Süleymaniye’nin hakiki yokluğu!

METİN TAVUKÇUOĞLU/Yazar
15.12.2012

Senin var saydığın Süleymaniye’nin hakiki yokluğu, mezbeleliğe dönüşen o melun boşluk, memleketimizin kültür ve düşünce hayatını bir eşinme mesaisine mahkûm kıldı: Artık toprak yok, çöp var; kazma yok, sap var. İmdi, estetik mi? Hangi estetik!


Süleymaniye’nin hakiki yokluğu!

Bir akşam vakti Anadolu cihetinden Boğaziçi Köprüsü’ne, badireden çıkar gibi girdin diyelim. Eskiden olsa, köprüyü ortalar ortalamaz başını sola çevirir, bakışını yarımadaya mıhlar, trafiği kendi hafakanıyla baş başa bırakırdın. Yalnız sen değil, kâinatta hiçbir fâni, cennetten kopup dünyaya düşen bir manzaranın çağrısına gözünü yumacak kadar bedbaht yaratılmamıştır. Oysa şimdi, başını sola çevirecek olsan boynuna kramp girer, yüzünü ateş, mideni asit, gözünü yaş basar: Zeytinburnu’ndan yükselen bir hançer yenisinin Sultanahmet’in sırtına alçakça saplandığı o uğursuz sahne, tahammül raddenin çok ötesinde. Genç olsaydın ya da siyaset erbabı, yüreğine su serpecek birkaç izah sihirli bir ecza gibi elinin altında bulunacaktı. Kalkınma bu, diyecektin meselâ, memleket meselesi. Japonlar diyecektin ve Ruslar, canlarını ve ırzlarını kurtarmak için ruhlarını satmadı mı?! İşte o hesap bizimki de. Aman! Sömürge olmayalım! Olmasın canımız ve ırzımız pâymâl! Ne kadar doğru! Doğru ama yüreğin yoruldu senin, bu manzarayı bu yaşta kaldırmıyor gelgelelim. Bu yüzden Avrupa’ya geçerken sol, Anadolu’ya geçerken sağ cenahı ebediyyen nazar hanenden siliyorsun. Öbür tarafa bakıyorsun naçar. Çamlıca tarafına. Orada, tam tepede, ikinci bir Sultanahmet olanca cesametiyle nazarını istikbâl ettiğinde, ferah mı ferah, otuziki dişini açığa çıkaracak denli geniş bir tebessüm yüzüne yayılmıyor elbette. “Şükür! Sırtından hançerlenmemiş bir Sultanahmet!” diye sevinmiyorsun. Çirkin kazulet! Bir kez daha yaralanıyorsun sadece. Bu seferki daha derin.

Çünkü, diye açıklıyorsun hayıflanarak, modernliğin dünyasında estetik hayatîdir. Kalkınmak için ruhumuzu satacaksak, satalım. Madem buna mecburuz, madem değiliz Küba. Hani dünyaya meydan okumuştu Kübalılar bir zaman: Amerika! Dur! Bir adım daha atarsan Küba’yı havaya uçururuz! Küba cesur yürek. Ama Küba vatansa, bir avuç vatan. Kül olup havaya savrulsa, adı tarihten ve toprağı yeryüzünden silinse üstümüze ne yağar, şiir gibi soylu bir hatıradan başka? Küba yok oldu diye İsa gökten mi iner, yoksa kılıç mı kuşanır Hazret-i Mehdi?

Oysa bu vatan, diyorsun, havaya uçsa, o boşluğu cehennem bile ola ki dolduramaz. Mithat Cemal demişti: Ölmez bu vatan, farz-ı muhâl ölse de hatta, nasıl taşır küre-i arz o tâbût-u cesîmi. Öyleyse, kalkınmaya mecburuz. Satalım ruhumuzu. Ama dönmek için elimizde bir ip kalsın hiç olmazsa. Sağlam bir ip. Bir ucu kemend yapıp ruhumuza geçirir, diğer ucu elimizde tutarız. Sonra bir gün, yüz, belki bin yıl sonra ipi çeker ve ruhumuzu bir kez daha gövdemize raptederiz. İntikam en iyi dönüşte gelir, sadık soylu köpekler gibi. İp: Estetik.

Ah! Minel estetik

Evet, estetik! Çünkü, diye üsteliyorsun, Almanlar meselâ. Barbar Almanlar. Trene geç bindiler ama modernliğin piçliğini en iyi onlar anladı. “Tanrı öldü!” diyen o kart papaz Luther’di, Nietzche’den yüzyıllar önce. Bu yüzden Alman icadıdır asthetische. Tanrı ölünce, etinden sıyrılan kemik gibi dünya yalnızlaşıverir. Din kurur, bilim acılaşır, kelimeler kene gibi insanın diline yapışıverir. Tanrı ölünce dualar mezada düşer, midesi kalkar çalkanan suların, kendi buğdayından tiksinir o güzelim ekmekler. Öyleyse, gel ey güzellik! Soylu bir vahşi gibi çevresinde döne döne, tanrıyı dirilt. Hani İsa, köpek leşine işaret edip “Dişlerine bakın!” diye uyarmıştı havarisini: Ne kadar güzel!

