Suriye krizi: Kanlı bir dönüm noktası

Taha Kılınç - Gazeteci - Yazar
1.06.2013

Suriye’de ‘devrim’in kan banyosuna dönüşmesi ve Esed rejiminin böylesine direnebilmesi sadece İran ve Rusya’nın desteğiyle açıklanamaz. Sürecin uzamasının en önemli nedeni, Esed’in yerine konulabilecek bir aktörün, kadronun ya da hareketin olmaması.


Suriye krizi: Kanlı bir dönüm noktası

En iyimser tahminle 100 bin ölü... Gerçek rakamı hiçbir zaman bilemeyeceğimiz kadar tutuklu ve kayıp... Yerle bir olmuş tarihi İslâm şehirleri... Bir daha yerine asla konamayacak olan, harabeye dönmüş anıt eserler... Ve her geçen gün çözümden daha da uzaklaşılan devasa bir siyasal ve sosyal kaos... 

Halk ayaklanması ve ardından bütün şiddetiyle başlayan iç savaşta Suriye’nin geldiği nokta maalesef bu. İslâm dünyasının unutmayı tercih ettiği, ancak hiçbir zaman bünyesinden söküp atamadığı bazı ayrışmaları yeniden gün yüzüne çıkaran Suriye krizi, bu yönüyle tarihsel bir dönüm noktasına da işaret ediyor. Önümüzdeki dönemlerde bugünleri kaleme alan tarihçiler, “Suriye krizinden önce” ve “Suriye krizinden sonra” şeklinde tanımlamalar kullanmak durumunda kalacak.  

Arap Baharı’nın başlangıcında Tunus, Libya ve Mısır’da (kısmi olarak da Yemen’de) on yıllardır işbaşına olan diktatörlerin kolaylıkla devrilmeleri, Suriye’deki muhalif kesimleri umutlandırmıştı. Sonradan kendilerinin de itiraf ettiği üzere, Beşşar Esed’in de diğerleri gibi çabucak devrileceğini, böylece “demokratik” bir sürecin hızlıca başlayacağını düşünmüşlerdi. Ancak olaylar hiç de öngörüldüğü gibi cereyan etmedi. 

Diğer ülkelerde “devrim” olup olmadığı tartışmaları bir yana, Suriye’de ‘devrim’in kan banyosuna dönüşmesi ve Esed rejiminin böylesine direnebilmesi sadece İran ve Rusya’nın desteğiyle açıklanamaz. Sürecin uzamasının en önemli nedeni, Esed’in yerine konulabilecek bir aktörün, kadronun ya da hareketin olmaması. Bugün Esed devrilse, Suriye’nin kime emanet edileceğinin hâlâ belirsiz olması herkesi düşündürüyor. Suriyeli muhalifler kendi aralarında onlarca farklı fırkaya bölünmüş durumda. Her şeyden önce ülke içinde bilfiil çarpışan muhaliflerle, yurtdışındaki klimalı toplantı salonlarında siyasi ikbal peşinde koşan muhalifler, birbirinden büyük oranda bağımsız. 

Bu iki ana akım arasında da birçok farklı grup var. Silahlı gruplar içinde zaman zaman silahlı çatışmaya ve karşılıklı adam kaçırmaya varacak kadar derinleşen ihtilaflar, ‘salon muhalifleri’ arasında da fazlasıyla yaşanıyor. Bugüne kadar dünyanın farklı ülkelerinde bir araya gelmeye çalışan bu grupları temsil eden çatı kuruluş Suriye Ulusal Konseyi, görüş ayrılıkları ve birbirinin ayağına basmaya çalışan dış etkenlerin kıyasıya çatışması nedeniyle dağılma noktasına geldi.   

