Status naturalis ve insanlık halleri

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
26.11.2021

Son dönemlere kadar ciddi bir direnişle karşılaşmayan sömürgecilik karşısında Türkiye'nin dik duruşu Batı'da büyük bir huzursuzluğa yol açtı. Türkiye için bataklık olarak tanımladıkları Ortadoğu'yu talan eden sömürgecilere bugünün Türkiye'si asıl bataklığın sömürgecilik olduğunu gösterdi.


Status naturalis ve insanlık halleri

Tarih, insanlığın hakikate yaslanan ve güce yaslanan iki algı etrafında biçimlendiğini gösteriyor. Birincisi tümdengelimci bir hakikat fikri doğrultusunda, insan etkinliğine dayalı tüm fenomenlerin bu hakikate dair uyumunu esas alan ve bunun insan için, hatta tüm insanlık için en iyisi olduğu fikrine dayalı bir hakikat algısına, diğeri ise tümevarımcı bir yöntemle parçadan bütüne doğru güç biriktirmeye ve bu gücün artmasının oransal ve hiyerarşik egemenlik algısında başkalarını zayıflatmaya dayalı algılar olarak şekilleniyor.

İnsanlık tarihinin genel görüntüsünün güce dayalı bir hakikat algısında şekillendiği ve hakikate yaslanan algının ise dönem dönem öne çıkıp yaşamın şekillenmesinde umut olduğu görülse de sistemleşmesini sürdüremediğini görmekteyiz. Hakikat bir toplumun yaşamsal ortamında ahlak olarak varlığını sürdürmektedir. Dolayısı ile hakikat ahlakın fay hatlarında somutlaşan hukuk ile sistemleşebilir.

Ulus devletin doğuşu

Güce yaslanan algı, özellikle ulus devletlerin oluşumuyla ön plana çıkmıştır. Bunun öncesinde devletlerin varlık iddiası kendilerince bir hakikat algısında izah buluyordu. Westphalia antlaşması ile somutlaşıp, Fransız İhtilali ile ivme kazanarak bütün dünyayı etkisi altına alan ulus devlet algısının motivasyonu ağırlıkla merkezi bir ırk etrafında şekillenen ulus motivasyonunu tetikledi. Böylece bu motivasyon üzerinden ırk temelli pek çok ulus devletler ortaya çıkarak millet kavramını da ulus(paydaş) ile eş bir anlama dönüştürdü.

Modern devlet yapısının ulus devletler olarak şekillendiği ve ulusal çıkarlar doğrultusunda mekanize olmuş bu aygıtın işleyişinde, ulusal çıkarlar algısı, insani değerlerle çelişen anormalliklerin bile normal olarak algılanmasının gerekçesi olmuştur. Kant'da,"Bir arada yaşayan insanlar arasında tabii hal, (status naturalis) bir barış hali değil, her zaman ilan edilmiş olmasa bile her an patlayabilecek görünen bir harp halidir." Kant'ın Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme'sini kaleme aldığı eserinde insanlığın doğal varoluşuna dair algı zemini budur. Bu algı, hakikat algısından yoksun olduğu için insana güvenmeyen, güç peşinde ve gücü, başkasını sömürmeye veya yok etmeye dayalı, ötekileştirici ve dolayısı ile her an kendisini tehdit altında hisseden, insan insanın kurdudur önermesini hareket noktası yapan ve barışa bu çıkış noktasından ulaşmaya çalışan bir çabayla hareket ediyor. Bu yüzden eserin bütünlüğü ele alındığında her biri gerçekleşmesi imkansız temennilerle ve dört bir tarafı kolaçan eden gözlerle, insana güven duyabilme arzusuna yöneliyor. Güce yaslanan cari hayatın ancak insanın insana güven duyması ile normalleşmesini ummak ise paradoksal bir çelişkidir. Çünkü güven duyulacak insan, hakikate yaslanan (iman eden, güvenen ve güven duyulan) insanı ifade eder, oysa insanın doğal halinin (status naturalis) harp hali olarak ifade edilmesi güç peşinde kurulan ilişkileri normalleştiren bir algıdır. Böyle bir algıda da güven ancak formal ve sentetik yollarla yani güçle (yasa, yaptırım, ceza v.b) sağlanabilir.