Tanrı öldü ve Almanlar o muazzam cesedin inci gibi dişlerini gördüler: Ne kadar güzel!

Çünkü Tanrı güzelliktir her şeyden önce. Kalırsa bir o kalır, her şey güzellikten kalkınır. Öyleyse, estetik!

Böyle diyor ve Çamlıca’ya baktıkça kahroluyorsun. Kahrolduğun için kıyamet mi kopacak? İşler tıkır tıkır yürüyecek yine. Yayla olan milletin yüreğidir, seninki değil. İşler yürüyecek ve ancak cirmi kadar yer yakan sen, küseceksin nihayet. Hepsi bu. Küseceksin. Sen! Münevver!

Derim ki, min gayri hadd, ne küs, ne kız. Elverir ki ödlekliği bırak. Bırak ve istifa et o gizli, mendebur sağcılığından. Gerçekte ayak bileğini geçmediği ve boz bulanık aktığı hâlde, sabun serzenişlerle köpürterek içinde debelendiğin ırmağın gümrahlığından dem vurma artık. Zavallısın. Kim kuruttu bu ırmağı? Kim kirletti? Ne zaman? Nasıl? Yaşadığın en korkunç travmayı mimleyen, cevaplarını öz adın kadar iyi bildiğin bu soruları bütün çıplaklığıyla ortaya saçmadıkça, sermayen küskünlük ve kızgınlığın üstüne bir tüy bile dikemez.

Hatırlarsan ‘Bir sabah, Süleymaniye Camii’nin yerinde yeller estiğini görseydik kendimizi nasıl hissederdik?’ diye sormuştu bir zaman, Mehmet Kaplan. Mazinin benliğimize ne denli nüfuz ettiğini örnekleyecekti güya; sanki Süleymaniye sağ salim yerindeymiş, sanki varlığına işaret edilecek bir benliğimiz kalmış gibi. Köseliğini takma sakalla örten takımın üyesiydi Mehmet Kaplan. Çünkü devrim zelzelesinde kiriş çökmüş ve altında kalan sağ dimağın erkekliği sütten erken kesilmişti.

Oysa Cemil Meriç, bilmem farkında mıydın, Süleymaniye’nin yerle bir olduğuna dikkat çekmişti aslında. Kültür Devrimi’nden sonra Süleymaniyesiziz, demek istemişti. Hakikati bir Ankara kedisi gibi ensesinden yakalayıp kucağımıza bırakan ise Necip Fazıl’dı. Demişti ki: Bir milleti madde planında kurtardıktan sonra mana planında öldüren adam, Mustafa Kemal.

Büyük yıkılışın dehşetine bizzat tanık oldukları hâlde, Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nın şairi dahil, toz toprak ortadan kalkınca yemeklerini yıkıntının ortasında afiyetle yiyenler var, bir de. Bunlar açlığı göze alamadıkları için müfsit lokmalara iştah kabarttılar, yediler, tıksırdılar, doydular. Hatta, oturdukları sofranın haramiliğini örtbas edebilmek amacıyla yıkımın gerçekliğini inkâr dahi ettiler. Hatta, yıkılmadığını herkese göstermek için mabedin beş vakit müdavimi bile oldular. Cemil Meriç gibi nadirat ise münevver namusuna halel getirmektense bînamaz kaldı.

Süleymaniye’de bayram sabahı

Senin var saydığın Süleymaniye’nin hakiki yokluğu, mezbeleliğe dönüşen o melun boşluk, memleketimizin kültür ve düşünce hayatını bir eşinme mesaisine mahkûm kıldı: Artık toprak yok, çöp var; kazma yok, sap var. İmdi, estetik mi? Hangi estetik!

Eğer Süleymaniye ve Sultanahmet ve Ayasofya yıkıldıysa ve hâlâ yoksa, Çamlıca’ya bina edilecek o cami de hakikatte olmayacak ve yok demektir. Üzülme münevver. Kaldı ki sen de yoksun. Demir burgusuyla bir devrim geçti yüzünden. Geriye doğru kıvrıldın yamyassı bir kağıt gibi. Şimdi bir merdane, bu kez tersinden, düzelirsin umuduyla tekrar be tekrar geçiyor üzerinden. Hem bir merdane birçok işe yarar. Kağıt düzelttiği gibi hamur açmayı da bilir ve bildi. Bu yaman merdanenin siyaset tezgâhında açtığı yufkalar sert ve kuruydu gerçi. O kadar ki lokmalar bazılarının gırtlağına durdu, aşağıya inmedi bir türlü. İndiyse yırtarak indi, parçalayarak. Oysa aynı lokmalar millet ve münevveran için yağlı ve yiyimli, enfes şeylerdi.

Rüyanda görsen gözlerine inanamayacağın o güzel lokmaların tadını çıkar ve üstünden geçen merdaneden asla şikâyet etme. Merdanenin estetik yoksunluğunu kendisinden değil, kesildiği ağacın yetiştiği toprağın çoraklığından bil. Hani, senin de bir odun olarak dalından koptuğun ağacın toprağı. Aynı ağaç, aynı toprak. Kabahati toprağı kim öldürdüyse ondan bil ve kucağında oturan kediyi sev, besle, başını okşa.