Söylemden gerçeğe Türkiye’nin ruh yolculuğu

Hasan Hüseyin Öz / Senarist - Yazar
3.01.2015

Burada siyasal tarafgirliğin ötesinde, ruhuyla, gönlüyle bu topraklara bağlı olan bin yıllık geleneğin müntesibi yerlilerin gönülden gönüle yol bulup, anlaşmaları gerekir. Çünkü burası, gönül ehlince mayalanan ve dahi “il gider töre (hukuk, adalet) kalır” hükmünce adaletin merkeze alındığı topraklardır. Dahi, bugünkü dünya sisteminin alternatifini üretecek yegâne vatandır.


Söylemden gerçeğe  Türkiye’nin ruh yolculuğu
Hazin bir yüzyıldı yirminci yüzyıl bizim için. Arta kalan yüz yıllık ‘batılı’ enkaza bakarken ve bugün, “nasıl bu kadar özden uzak düşebildik, nasıl bu kadar maddeci olabildik”in şaşkınlığıyla bir muhasebeye girişmek vakti belki de. Bu bağlamda; direnişini samanlıklarda hikmet tohumu ekerek gösterenlerin, ücra köylerdehakikati öğreterek bugünlere taşıyanların muhteşem destanını anlatmaya koyulurken, o ulvi çabaların bugün bazılarınca nasıl istismar edildiğini de ifşa ederek, aslî borçlu olduklarımıza karşı vefa borcumuzu ödemeye çalışacağız.
 
Bugün, batıcı müktesebatın taşıyıcıları liberallerin, kapitalistlerin, hakikat namına “gırtlağımıza dek Osmanlı tarihinin maddesi ve ruhu içindeyiz” sözünü haykıran Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle susuş kumkuması sosyalistlerin, bu muhteşem destan karşısında nasıl bir tavır içinde olduklarını da yazacağız. 
 
Unutulmaya yüz tutanlara 
 
Bu bölümde bildiklerimizin dışında isimlerini bilmediğimiz yiğitlerin destanı anlatılacak. 
 
Örneğin; bir samanlık köşesinde, kısık sesle Kur’an harflerini tekellüm ettiren, istiğna makamında ‘muhteşem tarihi’ susuşlarıyla gösteren bu kahramanlar, ülkemin geleneğiyle bağının kopmamasına çalışıyorlardı. Onlar zemheride, ümidin tohumlarını yeniden atıyorlardı. 
 
Dışarıda bitpazarı kurulmuş; tarih ve gelenek haraç mezat satılırken, onlar istiğnanın en mahrem yerinde Rablerine yalvarıyorlardı. 
 
Kısık zikirler, tam da bin yıl önce bu topraklara gelen gazi dervişlerin gösterişsiz hayatlarında gizli olan muhteşem bir geleceğin tohumlarını barındırıyordu. Kimi zaman dağ başlarında buluşuyorlar, esenlik vadeden rüzgarın zikir sesini dinleyip, gelecek baharların rahmet yağmurları için dua ediyorlardı. 
 
Hep bu toprakların usaresini terennüm ediyorlardı rüyalarında. Sözle değil gönülle konuşuyorlardı. Gönle inen kelam hükmünce, kemal noktasındaki sözü oğula, kıza darb-ı mesel kavlince söylüyorlar, Allah’ın şol ayetlerini bu topraklarda seyretmelerini sağlıyorlardı. 
 
Onlar, taşıyıcılardı. Çünkü onlar, ilk insanla gelip, son peygamberin risaletince şaşmaz kanunlarla yerleştirilen ebedi hikmetin oluşturduğu çelik nüveyi, bir yıkımın ertesinde herkesin oraya buraya savrulduğu demde gönüllerinde taşıdılar.
Bu ülkenin hikâyesi, geçmişten geleceğe böyle anlatıldı. Böyle söylendi ve biz dahi gönlümüzce böyle hissettik. Ve bin yıllık seddimizi yeniden inşa etmeye giriştik. 
 
Vefamız ve rahmet dileğimiz Fatiha eşliğinde geldi...
 
