Geçilmedik kırmızı çizgi bırakmayan Esed’in kimyasal silah kullanması sonrasında ABD ve diğer güçlerin müdahaleyi tartışması daha çok uluslararası sistemin meşruiyetini devam ettirme kaygısından.
Prof. Dr. Muhittin Ataman - Abant İzzet Baysal Ünv. Öğr. Üy.
2010 yılının sonlarında Tunus’ta çakan kıvılcımla tutuşan Arap isyan ateşi kısa sürede üç ülkede devrimle, dolayısıyla rejim değişikliğiyle neticelendi. Beklenmedik bir hız ve kapsamla genişleyen isyan dalgası Ortadoğu’daki dengeleri altüst etti. Aslında isyan dalgası temelde 20. yüzyılın başında Batılı sömürgeci ülkeler tarafından Sykes-Picot’ta oluşturulan ve yüzyılın sonlarında CampDavid’te tahkim edilen yapay bölgesel siyasal sisteme ve halktan kopuk bir şekilde oluşturulan statükoya karşıydı. Diğer bir deyişle, Arap isyanları aslında Batılı ülkeler tarafından bölgede oluşturulan siyasal ve ekonomik düzene bir başkaldırıydı. 2011 yılının başından itibaren Suriye’de Baas rejimine karşı devam eden isyanda öncelikle bu bağlamda ele alınmalıdır. Suriye isyanı sırasında şimdiye kadar yüz binden fazla insan hayatını kaybetti, milyonlarca insan yaralandı ve/ya mülteci durumuna düştü. Esed’in kendi halkına karşı gerçekleştirdiği kitlesel katliamlara bile uluslararası kamuoyundan ciddi bir tepki gelmedi. Farklı nedenlerden dolayı, bir iki küçük ülkeyle birlikte Türkiye hariç küresel ve bölgesel güçlerbu katliamlara karşı net bir tavır almadı.
Genel kanaate göre, uluslararası normlara ve hukuka göre kimyasal silah kullanmak bir insanlık suçudur ve karşılıksız bırakılmaması gerekir. Dolayısıyla, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri başta olmak üzere küresel güçlerin “insani müdahale (humanitarianintervention)” ve “koruma sorumluluğu (responsibilitytoprotect, R2P)” doktrinleri gereği harekete geçmesi ve hukuk ihlali yapan saldırganın cezalandırılması gerekmektedir. Koruma sorumluluğu doktrini ilk kez 2001 yılında Müdahale ve Devlet Egemenliği Uluslararası Komisyonu tarafından hazırlanan bir raporda geliştirilmiştir. BM 2005 yılında bu rapordan hareketle Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi’ni kabul etmiş, 2009’da ise BM Genel Sekreteri Korumu Sorumluluğunun Uygulanması başlıklı raporu ilan edilmiştir. Bu belgelere göre devletlerin kendi ulusal sınırları dışında da toplu kıyımlara uğrayan halkları koruma sorumluluğu bulunmaktadır. Devlet bu sorumluluğu tüm diplomatik yöntemleri kullandıktan sonra son merhalede uygulayacaklardır.
İnsani müdahale bağlamında somut adım atmayı öngören bu ilke 1995 Bosna/Srebrenitsa ve 1994 Ruanda katliamları sırasında Batılı küresel güçlerin kayıtsızlığı ve uluslararası sistemin başarısızlığı sonrası geliştirilmiştir. Bu ilke, devletlere halkları ve insanlığa karşı suçlardan koruma sorumluluğu yüklüyor. Buna göre, bir ülke kendi sınırları dahilindeki sorunları çözemiyorsa uluslararası müdahale yapılabilir. Ancak uygulama her zaman teorinin arkasında gelmekte, teorideki ilkeler uygulanamamaktadır. Örneğin, Libya’da Kaddafi’ye karşı uygulanan koruma sorumluluğu doktrini bugüne kadar 100 binden fazla insanın hayatını kaybettiği Suriye’de ve binlerce insanın hayatını kaybettiği Yemen’deki insanlığa karşı işlenen suçları engellemek için uygulanmadı. BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye ve Yemen’deki kayıtsızlığı bir sürpriz veya hayal kırıklığı olarak da okunmamalı. Çünkü bu doktrinin uygulaması salt insani nedenlerle değil reelpolitik ilkesinin de gerektirmesiyle mümkündür. Daha doğrusu reelpolitik gerekçeler ve ulusal çıkarlar ağır basmaktadır. Bir anlamda bu doktrinin uygulanması Batılı ülkelerin dış müdahalelerinin meşrulaştırılmasına imkan sağlamaktadır. Batı saldırganlığı insan müdahale maskesi altında devam etmekte, bazen de bizzat bu müdahaleler insanlığa karşı suçların işlenmesiyle neticelenmektedir.
