Sürdürülebilirlik terbiyesi

Prof. Dr. Evren Kutlay / Yazar
14.01.2022

Sürdürülebilirlik kelimesinin etimolojisi ayakta kalma ve devam etmeyi işaret ederken, bana bir işin/durumun sürüp gitmesini sağlayamamayı ifade ettiğinden ilk duyduğum andan beri kalbimi acıtıyor. İnsanlığın sürdürülebilirliği artık bir mesele olarak gördüğünü, daha doğrusu sürdüremediğini itiraf ettiğini gösteriyor.


Sürdürülebilirlik terbiyesi

Son yıllarda hayatımıza Sürdürülebilirlik (sustainability) kavramı girdi. Sürdürülebilirlik kelimesinin etimolojisi ayakta kalma ve devam etmeyi işaret ederken, bana bir işin/durumun sürüp gitmesini sağlayamamayı ifade ettiğinden ilk duyduğum andan beri kalbimi acıtıyor. İnsanlığın sürdürebilirliği artık bir mesele olarak gördüğünü, daha doğrusu sürdüremediğini itiraf ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla maddeleşen hayatlarımıza sızan varlığını iyi-kötü ikilemiyle (duality) sınanan dünya hayatında negatif taraftan beslenerek sürdürmeye soyunuyor. Bu tehditkârlığı neyi sürdüremediğimizden ziyade niye sürdüremediğimizi düşündürüyor. Çünkü "niye"nin cevabı sürdürülemeyenler için ortak çözümü içinde barındırıyor.

Doğadan ilham

Doğa kendiliğinden sürmek/sürdürmek üzerine kurguludur. Bir canlı doğar, yaşlanır, ölür ama yeni doğan devamlılığın döngüsünü sağlama alır. Yenilik ve değişim yaşamın kaçınılmaz unsurlarıdır. Fakat doğa değişime adapte olurken asgari kimliğini, öz benliğini kaybetmez. Örneğin bir elma ağacı ceviz ağacına dönüşmez. İstenildiği kadar manipülasyona maruz kalsın, incir ağacı kökleriyle toprağına sımsıkı tutunarak doğaya sahip çıkar. Fareden kurbağa, koyundan at olmaz. Böyle bir teşebbüs hilkat garibesi yaratır. Fiziksel değişimle öze yabancılaşmak, kimliğinden uzaklaşmak onu içinden çıkamadığı, tanıyamadığı, tanımlayamadığı sürdürülemezlik çukuruna sürükler. Doğa bu çarpık çıktıların sürdürülemeyeceğini bilgelikle bilir; özüne dönmenin yollarını bulur; insana yaptıklarının sonuçlarını ödetir. Fakat insanın tehdidi aczini kabul edemeyen insanlığından gelir. Doyumsuz egosu onu esir alan, savunmasız bırakan en büyük düşmanıdır Oysa onu yenerek, doğadaki işaretleri kendine düstur edinip evrenin diğer canlılar gibi paylaşan bir parçası olduğunu idrak ederek, sorumluluğunu bilerek ve onunla armoni içinde yaşayarak sonsuz varlığını sürdürebilir. Zira dünyada ulaşmaya gıpta ettiği ebediyetinin tek teminatı hücrelerini yaşatan neslidir.

Doğanın bir parçası oluşu gereği, insan hem bireysel varlığını hem de sosyal ilişkileriyle tanımladığı toplumsallığını sürdürmek ister. Her iki düzlemdeki varoluşu için fiziksel, duygusal ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılayabilmesi gerekir. Beslenme, barınma, güvenlik, sevme/sevilme, kendini gerçekleştirme, aidiyet, mensubiyet, inanç gibi öğeler bu ihtiyaçlar hiyerarşisinde yer alır. İhtiyaç ile istek arasındaki farkı tanımlayabilme becerisindeki zayıflama sürdürülebilirliğin tehditlerinden biridir. Burada suçu bir çağa yüklemek zor olsa da sömürgecilik ile kendini belli etmeye başlayıp Sanayi Devrimi ve kapitalizm ile doruklarına ulaşan bir süreci göz önüne alabiliriz. Bugün geldiğimiz noktada kapitalizmin ve başına buyruk saldırısına maruz kaldığımız iletişim teknolojilerinin ihtiyaç ile istek arasındaki farkı kapatan unsurları tetiklediği ve sıfıra doğru hızlandırdığı bir gerçek. Öyle ki, artık ebediliğine soyunduğu bedeninin bir kap yemekle doyduğunu, bir kefene sığdığını unutan insanoğlu kölesi olduğu isteklerinin prangalarına sığınarak sürdürememenin yenilgisini sorguluyor. Yıktığını yerine koymak için debelendikçe kavramların ardına can havliyle sarılan başarısızlığının, ivmelenerek artan obez bir açlıkla, vazgeçmeden tutunmakta ısrar ettiği tutarsızlıklarında harlandığını idrak edemiyor.