Makbul muhalefet 

Tunus, Libya ve Mısır’daki değişimleri coşkuyla destekleyen ABD ve AB, sıra Suriye’ye geldiğinde büyük bir tereddüt yaşadı, hâlen de yaşıyor. Suriye’nin dünyanın dengesini sarsacak ölçüde petrol varlığının bulunmamasının dünya devlerini işi yavaştan almaya sevk ettiği sır değil. İsrail’in bölgedeki varlığı ve güvenliği de, özellikle ABD açısından çok dikkatli adım atmayı gerektiren bir unsur.   

Ancak tereddüdün asıl nedeni, Suriye muhalefetinin makbul ve mahzurlu olmak üzere, iki ayrı kategoride değerlendiriliyor olması. Makbul addedilen, yani işbirliğine, birlikte çalışmaya, ‘Batılı değerler’e açık, seküler muhalefet herkesin tercihi. Mahzurlu muhalefet ise, sahadaki çarpışmaları yoğunlukla göğüsleyen, sıradan halk arasında sempati hâlesi genişlemeye başlayan, birlikte çalışmaya hiç de açık olmayan El Kaide ve türevleriyle Müslüman Kardeşler gibi ‘aşırı’ uçlardan oluşuyor. ABD ve Avrupa birincisine, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri de ikincisine özellikle karşı. Bu nedenle, zavallı Suriyeliler akın akın ölmeye devam ederken, dış aktörler arasında Esed sonrası için de çetin pazarlıklar yapılıyor. Makbul muhalefetin sahada hiç varlık gösterememesi, atılacak bütün adımları kilitliyor. Bu kesimler içinde on yıllardır Suriye’ye hiç uğramamış, hayatının önemli bir kısmını ABD ya da Avrupa’da geçirmiş birçok isim var. Uluslararası camianın bu isimleri muhatap alma takıntısı, hâliyle sahada işin asıl yükünü çekenlerin büyük öfkesine neden oluyor.             

Hizbullah ve İran’ın tavrı 

Lübnan merkezli Şii direniş örgütü Hizbullah’ın, Suriye’deki çatışmalara resmen katılması mevcut durumu daha da karmaşık hale getirdi. Şimdiye kadar sadece tahmin ve zan düzeyinde bulunan bu hal, örgütün lideri Hasan Nasrallah’ın dilinden geçtiğimiz hafta teyit edildi. Hatta Nasrallah, çıtayı epey yükselterek, bağlılarına “Zamanında İsrail’e karşı nasıl zafer vaat ettiysem, şimdi de Suriye’de ediyorum” bile dedi. 

Hizbullah’ın Suriye’ye doğrudan müdahalesi, çatışmaları kısa sürede bir mezhep savaşına dönüştürme potansiyeli taşıyor. Suriye’ye dış müdahalede bulunulmasına karşı olan kesimlerin paradoksal biçimde alkışladığı ve taraftar olduğu bu durum, Müslümanları İslâm’ın ta başlangıç yıllarına götüren bir şok anlamına da geliyor. Sıffin ve Kerbela benzetmeleri kolaylıkla yapılıverirken, Şiilerle Sünniler arasındaki ayrım daha da derinleşiyor. Şiilik ve Sünnilik, Suriye sahnesinde adeta iki ayrı dinmişçesine düşman cepheler olarak vücut buluyor. Kendi amaçları ve hedefleri doğrultusunda Hizbullah ve İran’ın Esed rejimine olan desteğinin elbette ‘makul’ açıklamaları var. Ancak amaç ne olursa olsun, pratik sonuç Ortadoğu’daki ayrışma ve kamplaşmaların daha da derinleşmesinden başka bir şey olmayacak. Suriye’deki bu kanlı geçiş süreci sonlandığında, Ortadoğu halklarının zihninde ve kalbinde Hizbullah’tan geriye hiç de olumlu bir imaj kalmayacak.   

Suriye içindeki çatışmalar bütün şiddetiyle devam ederken, ABD ve Rusya’nın öncülüğünde İkinci Cenevre Konferansı’nın toplanması için de çalışmalar sürüyor. Rusya, İran ve Esed rejiminin de masada olmasını istiyor. Kimse açıkça ifade edemese de, Suriye krizinin İran’sız çözüme ulaştırılması imkânsız. Dolayısıyla İran, dolaylı ya da dolaysız şekilde o masada mutlaka bulunacak. 