Söz cambazının ettikleri 
 
Şimdi ise başımızda bir gaile... Yukarıda bahsettiğimiz çelik nüveyi söz esasıyla aşındırmaya çalışan bir vatansız, bizim sözümüzü sağdan yaklaşarak bize söyledi, ol nüveyi aşındırmaya çalıştı. 
Hâlbuki imanımız ve onun mayasıyla oluşan tarihimiz bize başka bir şey söylüyordu. 
Bizim irfanımızca “kâl değil hâl” ya da “bu iş satır işi değil, sadır işi” deyimleri hüküm sürmüştür bu topraklarda bin yıldır. 
 
Yine, bu ülkenin düşünürlerinden Yalçın Koç, “Gönle inen kelam söze gelmez. Çünkü söz eksiktir” tespitiyle dünden bugüne yaşanagelen ve geleceğe doğru yaşanagidecek ilkeyi, darbı mesel haline getirmiştir. 
 
Şifahi kültürümüzün usarelerinden olan atasözlerimiz dahi bu hikmeti “ayinesi iştir kişinin lafa bakmaz” şeklinde meselleştirmiştir. 
 
Şimdi mesele şu: Vaiz, bir hakikati, yine bu hakikatin oluşturduğu ahlak diliyle, halka ulaştırması gerekirken, neden, mesela bir kilise ayininde kullanılan sözillüzyonları gibi bir sahne oluşturarak, söz esaslı bir iktidar inşa eder?
Mesela hoşgörü kavramı... “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” darb-ı meseli çerçevesinde, hoşgörü lafını bu kadar kullanıp da, en kritik yerde bırakın bu mübarek sözün çağrışımlarını, Kant’ın “sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma” ilkesinden devşirdiği “iyi” kavramını dahi kullanamayan söz ehlinin sözü dinlenir mi?
 
Nihayetinde bir vaizdir diyebilirsiniz. Bu kadar zorlamaya ne gerek var. Fakat açtığı yaralara ve gelenekte oluşturduğu kopuşa bakınca, bu vaizin kendisine vaizlikten öte bir mesiyanik misyon biçtiği görülecektir. 
 
Ne gibi? Şöyle ki; vaiz, sözle oluşturduğu iktidar alanında, araya serpiştirdiği “hinliği” gizleyerek, bundan bin yıl önce çözülmüş meseleleri, alttan alta başka bir mecraya akmasına sebep olarak, tam da “yeni dünya düzeni” adı altında oluşturulan apokaliptik (Hıristiyan teolojisine vakıf olanlar bilir) esatiri bu topraklara taşımaktadır. 
Neden “batıya” selam çaktıkları ise bu şekilde ortaya çıkar işte... 
 
Sözle inşa edilen teoloji 
 
Apokaliptik dil, mesiyanik hareketlerin en önemli araçlarından biridir. Bu dilde, “vaad edilen günün gelmesi için” gökte yazılanı okuyabilen bir ermişe(!) ihtiyaç vardır. Ermiş(!), bütün gizemiyle, bütün başka anlamlarıyla aktarır bu gökteki bilgiyi. Sorgulanamaz ve kendinden menkuldür.
 
Aslına bakılırsa, bu dil Mısır’ın amon rahiplerinden tevarüs edinilmiştir batı tarafından. Ezoterik bilgilerle donanmış amon rahibi, bir nevi mesel esaslı bir mitoloji oluşturur. Anlaşılmaz bir dil vardır burada. Gaybın üstünü örten bir dil. Ve işin garibi, rahip gelecekten haber verir, müntesip ise bu dil aracılığıyla yığına katılır. 
 
Söz ile inşa edilen teolojinin gerçek amacı da işte bu yığındır. İnsanın, kendi iç yolculuğunu yapıp dönüşmesinin önü geçilerek, köleleşmesi sağlanır. Bugün cemaat adı altında hareket eden grubun müntesipliği de, bu yığınsal oluşturan mesiyanik teolojiyedir. “Yeni dünya düzeni”nin istediği toplumsal sistemi oluşturan bu söz esaslı mesiyanik teoloji de vaizin diliyle taşındı bu topraklara. 
 
Fakat ortada daha büyük bir sorun var. Söz esasına göre teoloji inşa eden vaiz bu topraklarda nasıl bu kadar kolay yol buldu? Bu soru ortada dururken, güncel siyaset dilinin ötesine geçemeyen gazetelerdeki makalelere baktığımızda işimizin bu noktada hiç de kolay olmadığı görülecektir. 
 