Oysa insanlığın doğal hali evrendeki tüm varlıklardan daha fazla bir barış, uyum ve dengeye muhtaçtır ve böyle bir hal üzerinde gerçekleşir. Bugün bile böyle bir durumun uzantısı olarak çatışmanın minimum seviyede dengelenerek sağduyu ifadesi yerine kullanılan "sokaktaki insan" tabiri bu duruma ilişkin ipucu veriyor. Çünkü insan, varoluşunun gereklerini kendi başına gerçekleştirme konusunda diğer varlıklardan daha acizdir ve hiçbir insan kendi kendine yetemez. Bu durumda insan, doğal olarak birbiri ile yakınlaşma ve karşılıklı dayanışma zeminlerinde bir barış halinde olma eğilimindedir. Ancak insanlığın barış hali olarak ifade edilebilecek, hakikat algısına yaslanan hakimiyet bilinci bir toplumda sistemleşemez ise, onların güç arzusu ile hareket eden gücün egemenliğine maruz kalmaları kaçınılmazdır. Artık o toplumsal durum doğal barış halinden böylece çıkmış ve o gücü tahkim etmekle görevli ve bunu yaptığı kadar burada yer bulup itibar kazanan, itibarını da bu gücün otoritesinden alan aygıtlara dönüşür. Bu güç merkezli organizasyon artık toplumun motivasyonunu kendi gücünü tahkim edecek biçimde ayarlayan bir savaş makinesidir. Tarih, gücün hakikatine tapınma ritüelleri ile biçimlenmiş savaş makinalarının destanları ile dolu. Bu sürecin böylesine yoğunluğu karşısında Kant'ın, bir arada yaşayan insanların tabii halini, harp hali olarak ifade etmesi anormalin yaygınlaşması ile durumun normal olarak algılanmasından kaynaklanıyor. Ancak dünyanın tüm toplumlarının savaşa olan olumsuz bakışları dikkate alındığında insanlığın istemediği bu durumun içine bu kadar sık düşmesinin, onun doğal halinden değil, güç arzusu ile hareket eden yapıların saldırgan tutumlarından kaynaklandığı aşikardır. Savaş başlatan iradeler ele alındığında bunun, toplumların kararı değil güç talep eden yapıların kararları olarak ortaya çıktığı görülecektir.

Militarize toplum

Gücün hakimiyetine dayalı algının sistemleştiği sömürgeciliğin uzun yıllar sürdürülmüş olması, elbette sömürgeciliği ekonomik faaliyetlerinin temel yapısı haline getirmiştir. Batı'da sistemleşmiş sömürgeciliğin tarihi ele alındığında, sömürgelerden elde edilen yağmalanmış ganimetlerin kendi aralarında 'adil' paylaşımının bir sorun olarak ortaya çıkması üzerine, zamanla bu yağmanın geniş tabanlara aktarılma yolları ile toplumun da bu sürece gönüllü destek vermesi sağlanmıştır. Bu süreç sömürgeciliğin sürdürülmesinden hoşnut ve bunu gerçekleştirmeye dönük savaşı yücelten militarize bir toplum yaratma yöntemi olarak devam ediyor. Nasıl ki Haçlı Seferleri'nin motivasyonu, Doğu'nun zenginliklerini ele geçirme arzusunun kışkırtılması ise, coğrafi keşiflerin ardından gelen sömürgeciliğin, toplumsal zeminde normalleşmesi de buradan elde edilen ganimetlerin toplumun refah seviyesini arttırıcı yöntemlerle sistemleşmesi ile gerçekleşmiştir. Böylece sömürgecilik, Batı için toplumsal refah kaynağı olarak normal bir sürece dönüşmüştür. Krallıklar döneminde başlayan, ulus devletler ile ulusal çıkarlar adı altında burjuva ekonomisine dönüşen, modern dönemde de uluslararası şirketlerin kendilerinden önceki mevcut yapılar üzerinde yürüttükleri sömürgecilik, Batı'nın sosyo-ekonomik yapısında emeğe dayalı üretim metotlarından çok sömürge metotları üzerinde uzmanlaştığı bir yönetim biçimi olarak egemenliğini sürdürmeye çalışıyor.

