Soykırıma karşı adalet arayışı

Prof. Dr. Cengiz Gül/ Erciyes Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
20.10.2023

Vahşet ve barbarlıkta sınır tanımayan İsrail'in organize ve sistematik soykırımlarına karşı Filistin Devleti'nin, 2012'den beri BM bünyesinde “gözlemci devlet” statüsüyle kabul edilmesinin de hukuki desteğiyle, daha önce dört defa yaptığı gibi, Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne başvurmasının önünde hukuki bir engel bulunmamaktadır. Zaten Filistin'in, UCM'nin temel aldığı Roma Statüsü'ne taraf olduğu konusunda, 2021 yılında Mahkeme'nin “Ön Yargılama Dairesi”nin oy birliğiyle aldığı bir karar da bulunmaktadır.


Soykırıma karşı adalet arayışı

Tarihlerin, 7 Ekim 2023'ü gösterdiği günün sabahında başlayan Filistin – İsrail çatışması, hem o ana kadar İsrail'in saldırılarına hep reaksiyon gösteren Filistin'in, bu defa ilk aksiyona geçen taraf olmasıyla, hem de İsrail'in, ilk kez karşılaştığı böyle bir aksiyon karşısında, aşırı bir vahşet ölçeğinde, soykırıma dönüşen toplu katliamlara girişmesiyle, önceki çatışmalardan bir hayli farklılaşmaktadır. Burada, şimdiye kadar, İsrail'in işgal, zulüm ve katliam eylemlerine karşı savunma refleksiyle hareket eden Filistin'in, ilk defa bir aksiyon gösteren ve hücuma kalkan rolüyle öne çıkmasının hukuki mahiyetini tahlil etmek gerekir.

Meşru müdafaa konumunda olan Filistin mi, İsrail mi?

Elbette önceden, hep İsrail'in saldırı ve katliamlarına karşı bir tepki duruşu sergileyen Filistin'in, bu defa, görünürde bir saldırıya maruz kalmadan ilk harekete geçen taraf olması, O'na, son derece orantısız güç kullanımıyla öne çıkan bu savaşın ilk tetikleyici olma vasfını verir gibi dursa da, hakikat nazarında durumun hiç de öyle olmadığını özellikle belirtmek gerekir. Şöyle ki, Batılı küresel sömürgeci devletlerin desteğiyle 1948'de, özellikle Almanya, Polonya, Macaristan gibi değişik ülkelerden taşınarak getirilen Siyonist Yahudi nüfusunun yerleştirilmesiyle, o zaman Filistin coğrafyasının toplamda yüzde 8'lik bir alanında kurdurulan İsrail, günümüzde ise, aynı Filistin coğrafyasının yüzde 85'ten fazlasını işgal ve gasp politikalarıyla ele geçirmek suretiyle, bu toprakları binlerce yıldır vatan edinmiş olan Filistinlileri ve devletini, gittikçe küçülen alanlara hapsetmek ve de katletmek suretiyle tam bir imha ve soykırım hareketine yöneldiğini, tüm eylemleriyle göstermektedir.

