazarlı makale kültürü ile tanımlanmaktadır.

Dolayısıyla, WoS ve Scopus'un etrafında şekillenen ortak metrikler, görünüşte nötr olmakla birlikte, fiiliyatta sosyal ve beşerî bilim dergilerini yapısal olarak dezavantajlı bir konuma itmektedir. Yavaş işleyen atıf dinamikleri, tek yazarlı ve teorik çalışmaların ağırlığı, yerelin biricik ve tikel sorunlarına odaklanma, metodolojik tartışmalara ve kavramsal çerçeve inşasına öncelik verilmesi, bu alanların doğasından kaynaklanan hususlardır. Ancak alanların bu özgünlüğü, indeks kriterleri düzeyinde yeterince hesaba katılmadığında, sosyal bilimler "yetersiz performans sergileyen" disiplinler gibi görünmekte ve buna göre sınıflandırılmaktadır.

Bu resme bir de indekslerin günümüzde güçlü sanayi, teknoloji ve finans şirketlerinin düşük maliyetli Ar-Ge süreçlerinde yaygın başvuru kaynağı hâline gelmesi eklenmelidir. Şirketlerin beklentisi, kısa sürede ticarileşebilecek yenilikçi çıktılar ve hızla cirolara yansıyan buluşlardır. Böyle bir dünyada felsefe, sanat, filoloji, yerel hukuk, tarih ya da din çalışmaları gibi alanların yürüttüğü uzun erimli, çoğu zaman eleştirel ve sistem sorgulayıcı araştırmalar, aynı ölçüt setine tabi tutulduğunda kaçınılmaz olarak geri planda kalmaktadır. Kısacası, doğrudan "veri" üreten ve bu veriyi hızla pazarlanabilir ürüne dönüştürebilen çalışmalar ile insanlığın belleğini, değerler sistemini ve eleştirel düşünme kapasitesini besleyen çalışmalar aynı çuvala konulmaktadır; temel itirazımız tam da bu noktadadır.

"Uluslararasılık" kaygısı

WoS ve Scopus'un indeksleme politikalarında "uluslararasılık" çoğunlukla dil, kurumsal dağılım ve atıf ağlarına eklemlenme üzerinden tanımlanmaktadır. Derginin İngilizce yayın yapması ya da en azından İngilizce başlık ve geniş özet sunması, editör ve yazar kurullarında farklı ülkelerden isimlerin bulunması, küresel atıf ağlarına bağlanabilmesi, "uluslararası dergi" olmanın başlıca göstergeleri olarak kabul edilmektedir.

Bu çerçeve, ilk bakışta akademik dünyanın "ortak dili"ni ve "ortak standartları"nı teşvik ediyormuş gibi görünse de gerçekte merkez–çevre ayrımını sürekli yeniden üreten hiyerarşik bir yapı inşa etmektedir. İngilizce konuşulan ülkelerdeki üniversiteler, yayınevleri ve araştırma gündemleri kendiliğinden "merkez" konumuna yerleşirken, yerel dillerde yürütülen tartışmalar, yerel kavram setleri ve yerel literatürler çoğu zaman tali, ikincil ve hatta "bilimsel meşruiyeti tartışmalı" alanlara itilmekte, dolayısıyla görünmez kılınmaktadır.

Nitekim Wallerstein'ın özellikle işaret ettiği sosyal bilimlerin 19. yüzyıldan itibaren disiplinlere bölünmüş kurumsal yapısı ve bu yapıyı tahkim eden metodolojik sınırlar, kolonyal merkez–çevre mantığını bilgi alanında yeniden üreten bir zemin oluşturmaktadır. Bu çerçevede de "evrensel" sosyal bilim iddiası büyük ölçüde Batı merkezli bir epistemik inşa üzerine oturmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında, yalnızca indekslerin dili ve coğrafi dağılımı değil, bizzat sosyal bilimsel bilginin neyin "geçerli yöntem", neyin "meşru konu" sayıldığı üzerinden kurgulandığı çerçeve de Avrupa merkezciliği, epistemik tekilliği ve tek tip bilimsel model dayatmasını yeniden üretmektedir. Oysa sosyal bilimlerin başka kültürlerin, başka bilgi geleneklerinin ve farklı epistemik bakışların varlığını tanıyacak, onları eşit kurucu unsur olarak içerecek biçimde yeniden düşünülmesi gerekmektedir. Bu indeksleme sistemleri ise tam tersine, merkez ülkelerin epistemik hegemonyasını tahkim ederken çevre ülkeleri esasen veri sağlayan; merkezde konumlanan dergileri ise teorik çerçeve ve kavram üreten otorite mevkiinde tutmaktadır.