Birinci ve en meşru olarak nitelendirilen müdahale alternatifi, BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı bir karar ile gerçekleşen müdahaledir. Uluslararası meşruiyet bakımından ilk planda akla gelen plan budur. Türkiye’nin de öncelikli tercihi bu yöndedir. Ancak Konseyin veto hakkına sahip daimi iki üyesi Rusya ile Çin’in Esed yanlısı tutumları dolayısıyla BM Güvenlik Konseyi’nden bir müdahale kararının çıkması beklenmemektedir.
İkinci muhtemel müdahale alternatifi NATO’nun kurumsal müdahalesidir. NATO müdahalesi de hem BM adına hem de örgütün kendi inisiyatifi bağlamında olabilir. 1998 yılında Kosova’da yaptıkları gibi ABD’nin inisiyatifi ile NATO bağlamında bir koalisyon oluşturularak saldırı yapılabilir. En önemli NATO üyeleri arasında bulunan ABD, Fransa, Almanya ve Türkiye oluşturulacak askeri birliğe katkı sağlayabilirler. Ancak İtalya gibi bazı NATO üyeleri sadece BMGK kararına göre destek olabileceğini ilan etti, İngiltere Parlamentosu ve Başbakanı müdahalede yer almayacaklarını belirttiler. Dolayısıyla bu seçeneğin de gerçekleşmesi zor görünmektedir.
Batı’nın meşruiyet arayışı
Üçüncü bir müdahale alternatifi de Türkiye’nin “gönüllüler koalisyonu” olarak adlandırdığı bir grup ülkenin müdahalesidir. Burada belirli bir uluslararası kurum ve yapının dışında ad hoc olarak bir araya gelen ve konu hakkında çıkar birliği içinde olan bir ülkeler grubunun müdahalesi söz konusudur. Meşruiyeti en çok sorgulanacak olan, ancak en muhtemel müdahale seçeneği de bu olacaktır.ABD ve farklı şekillerde destek verecek ülkeler koalisyonu Esed’in vurucu güçlerine müdahale edeceklerdir.
Müdahalenin asıl amacının Esed’in iktidardan düşürülmesi değil, katliamları engellemek olduğunu düşünüyorum. ABD Sözcüsü JayCarney de konuyla ilgili yaptığı açıklamada, bunu teyit edercesine “değerlendirdiğimiz seçenekler rejim değiştirme hakkında değil. Bu seçenekler, kimyasal silah kullanımının yasaklanmasına yönelik uluslararası standartların açık ihlaline cevap vermeye dönük” olduğunu belirtmiştir. Sınırlı müdahalenin nedeni de Baas rejiminin muhtemel sonu durumunda Batılı ülkelerin ve bazı bölgeülkelerinin beklentilerini karşılayan bir rejim oluşmayacağıdır. Mısır’da demokratik bir iktidara karşı gerçekleşen askeri darbenin Batılı ülkeler tarafından zımnen de olsa desteklenmesi, en azından karşı çıkılmaması, bu bakış açısının bir yansımasıdır. Esed sonrası dönemdeki iktidarın en kuvvetli adayı on yıllardır ülkedeki dikta rejimine karşı mücadele eden İhvan hareketidir. Suriye’de halkın taleplerinin bir tecellisi olan her yönetim, İhvan-benzeri, Sünni ve İslami, bir nitelikte olması kaçınılmazdır. Aynen Saddam sonrası Irak’ın Şii bir karaktere bürünmesi gibi.
Hepimizin bildiği gibi ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin Ortadoğu’da vazgeçilmez iki temel amacı ve çıkarı vardır. Bunlar, dünya enerji arzının zarar görmemesi ve enerji piyasasının istikrarının devamı ve İsrail devletinin güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu analizde, hemen her metinde ve tartışmada değinilmesi dolayısıyla bu iki husus üzerinde durulmayacaktır. Bunlara ilave edilebilecek bir üçüncü husus, Batının küresel hegemonyasının ve meşruiyetinin sürdürülmesidir. Baas rejimine yönelik müdahaleyi öncelikle bu amaç bağlamında değerlendirmek gerekir. Geçilmedik kırmızı çizgi bırakmayan Esed’in kimyasal silah kullanması sonrasında ABD ve diğer küresel güçlerin müdahaleyi tartışmaları, daha çok uluslararası sistemin meşruiyetini devam ettirme veya güçlendirme kaygısını yansıtmaktadır.