1948'de başlayıp 75 yıldır süregelen ve şimdi zirve yapan, Filistinli Müslümanları, canları, malları ve tüm varlıklarıyla imha ve yok etmeye yönelik bu süreci, İsrail'in yürüttüğü tedrici bir soykırım olarak nitelendirmek hiç de abartılı olmayacaktır. Böylesine, çok uzun süredir olağanüstü ölçekte, yaşama alanı daraltılan ve tüm imkânsızlıklarına rağmen, adeta var olma – yok olma mücadelesi veren Filistinli Müslümanların, bu uğurda verdikleri tepki ve direniş hareketlerinin, hukuken tam anlamıyla bir meşru müdafaa halini teşkil ettiğine ise şüphe yoktur. 75 yıldır devam eden bu işgal, zulüm ve soykırım sürecini tasvir etmek adına şöyle bir misalden hareket etmek gerekirse, bu süreçte Filistin'in nasıl bir meşru müdafaa konumunda olduğunu anlamak kolaylaşacaktır. Tapusuna tek başına sahip olduğunuz için tüm mülkiyet hakkı elinizde bulunan evinizin kapısı bir gün zorba ve haydut bir güruh tarafından kırılarak baskına uğradığınızda, gösterdiğiniz tüm haklı tepki ve savunmalara rağmen, bu evin artık kendisinin olduğunu ileri süren bu zorba güruhun, aylar, yıllar içerisinde sizi oda, salon, koridor ve mutfak gibi evin bölümlerinden püskürterek, tüm yaşam alanlarınızı gaspettiği bir ortamda, mallarınızı kaybetmenin yanı sıra, bunları kaybetmemek için gösterdiğiniz direnişlerde can kayıplarına da uğradığınız ve en son aşamada evin balkon duvarına kadar sürüldüğünüz ve düşürülmek üzere olduğunuz da dikkate alınırsa, artık kaybedecek hiçbir şeyin kalmadığı böylesine olağanüstü şartlarda, son bir çıkış ve kurtuluş ümidi adına can havliyle yapılan her hareket, hamle ve saldırının her yönüyle tam bir meşru müdafaa sayılması gerektiği gayet açık bir hukuki realitedir. Zorba ve haydutlar tarafından kendi evinin balkonuna kadar sürülen ve oradan da düşürülmek üzereyken can havliyle yapılan bir meşru müdafaa niteliğindeki bu huruç hareketine karşı, zorba ve haydut güruhunun gerçekleştirdiği karşı eylemler ise, asla bir meşru müdafaa ve savunma hakkının kullanımı olarak değerlendirilemez. Zira hukuken, meşru müdafaaya karşı meşru müdafaa olamaz. Meşru müdafaada bulunan tarafın hareketi zaten hukuka uygun olduğu için, bu harekete karşılık vermek amacıyla yapılan eylemler de hukuken meşru müdafaa kapsamına girmeyecektir. Haksız ve zorba eylemler karşısında kaldığı için, can ve mallarını koruma saiki ve refleksiyle gösterilen haklı ve meşru eylemlere verilen her bir tepkinin, meşru müdafaa sayılmamak bir yana, önceden beri süregelen zorbaca ve vahşice saldırıların yine bir devamı mahiyetinde olduğunu ifade etmek gerekir. Bu perspektiften hareketle, Filistin'de 75 yıldır ve özellikle 1967'den itibaren etkisini iyice artırmış haliyle 56 yıldır devam eden bu işgal, zulüm ve soykırım sürecini sona erdirmek için, 7 Ekim'de Gazze'den başlatılan savunma amaçlı operasyonların, salt bir saldırı olarak değil de, zaten kendisine yönelik on yıllardır süregelen can, mal ve yurtlarına yönelik haksız saldırılara karşı gösterilen meşru müdafaa eylemleri olarak kabulü gerekmektedir. Dolayısıyla Filistin'in bu meşru müdafaasına karşı, İsrail'in, hem de son derece orantısız şekilde güç kullanarak zorbalıkla yaptığı karşı saldırıların ise, bir savunma hakkı ve hukuken bir meşru müdafaa olarak kabul edilemeyeceği gayet net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Orantısız güç kullanımı