Bu tablo içinde, kendi toplumunun sorunlarına kendi kavramlarıyla yaklaşmaya çalışan bir sosyal bilimci, bir yandan "uluslararası görünürlük" baskısı altında İngilizce üretime zorlanmakta, diğer yandan yerel dildeki metinlerinin atıf sistemine kaydedilmediği bir düzende görünmezleşmektedir. Sonuçta, "uluslararasılaşma" söylemi çoğu zaman bilimin dolaşımını kolaylaştıran bir araç olmaktan çıkmakta; tek bir dilin, tek bir epistemik merkezin ve tek bir normlar setinin dünya ölçeğinde tahkim edilmesine hizmet eden ideolojik bir süzgeç işlevi görebilmektedir.

Akademik üretimin maliyeti

Bu tablonun dışında kalan, ancak göz ardı edilmemesi mümkün olmayan bir diğer boyut ise söz konusu indeksli dergilerde akademik üretimin maliyetidir. Genellikle akademik kaliteye ilişkin tartışmalarda arka planda kalan bu mesele, araştırmacıların bu indekslerde yayın yapabilmek için yalnızca entelektüel emek değil aynı zamanda ciddi bir maddi yatırımda bulunmaları gerektiği anlamına gelmektedir. Özellikle Q1 sınıfındaki dergilerde makale işlem ücretlerinin (APC) zaman zaman astronomik düzeylere ulaşması, yalnızca bireysel bütçeler açısından değil, kamusal kaynak kullanımı bakımından da üzerinde düşünülmesi gereken bir tablo ortaya çıkarmaktadır.

Türkiye'deki üniversiteler, küresel sıralama listelerinde yükselme hedefleri doğrultusunda, araştırmacılarının WoS ve Scopus kapsamındaki yayınlarına çeşitli teşvik ve fon mekanizmalarıyla maddi destek sağlamaktadır. Ancak bu desteğe erişemeyen araştırmacılar için aynı dergiler fiilen kapalı hâle gelebilmektedir. Nitekim geçtiğimiz günlerde karşılaştığımız bir hadisede üniversite dışında araştırma hastanesinde uzmanlık yapan hekimlerin bu dergilerde yayın yapabilmek için talep edilen 2500 Dolar ücreti karşılamakta zorlandıklarını ve ilgili dergi editörlerine maaşlarının düşüklüğünü izah ederek adeta yalvarırcasına indirim talebinde bulunduklarını görmek içler acısı bir durum. Birçok araştırmacının doçentlik başvurusunda hızlı yayın yapmak için ücretli yayınlara yöneldiğini editörlerin beklentisini karşılayacak tema/kavram/yöntem dayatmasına teslim olmak zorunda olduğunu bütün dünya bilmekte.

Geçtiğimiz aylarda Utrecht Üniversitesi Akademik bilginin kapalı ve ticari sistemler yerine açık ve toplumsal fayda odaklı ekosistemlerde ilerlemesi gerektiğini güçlü biçimde hatırlatarak WoS üyeliğini sonlandırma kararı almıştı. Ayrıca Açık Araştırma Bilgisi Üzerine Barcelona Deklarasyonu, araştırma bilgisinin (üstveri ya da araştırma bilgisi) şeffaf, erişilebilir ve yeniden kullanılabilir olmasını hedefleyen taahhütlerde bulunuyor. Bu taahhütler, açık bilim ekosisteminde bilgiye herkesin erişimini sağlarken akademik sistemin daha adil ve hesap verebilir olmasını amaçlıyor. (https://www.zehrataskin.com/index.php/2025/09/10/bir-universitenin-wos-aboneligi-kararini-sonlandirmasi-ne-soyler/)

Esasında tartışmalarımızın temelinde yer alan akademik dünyanın yayıncılık ve indeks tartışmaları dünyanın da gündeminde. Yakın zamanda Türkçe çevirisiyle karşımıza çıkan Peter Fleming, Dark Academia kitabında yalnızca İngiliz üniversitelerinin değil, neo-liberal çağın tüm yükseköğretim kurumlarının içine sıkıştığı "ölçülebilirlik kültürü"nün eleştirisini yapıyor. Artık akademinin küresel dili sayılarla konuşuyor: puanlar, endeksler, sıralamalar, memnuniyet oranları. Kitapta bu sayısallaşmış evrenin portresini çizerken aslında hepimizin içinde bulunduğu bir küresel laboratuvarı tarif ediyor. (Bkz. https://www.star.com.tr/yazar/kuresel-universite-krizinin-neresindeyiz-yazi-1974118/ )