Esed yönetimi de, Haziran ayında düzenlenmesi beklenen konferansa kadar ülke içinde mümkün olduğunca ilerlemek, askeri başarı kazanmak ve böylece masada elini güçlendirmek istiyor. Gelen son haberlere göre, iki haftadır şiddetli çatışmaların yaşandığı Humus’un Kusayr kasabasında rejim üstünlüğü sağlamak üzere. Kusayr muhaliflerin elinden çıktıktan sonra Suriye ordusunun ilerlemesi daha da kolaylaşacak. Cenevre toplantısına, ülke içinde askeri açıdan galip gelmiş, muhalifleri durdurmuş ve geriletmiş bir yönetim olarak katılmak, Esed rejimine diplomatik olarak da epey bir alan açacaktır. Muhalefetin darmadağın yapısı, Rusya ve İran’ın Esed rejiminin arkasında sapasağlam durması, Esed sonrasında Suriye’de ne olacağına dair hiçbir öngörüde bulunulamaması gibi nedenlerle, Cenevre Konferansı’nda somut bir ilerlemenin sağlanabileceğini söylemek güç.

Toplantıdan elde edilebilecek en makul sonuç, Esed ve yakınlarına güvenli çıkış verildikten sonra, Baas rejiminin de içinde yer alacağı bir geçiş hükümeti için anlaşma sağlamak olacaktır. Ancak hâlâ oluk oluk kan akan sıcak yaraların bu dikişi nasıl tutacağı ciddi bir soru işareti. Bu anlaşma her şeye rağmen sağlanabilirse, şu can yakıcı soruyu sormak ise bir hak olacak: Madem sonuç böyle olacaktı, değer miydi 100 bin insanın ölümüne? Suriye’nin harabeye dönmesine? İslâm dünyasının kanlı-bıçaklı iki kampa bölünmesine?                      

Türkiye’ye yansıyan taraflar 

Suriye krizinin başlangıcından bu yana, Türkiye bütün iyi niyetiyle ve samimiyetiyle daha fazla kan dökülmesin diye çabalayan bir ülke oldu. Ancak, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da ifade ettiği gibi, bu süreçte yapılan bazı değerlendirme hataları nedeniyle istenilen sonuç alınamadı. Zaten Türkiye her şeyi doğru biçimde analiz edip değerlendirseydi bile, bölgenin kaygan yapısından kaynaklanan sebeplerle yine de birçok konuda eksik kalacaktı. Türkiye bir yandan resmen ait olduğu uluslararası kampın kendisinden beklediklerini ve bu aidiyetin gerektirdiklerini yerine getirmeye çalışırken, diğer yandan kendini ait hissettiği asıl kampa (İslâm dünyası) karşı sorumluluklarını dert ediniyor. Tarih ve gelecek nesiller, bu sorumlulukların yerine getirilmesi çabalarını layıkıyla takdir edecek, bazı somut başarıların elde edilememiş olmasını ise affederek görmezden gelecektir.  

Ortadoğu’da sürprizler eksik olmaz. Suriye’de yaşanan kanlı iç savaşın bu kadar uzaması ve bütün bölgede derin bir uçurum açması, ironik şekilde, Türkiye’ye bir iç barış hediye etti. Suriye’de rejim çökmeyince Kürtler harekete geçemedi, bölge halkları “en kötü senaryo”yu yüreği ağzında izledi ve böylece psikolojik olarak “eldekini de kaybetmeden birlikte yaşama” hedefine daha kolay ikna oldu. Esed rejimi hızlıca çöküp, Suriye Kürtlerine bağımsızlık ya da en azından federasyon alanı açılabilseydi, Türkiye’de şimdilerde kotarılmakta olan “barış süreci”nden söz etmek bile zor olurdu.  

[email protected]