ABD ve diğer Batılı ülkeler Cenevre sürecinin önünü açmak için müdahale etmeyi amaçlamaktadır. Kimyasal silahların kullanılması,muhtemel Cenevre siyasi görüşmelerinde Esed, İran ve Rusya’dan oluşan muhalefet cephesine karşı ellerini güçlendirmek için müdahale etme imkanı verdi. Devrimden yana olup da müdahale istemeyen ülkeler de var. Arap Birliği ve BM Genel Sekreteri Ban ki Moon diplomatik yöntemlerin kullanılmasında yana açıklamalar yaptılar.Kısacası olası bir müdahale daha çok küresel güç mücadelesinin ve uluslararası sistem meşruiyeti kaygılarının bir sonucu olacaktır. Yoksa Suriye’deki insanların hayatlarını kaybetmesi tek başına bir neden değildir.
ABD ve Batılı ülkelerin amaç, beklenti ve imkanları dikkate alındığında müdahalenin farklı düzeylerde gerçekleşebileceğisöylenebilir. Kanaatime göre, Batılı ülkelerin Suriye müdahalesi iki farklı düzeyde gerçekleştirilebilir. Birinci seçenek, ABD ve müttefiklerinin ülkedeki önemli stratejik ve askeri hedefleri vurarak Baas rejiminin bir kez daha kimyasal silah kullanmasına engel olmak ve kitlesel katliamlar gerçekleştirmesi konusunda caydırmaktır. Öncelikli hedef, Baas rejiminin kimyasal silah üretim ve dağıtım merkezleri ve depoları, hava savunma sistemleri ve uzun menzilli füzelerdir.Özellikle, kimyasal saldırıyı gerçekleştirdiği iddia edilen, Esed’in kardeşi Mahir’in başında bulunduğu 4. Zırhlı Tümen hedef alınmalıdır. Saddam’ın kuzeni Kimyasal Ali rolünü oynayan Mahir cezalandırılmalıdır. Bu seçenek daha az maliyetle daha az zamanda ve kara kuvvetlerini kullanmadan amaca ulaşmayı öngörmektedir.
İkinci seçenek ise,rejimin çökmesiyle neticelenecek şekilde,Esed rejiminin saldırı gücünü yok etmeyi amaçlayabilir. Bu seçenek yüksek risk, maliyet ve uzun zaman gerektirmektedir. Bu seçenek ülkenin işgal etmesini ve Batılı ülkelerin iç savaşa bulaşmasını gerektirebilir, ki bu durum da Batılı kamuoyları tarafından tercih edilmemektedir.Müdahalenin kapsamı genişledikçe de müdahalenin alacağı zaman, katlanılacak maliyet, ülkeye ve halka verecek zarar da o denli artar.
Müdahalenin sonucu?
Müdahale sonrasında Suriye’de devam eden çatışmanın daha de derinleşme ihtimali var. Uluslararası müdahale yeni bir savaşa ve muhtemel katliamlara yol açmamalı, sadece ülkedeki iç savaşı ve katliamları durdurmayı amaçlamalıdır. Diğer bir deyişle, uluslararası operasyon sınırlı bir sonuca odaklanmalı vene ülkeyi ne de bölgeyi yeni bir kaotik ortam içine sokmamalıdır.
Müdahale durumunda ciddi bir güvenlik riski ve şiddetin Suriye dışına taşma ihtimali var, buna karşıacilen tedbir alınması gerekir. Yabancı müdahalesininyaşanan şiddet ve çatışmayı hiçbir şekilde ülke sınırlarının dışına taşırmaması sağlanmalıdır. Suriye, İncirlik Üssü başta olmak üzere Türkiye ve İsrail’deki bazı stratejik hedeflerefüze fırlatabilir. Özellikle Türkiye’ye yönelik bir saldırının yapılması ve Allah muhafaza bunun insan kaybıyla neticelenmesi Türkiye’deki siyasal istikrar, toplumsal barış ve ekonomik kalkınmaya ciddi bir zarar verecektir.
Türkiye,bölgedeki siyasal aktörler tarafından zaten İran ve yandaşları tarafından ötekileştirilmiş olan Batılı ülkelerden ayrı bir analize tabi tutulacak;bölgesel ve Müslüman bir ülke olarak Türkiye ayrı bir kategoride ele alınacaktır. Esed, İran ve/ya Hizbullah müdahale sonrasındaTürkiye karşıtı bazı şiddet hareketlerine girişebilirler. En azındanetkileri altındaki şiddet örgütlerini Türkiye aleyhine harekete geçirebilirler. Türkiye’nin buna da hazırlıklı olması ve karşı tedbir alması lazım.
Öte yandan Batılı ülkelerin müdahale maliyeti arttıkça ülkeye müdahaleleri ve ülkede kalış süreleri de o denli artacaktır. Bundan dolayı, müdahalenin kısa süreli, ancak etkili caydırıcı olması gerekir. Müdahalenin sonucunda Suriye’de Kosova gibi sistematik şiddetten arındırılmalı ve Irak ile Afganistan şiddetin artarak devam etmesiyle neticelenmemeli.