Çünkü bin yıldır gönül esaslı kelamla mayalanmış bu topraklarda, hâl değil de rolün yol bulması, etrafında dönüp durduğumuz, hatta aslın üzerini bizzat örten bir dilin genel anlamda müktesebata dönüştüğünün de göstergesi. 
 
Son iki yüz yıllık tarihimizin görünen hikâyesi de burada gizli...
 
Ruhunu arayan Türkiye 
 
Sorun bu kadar derinken, çözüm de radikal bir sorgulamayı zorunlu kılıyor. Durum tespitleri dahi iş bu radikal sorgulamadan geçiyor. Bunun için de ilk sorumuz “burası neresidir?”
 
Çünkü üzerinde yaşadığımız zemine basacağımız ayağımız, düşüncenin de arayıp durduğumuz bu sorunun cevabını bulmak için de başka bir soru sormamız gerekiyor. 4 milyon kilometrekarelik topraktan 784 bin kilometrekarelik alana sıkıştığımız zaman sorulan “biz neyi kaybettik” sorusuna verilen cevaplardan yol arayarak, “burası neresi?” sorusuna gidebiliriz diye düşünüyorum.
 
O dönemin şartlarında, genel görüş, Rumeli, Kafkasya, Yemen türkülerinin hüznünde verilen cevaplarda gizliydi. Her bir fert geldiği yerin türküsünde bahsi geçen soruya cevap veriyordu. Belki de bunların içinde tek istisnası, kendisi de bir Rumeli göçmeni olan Cemil Meriç’in verdiği cevaptı. Meriç, “biz neyi kaybettik?” sorusuna verdiği “Türkiye ruhunu kaybetti!” cevabıyla, neyi nerede aramamız gerektiğini de gösteriyordu. 
 
Hâlbuki bu ülkenin son iki yüzyıllık tarihi de yarım kalmışlıklarla doludur. Ha bir kalkayım dersin. Biri çıkar ve senin sözünle seni yarım bırakır.
 
İşte Cemil Meriç’in verdiği bu cevaptan sonra yola çıkan yolcular da, haraç mezat satılan tarihin tozları arasında yarım kalmış hikâyelerle yaşadılar. Fikir dünyamızın inşasında merkeze aldığımız üstatlarımız dışında, yine ayakları bu topraklara basan, bu toprakların derdiyle yoğrulan, bu toprakların gönül diliyle konuşan, ancak aramıza suni mesafeler sokulduğu için uzak düştüğümüz Sabahattin Ali, Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, İdris Küçükömer bunlardan birkaçıydı. 
Öyle ki bunlardan Sabahattin Ali’nin hayatı dahi bir cinayet neticesinde yarım kalmış gibi duruyordu. Ruh köküyle bu topraklara bağlı ve fakat usaresine yaptığı yolculuğu yarım kalmış müstağripti Sabahattin Ali.
 
İşte bugün Türkiye’nin ruhunun taşıyıcıları ve yarım kalmış yolculuğun inşa ettiği kimliklerin, bu topraklara dokunan yerli düşüncenin direnişine şahit oluyoruz; batıcı liberal ve sosyalistler ile bizim sözümüzü söylediğini zannettiğimiz söz cambazlığıyla teoloji inşa edene karşı. Çünkü bu güruhun hepsi batı merkezci apokaliptik düşüncenin müntesipleri olup, bizim bin yıllık hak ve adalet üzerine inşa edilmiş tarihimizin düşmanıdırlar. 
 
Burada siyasal tarafgirliğin ötesinde, ruhuyla, gönlüyle bu topraklara bağlı olan bin yıllık geleneğin müntesibi yerlilerin gönülden gönüle yol bulup, anlaşmaları gerekir. Bu anlaşma, “burası neresidir?” sorusunun da cevabı olacaktır. Çünkü burası, gönül ehlince mayalanan ve dahi “il gider töre (hukuk, adalet) kalır” hükmünce adaletin merkeze alındığı topraklardır. Dahi, bugünkü dünya sisteminin alternatifini üretecek yegâne vatandır. 
Ve ruhumuz burada yol bulacaktır...