Küresel düzeyde bakıldığında ise akademik yayıncılık pazarının 2024 yılı itibarıyla yaklaşık 27,4 milyar dolarlık bir hacme ulaştığı, 2025–2033 dönemi için öngörülen bileşik yıllık büyüme oranı ile 2033'te 43 milyar dolar civarına erişmesinin beklendiği görülmektedir. (Growth Market Reports, 2024 Academic Publishing Market). Dijitalleşme, açık erişim modellerinin yaygınlaşması ve özellikle yükselen piyasalardan gelen akademik içerik talebi bu büyümenin başlıca itici güçleri arasında sayılmaktadır. Böylesine büyük ve hızla genişleyen bir küresel pazar içinde Türkiye üniversitelerinin nerede konumlandığı, bu pazara ne ölçüde kaynak aktardığı ve bunun karşılığında nasıl bir akademik katma değer elde edildiği ise artık yüksek sesle sorulması gereken temel sorulardan biridir.

Bu tablo, bizi yalnızca "hangi indekse dâhil olacağız?" sorusuyla değil, "bilimsel alanımızı kimin kurallarına göre inşa edeceğiz?" sorusuyla da yüzleştirmektedir.

Türkiye akademisinin küresel ölçekte dayatılan nicel metriklerin ve ticarileşmiş yayıncılık pratiklerinin pasif bir takipçisi olmak yerine tarihsel ve siyasal iddialarında olduğu gibi kendi tarihsel birikimi ve toplumsal ihtiyaçları doğrultusunda özgün bir akademik evren kurması gerekmektedir. Bu çerçevede TR Dizin, atıf metriğini "hegemonik" bir ölçüt olarak dayatmadan, ulusal akademik alanın kendi iç dinamiği içinde işleyen bir görünürlük ve standardizasyon mekanizması sunma potansiyeline sahiptir. Böylece özellikle sosyal bilimsel bilgi üretimi, yalnızca küresel atıf ağlarının dar kriterlerine göre değil, ulusal bilim politikasının hedefleri ve ülkenin somut ihtiyaçları doğrultusunda da değerlendirilebilecektir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmalarında sıklıkla vurguladığı millî ve yerli çözümler ile ortaya koyduğu gelecek vizyonu, yükseköğretim alanı için de somut bir yön tayin etmektedir. Cumhuriyetin kurucu felsefesinde yer alan "muasır medeniyet" idealinin bugün "Türkiye Yüzyılı" kavramıyla daha da güç kazanması, bu vizyonun sadece siyasal ve ekonomik alanlarda değil, akademik alanda da kendi kurumsal ve epistemik zeminimizi inşa etme çağrısı olarak okunmasını zaruri kılmaktadır. Bu idealin akademik dünyadaki karşılığı ise, küresel ölçekte tanınan ama kendi kavram seti ve önceliklerine sahip özgün bir akademik evren kurmaktır. Bu vizyon doğrultusunda TR Dizin'in dünya akademisindeki konumu güçlendirilmeli; günümüzün teknolojik imkânları kullanılarak Türkiye'deki dergi ve kitapların dijital ortamda dünya dillerini destekleyecek biçimde yaygınlaştırılması, farklı dil topluluklarının erişimine açılması sağlanmalıdır. Böylece ulusal yayıncılık ekosistemi tahkim edilirken, Türkiye kaynaklı bilgi üretimi küresel dolaşıma kendi epistemik dili, kendi tarihsel birikimi ve kendi öncelikleriyle dâhil olabilecektir. Yakın dönemde ülkemizin mesafe aldığı savunma ekosistemine baktığımızda satın alan, montaj yapan, tüketen bir ülke olmak yerine hayal eden, tasarlayan, üreten ve ihraç eden bir paradigmaya yöneldiğimizi görmekteyiz. Kültürel ve akademik alanın da kendi paradigma dünyamızla inşası ve dünyaya yayılması imkânsız değildir.

Batı akademisinin uzun süredir nicel metrikler, atıf sayıları ve sıralamalar etrafında şekillenen ölçüm rejimini tartıştığı bir dönemde, Türkiye açısından asıl mesele, bu ölçüm rejimini sorgusuz sualsiz içselleştirmek değil, bilimsel alanın özerkliğini ve çoğulluğunu koruyacak alternatif imkânları çoğaltmaktır. Son tahlilde unutulmaması gereken husus şudur: Esas olan, bir çalışmanın hangi endekste göründüğü ya da kaç puan getirdiği değil, üretilen bilginin bilime ve akademik tartışmaya yaptığı gerçek katkıdır; bilimsel üretimin değeri, reyting tablolarında değil, zaman içinde meslektaşların zihninde ve insanlığın ortak hafızasında bulduğu karşılıkla ölçülmelidir.