Refah düzeyinde azalma ile orantılı olarak artış görülen Batı toplumlarındaki faşizan eğilimleri, Batı'nın üzerinde durduğu sömürgeci hikayeden ayrı düşünemeyiz. Bugün Batı'da kişi başına düşen gelir, dünyanın birçok ülkesi ile kıyaslanamayacak seviyede olsa da, bu durum, hayat standartlarının artması, yüksek gelir düzeyine alışmış bireylerin gelir durumunun öncekine göre azalması neticesinde yabancı düşmanlığı ve İslamofobik görünümlerde dışa vurularak, artan talepleri karşılayacak yeni sömürü gerekçelerini tetiklemektedir. Ancak yüzyıllardır sömürülen kaynakların azalmış olması ve iletişimin artması ile bilinçlenen sömürge ülkelerin halklarının milli kaynaklarından daha fazla pay talepleri ve kendi milli politikalarını oluşturma çabaları, Batı'ya akıtılan sömürge gelirlerinin azalmasına yol açmıştır. Bu noktada ekonomik tıkanıklıkla karşı karşıya kalma tehlikesi yaşayan sömürü sistemi, önüne çıkan engelleri ortadan kaldırmak için her yolu mübah görüyor.

Son dönemlere kadar ciddi bir direnişle karşılaşmayan sömürgecilik karşısında Türkiye'nin dik duruşu Batı'da büyük bir huzursuzluğa yol açmıştır. Özellikle Ortadoğu'da Batı'nın desteğindeki terör faaliyetlerinden kaçmak zorunda kalan milyonlarca insana kucak açan Türkiye'nin bu tavrı Batı'nın planlarını açıkça görünür hale getirmiştir. Türkiye için bataklık olarak tanımladıkları Ortadoğu'yu talan eden sömürgecilere bugünün Türkiye'si asıl bataklığın sömürgecilik olduğunu göstermiş bulunuyor.

Sonuç olarak öncelikle; insan ve insana dair kavramların ve algıların yeniden gözden geçirilmeye, insan kimdir, insanlık nedir sorularının izahına ihtiyaç var. Çünkü bir inanç insanlık için kötü olan budur diyerek değil insanlık için en iyisi budur düşüncesi ile seçilir. Dini bir inanca ve elbette modern çağın dinleri olarak ortaya çıkan ideolojik inanca sahip olmak, insanlık için en iyisinin o olduğu düşüncesine dayanır. Öyle ise bir inanca sahip olmanın en önemli göstergesi diğer insanlara en iyi şekilde, insanca muamele etmektir. Böyle bir ortamda rekabet ise kimin daha iyi olduğu zemininde gerçekleşecektir.

Belli ki her şey gibi kavramlar da zamanla aşınabiliyor ve içeriklerinden bambaşka anlamlara dönüşebiliyor. Bu yüzden düşünme yetimizin araçları olan kavramları gözden geçirerek günümüz dünyasının yeniden inşasına ihtiyaç var. Belki böylece tüm canlılar gibi insan için de emeğinden başkası olmadığını, hatta insanın emeği kadar olup, emeği sömürmenin insanı sömürmekle aynı şey olduğunu, sömürgeciliğin emek hırsızlığı olarak insanlığın en aşağı seviyesi olduğunu, emeğin ise kapitalizm ve sosyalizmin aralarında kime ait olduğu konusunda çatıştıkları bir meta olmadığını, onun asıl ürününün insanın kendisi olduğunu ve insanlık olarak ifade edilen değerlerin emek ile üretildiğini görerek, sömürgeci faşizan oluşumların insanlık dünyasına ait olmadığını anlamak mümkün olabilir.

[email protected]