Filistin'in meşru müdafaasına karşı İsrail'in, Gazze'de başlattığı son derece vahşice saldırıların ne kadar orantısız bir güç ve şiddet kullanımı niteliğinde olduğunu göstermek adına bazı verilere burada dikkat çekmekte yarar vardır. Şöyle ki; İsrail, arkasına ABD, İngiltere ve neredeyse tüm Avrupa Birliği ülkelerinin, hem askeri, hem de maddi - manevi desteklerini almıştır. Elindeki 300 nükleer başlıklı silah başta olmak üzere, ayrıca 600 savaş uçağı, 200 helikopteri, çok sayıda İHA ve SİHA'sı, savaş gemileri, nükleer denizaltısı ve devasa bir kara ordusuna sahip olmak suretiyle yürüttüğü bu aşırı orantısız savaşta, Filistin ise, sadece roketlerle karşılık vermektedir. Yani zahiri sebepler planında, Filistin ile İsrail arasında kabil-i kıyas olmayacak derecede bir güç dengesizliğinin olduğu gayet açık bir şekilde görülmektedir. Bütün bunlara ek olarak da, İsrail'in sahip olduğu bu kadar savaş gücü yetmiyormuş gibi, ABD'nin, dünyanın en büyük savaş gemisi olan ve 90 savaş uçağı taşıyan USS G. Ford Uçak Gemisini, 6 savaş gemisi eşliğinde İsrail'e göndermesi ve peşinden, bununla da yetinmeyip, yine kendisine 6 savaş gemisinin eşlik ettiği USS D. Eisenhower adlı ikinci uçak gemisini de gönderiyor olması ve ayrıca İngiltere'nin de Kraliyet savaş donanmasını Gazze'ye doğru yönlendirmesi de hesaba katıldığında, aradaki askeri ve maddi güç dengesizliğinin ve orantısız güç kullanımının boyutları iyice ortaya çıkmaktadır. Dünyanın en zengin ve güçlü ülkelerinin, İsrail'in mağdur edildiği algısından da hareketle, O'na destek bahanesiyle bir araya gelerek sergiledikleri bu toplu gövde gösterisinin, modern dünyamızdaki en son sürümüyle yeni bir Haçlı Seferi sayılabileceğine burada dikkat çekmek gerekir. Tarihteki hemen tüm Haçlı Seferlerinin ortak gerekçesi ve hedefini oluşturan Kudüs ve çevresinin, bu son örnekte de merkezi bir konumda bulunması ve ABD'nin başını çektiği sömürgeci devlet ve küresel güç odaklarının aynı çizgide saf tutmaları, basit bir çatışma ve savaştan ziyade, şekil ve yöntem değiştirerek kendini gösteren yeni bir Siyonist - Haçlı Seferi ile karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmektedir.

Gazze'de soykırım işleniyor

İsrail'in, tüm bu kara, hava, deniz ve denizaltı savaş gücünü, üstelik bir de, 7 Ekim'den bu yana suyu, elektriği ve yakıtı tümüyle kesilmiş, gıda, ilaç gibi temel ihtiyaç malzemelerinin karşılanmasına da asla izin verilmeyen, ameliyatlar için yeterli tıbbi malzeme bulamayan ve ara sıra açılıp kapanan Refah Kapısı dışında tüm sınır kapıları kapatılarak tamamen kuşatma ve abluka altına alınmış Gazze'deki kadın, çocuk, hasta ve yaşlı demeden tüm Filistinli sivillere karşı gece gündüz süren yoğun bombardımanlarla kullanıyor olması, toplu bir katliamın da ötesinde, vahşice bir soykırım yapıyor olmasından başka bir anlama gelmemektedir. Böylesine aşırı bir orantısız güç ve şiddet kullanımıyla gerçekleşen ve kadın, çocuk, yaşlı ve hasta ayırt etmeksizin tüm sivilleri hedef alan İsrail'in, uluslararası hukuk açısından bir savaş suçu ve insanlığa karşı bir suç işlediği hususunda ise, çok yaygın bir konsensusun oluştuğunu belirtmek gerekir. Zaten uzun süredir tüm sınır kapıları kapalı tutulan ve ayrıca her tarafı duvar ve tel örgülerle kapatılarak kimsenin çıkmasına izin verilmediği için, dünyanın en büyük açık hapishanesi konumunda olan Gazze'nin, 7 Ekim sonrasından itibaren, her türlü temel insani ihtiyaç malzemelerinin ve BM ve diğer uluslararası kuruluşların yardımlarına da yasak konmasıyla, tam ve mutlak bir abluka altına alındıktan sonra, İsrail tarafından çok yoğun bir bombardımana tabi tutulması ve hatta kullanımı açıkça yasaklanmış olan beyaz fosfor bombalarıyla bombalanması, açık bir savaş suçunun işlendiğini göstermektedir. Gazze'nin kuzeyindeki 1 milyon 100 bin kişilik nüfusun, İnsan Hakları İzleme Komitesinin ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün de tüm uyarılarına rağmen, İsrail tarafından yer ve yurtlarından koparılarak güneye gitmeye ve hastanelerin dahi tahliyesine zorlanmaları da, savaş hukukunun tamamen çiğnenerek, sistematik ve zincirleme bir surette savaş suçlarının işlenmekte olduğuna delil teşkil etmektedir. Filistin Devleti'nin, 29 Kasım 2012 yılından bu yana Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde elde ettiği, "üye olmayan gözlemci devlet" statüsü sayesinde, İsrail'in yaptığı, tüm bu savaş suçları için BM ile ilişkili birçok uluslararası kuruluşa başvuru hakkı kazandığını da belirtmek gerekir.

Soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar için adres: UCM

7 Ekim'den bu yana sistematik ve yoğunluğunu gittikçe artıran ölçekteki savaş ve insanlığa karşı suçları pervasızca işleyen İsrail, en son 17 Ekim'de akşam saatlerinde, içinde yüzlerce hasta, hasta yakını ve diğer sivillerin bulunduğu Gazze'deki iki hastaneye yönelik hava saldırılarında bine yakın masum sivili katletmek suretiyle, ne kadar vahşi ve zalim bir soykırımcı örgüt olduğunu tüm dünyaya alenen gösterdi. Batı'nın küresel sömürgeci devletleri tarafından kurulduğu 1948'den bu yana 75 yıldır sürdürdüğü işgal, zulüm ve katliamlarla tamamen terörize olmuş bu yapılanmanın, devlet olarak değil de, ancak bir örgüt refleksiyle hareket etmekte olduğu iyice gün yüzüne çıkmıştır. Vahşet ve barbarlıkta sınır tanımayan İsrail'in bu organize ve sistematik soykırımlarına karşı Filistin Devleti'nin, 2012'den beri Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde "gözlemci devlet" statüsüyle kabul edilmesinin de hukuki desteğiyle, daha önce de dört defa yaptığı gibi, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)'ne, İsrail'in işlemekte olduğu bu soykırım ve insanlığa karşı suçların soruşturulması için başvurmasının önünde hukuki bir engel bulunmamaktadır. Zaten Filistin'in, UCM'nin temel aldığı Roma Statüsü'ne taraf olduğu konusunda, 2021 yılında Mahkeme'nin "Ön Yargılama Dairesi"nin oy birliğiyle aldığı bir karar da bulunmaktadır. Filistin'in, savaş suçlarına ilişkin olarak daha önceki son başvurusuna (2018) itiraz eden İsrail, UCM'nin, yalnızca egemen devletler tarafından gündeme getirilen konuları inceleyebileceğine yönelik bir gerekçe ileri sürmüştü. UCM Meclisi'ndeki hâkimlerin çoğunluğu ise, İsrail'in bu görüşüne katılmadıklarını belirterek, 5 Şubat 2021'de aldıkları kararla da, Lahey'deki UCM'nin, İsrail'in 1967'den bu yana işgal ettiği Filistin topraklarında açık bir yargı yetkisine sahip olduğuna vurgu yapmışlardı. Bu ise, Filistin'in muhtemel bir yeni başvurusunun, UCM tarafından kabul edilebilir olması ve dolayısıyla Filistin tarafından Mahkeme'ye iletilen şikâyetlerin kovuşturulması ve sorumluların yargılanmasının önünde bir engel kalmaması anlamına gelmektedir. UCM'nin 2021 tarihindeki bu kararıyla, İsrail'in, işgal altındaki Filistin topraklarında bugüne kadar işlemiş olduğu insanlığa karşı suçlar, soykırım ve savaş suçları nedeniyle yargılanması da, uluslararası hukuk açısından mümkün hale gelmiş olmaktadır. Tabii ki bu dünyada artık, tecelli edecek bir adalet değeri kaldıysa!...

[email protected]