Sınır tanımaz istila

İnsan bu sınır tanımaz istilada bir yandan kimlik mücadelesi verirken, doğduğu andan itibaren şekillenen ve konumlanan toplumsal varlığını da tanımlamakta zorlanıyor; ikili ilişkileri, ancak alışveriş/tüketim perspektifinden gözüne kestirdiği, karşılıklı çıkar cazibesinin peşinen biçtiği kısa ömrü kadar sürer oluyor. Yarı yolda kalmışlığının nedenlerini ararken kendisiyle dahi ilişkisini sürdüremediğini, bir zamanlar tanıdığını içinde bildiği, arayıp da bulamadığı özüne, kontrolsüzce sürüklendiği süregelen hegemonya içinde yabancılaştığını fark edemiyor. Tüketim toplumunun, kabartılan iştahıyla tüketirken tüketilene dönüşen, kalıplaşmış persona rollerine özendirilip kim olduğu unutturulan, varsa elde kalan kırıntıları dahi şeytani bir zekânın istikrarlı ataklarıyla yağmalanan, saf görünümlü canavar emellere süresiz emanet ettiği özü tamamen tükenen insanını derin uykusundan nasıl uyandıralım? Sürdürülebilirliğin yollarını doğadaki modellerinden başka nerelerde arayalım?

Sanat iyiden tarafa konuşlanır

İnsana özünü hatırlatan alanlardan biri sanattır. Çünkü sanat çıkış ilhamını doğadan alır; iyi-kötü ikileminde iyiden tarafa konuşlanır. Örneğin müzik. Müzik anlamlı ve kurallı ses dizilerinden, seslerin (ve susların) peşi sıra belli bir ahenkle, özenle ve bilinçli olarak adı konmuş bir disiplinle kurgulanıp süre getirilmesiyle oluşur. Türlerine has gelenekleri de olsa her biri kendi evrenlerinde güvenli ve dört başı mamur bir sürdürülebilirlik taslar. Bir ses kendi varlığını bir sonraki sese coşkuyla ve huzurla emanet eder. Bu aktarım ses nesillerinin, cümlelerinin, topluluklarının el ele yarattıkları eserde birbiriyle uyum ve saygı içinde ebedi var oluşlarının teminatıdır.

İcra teknikleri bakımından da sürdürülebilirliği sağlayan koşullar değerlendirilebilir. Örneğin piyanoda sostenuto pedalı kullanmak bir veya birkaç sesin ömrünü uzatırken pasajın seçilmiş, kontrollü sürdürülebilirlik kriterlerine destek olur. Keza sustain/damper pedal tellerdeki titreşimi azaltan baskı yastıklarını kaldırarak, icracı elini tuşlardan çekse dahi sesin sürdürülmesini sağlar. Yani müziğin sürdürülebilirliği akılcı bir çoklu planla güven altındadır.

İcracı tekilliğinde olduğu kadar oda müziği, fasıl grubu, orkestra, bando vb. bulunduğu müzik kültürel icra topluluğunun (toplumunun) bir parçası rolüyle de müziğin sürdürülebilirliğinden sorumludur. O ortamda var olabilmenin koşullarını pis nota çalmayarak (çöp atmayarak), ortak zaman anlaşmalarına uyarak (müziğin ortak ses randevularına tabi olarak), sırası gelmeden ya da kendi hakkı olmadan çalmayarak (başkasının hakkına, malına, konumuna, başarısına, parasına vb. göz dikmeyerek) yerine getirir; getirmezse topluluktan dışlanır, atılır, soyutlanır, ta ki tekrar o terbiyeye vakıf olana kadar. Dolayısıyla müzik bireyinde ve toplumunda yüzyıllara dayanan kurallar ve kadim gelenekler ilgili icranın (yaşamın) sürekliliği için gereklilik olarak benimsenmiştir. O evrenin içindeyken dış dünyada özünü kaybetmiş kişi dahi kendini hatırlar, personasından sıyrılır. Ama herkesin hatırladığını hatırlamadığını hatırlayalım.

Kolektif bütünlük

Müzik bireysel ve toplumsal gündelik hayatta sürdürülebilirliğin diğer bir yolunun kültürel kimliği betimleyen temel kodların, geleneklerin, örflerin, kuralların kolektif bütünlük içinde benimsenerek uygulanmasıyla mümkün olduğunu modelliyor. Modernite ise karşı cephe olmadığını, kültür ve gelenekle çatışmadığını birçok coğrafyada ispat ediyor. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırıyla, komşusu açken tok yatmamanın paylaşımcılığıyla, alçak gönüllük, yardımseverlik, misafirperverlik, doğruluk, edep, vefa, sadakat, zarafet, güzel ahlak, hak yememek gibi nice erdemle yüzyıllardır yoğrulmuş bu topraklarda kadim bir kültürün üyeleri olarak, atalarımızdan yadigâr kalan değerler evrenini öz benliğimizde ve toplumsal kimliğimizde yaşatmakla yükümlü olduğumuzu hatırlar ve nesillerimize aktarmanın yollarını/bahanelerini/ortamlarını yaratma bilinciyle yol alabilirsek sürdürülebilirlik endişesinin ait olmadığı dünyamızı terk edeceğini ümit edebiliriz.

[email protected]