Suriye sorunu ve göç hareketinin geleceği

Doç. Dr. Ata Özkaya / Galatasaray Üniversitesi
8.03.2020

Türkiye ve Rusya açısından askeri gerginliğin ve çatışma sürecinin devamı iki ülkenin refah hanesine kayıp olarak yazıldığından zirveden bir süreliğine sükunet telkini çıkmıştır. İki ülke bir süre daha birbirini tartmaya devam edecektir. Jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik sıkışmışlık, coğrafyanın hesaba katılması ve kazanç düzlemi çeşitlendirilerek aşılmalıdır.


Suriye sorunu ve göç hareketinin geleceği

Ülkemiz insanları kadar “göç” kavramına bu kadar aşina topluluklar dünyada az görülmüştür. Son yüzyıllardaki göç güzergahlarımız arasında yer alan Anadolu, Kuzey İran, Kafkaslar, Kırım, Balkanlar, Akdeniz havzası düzenli, düzensiz ve sürekli göçler ile şekillenmiştir, aslına bakılırsa halen bu durum devam etmektedir. Son 10 yılda Akdeniz havzasının “Arap Baharı” ile göç hareketine ev sahipliği yapması örnek gösterilebilir. Buna, ülkemize Suriye’den ve Afganistan ile Kafkaslar’dan yönelen göçler eklendiğinde, bölgedeki toplulukların modern anlamda yükselemeyen kolektif bilinçleri, olması gereken “kökleşmeyi” engellemektedir.

Yukarıda kısa da olsa girizgah olarak gözlemini izah ettiğim durum, son bir haftadır ülkemizden Avrupa’ya gitmeye çalışan, -5 Mart 2020 tarihi itibarı ile- yaklaşık 140 bin göçmenin aslında bölgede sonu gelmeyen göç hareketlerine yeni bir halka eklediğini tespit etmeme yöneliktir. Göçmen sayısının tam olarak hangi rakamlara ulaşabileceği kestirilemese de, Avrupa Birliği ülkelerinde, Almanya başta olmak üzere bir bekleyiş hakimdir. Benim düşüncem, Avrupa Birliği’nin öngörüsünün göçmen sayısının milyonları bulmayacağı yönünde olduğudur. Bu öngörüme neden olan düşüncem ise; ilk göç dalgası başladığında ülkemizin kapıları açmadığı 2015 yılından itibaren geçen zaman zarfında, Avrupa Birliği’nin vaadettiği miktarda finansal yardımı yapmaması ile birlikte, yaptığı kadarının etkilerini de bilimsel olarak incelemesinden ötürü -gerekli sosyolojik ve istatistik çalışmaların gerçekleştirilmiş olası neticesinde-, göç edebilecek Suriyelilerin oranını belirlemiş olmasıdır. Ülkemizin uyguladığı sosyal politikalar neticesinde, Merkezi Yönetim Bütçe’sine yaptığı dinamik yükü bir kenera bırakırsak, Suriye’den ülkemize göç eden yaklaşık 4 milyon kadar göçmenin belki de Avrupa’da hemen erişemeyeceği bir refah seviyesinde bulunuyor olmasıdır. Bu kesim büyük ölçüde çocuklu ailelerden oluşmaktadır ki, Avrupa’nın içlerinde eğer göç ederlerse onları bekleyen yaklaşık 4 asırdır demlene demlene meydana getirilmiş kurallar bütünü vardır.

Zorlayıcı sebepler

Elde edilecek ekonomik refah ile Avrupa’nın her türlü kurallar çerçevesine uymak için harcanacak efor kıyaslandığında, özellikle çocuklu ailelerden oluşan Suriyeli göçmenlerin ülkemizde kalmaya devam etmesi ekonomik açıdan ve onlar için daha rasyoneldir. Ekonomik refah açısından değerlendirdiğimiz göç hareketini daha genel bir perspektiften değerlendirmek istiyorum. İnsan toplukluklarını göç hareketine sevk eden çeşitli sebepler mevcutturlar. Bunları zorlayıcı ve zorlayıcı-olmayan sebepler olarak sınıflandırabiliriz. i.) Zorlayıcı sebepler devlet ya da merkezi otorite kaynaklı sebepler olmakla birlikte, ii.) zorlayıcı-olmayan sebepler refah temelli teşvik edici-cezbedici unsurlardan meydana gelmektedir. Zorlayıcı sebepler göz önüne alındığında, ilgili fiziki coğrafyada yer alan merkezi otoritenin jeopolitik yaklaşımları temelde yer almaktadır. Bu jeopolitik yaklaşımlar, bölüşüm problemini tarihin akışı içerisinde mezhepsel, etnik, savaş gibi ikincil sebepleri ön plana taşıyacak şekilde de tezahür etmektedir/ yansımaktadır. Bu göç hareketleri bazı dönemlerde sürgün olarak da nitelendirilebilecek olaylara kadar gitmiştir. Mezhepsel, etnik ve savaş şeklinde tezahür eden ikincil sebeplerle başlatılan göç hareketlerine yukarıda bahsi geçen coğrafi hatlarda birçok zaman diliminde sayısız örnek bulabiliriz. Bu bölüşüm problemleri bazen de tabii felaketlerin akabinde kendini göstermiştir. Öte yandan, zorlayıcı-olmayan sebepler olarak sınıflandırabileceklerimiz de ekonomi kökenli olmakla birlikte, merkezi otoritenin zorlaması değil, teşviki ile meydana gelen göç akımlarıdır. 1960’larda ülkemizden Almanya’ya olan işçi göç hareketi ya da ABD’nin kuruluşunu müteakip, bu ülkeye, ihtiyaç duyulan fikirsel ve işgücü gelişimi neticesinde Avrupa başta olmak üzere, dünyanın çeşitli bölgelerinden akan göçler gibi. Bu ikinci tip göç hareketleri beşeri sermaye akışı yarattığı için, göç alan ülke “lehine” gelişmelere yol açmıştır. Lehine-aleyhine şeklinde bir tanımlama kullanmaya başladığım için, yukarıda Suriyeli aileleri örnek gösterdiğim şekli ile ikinci bir sınıflandırmaya ihtiyaç duymaktayım. Şöyle ki, göç eden topluluklar gittikleri menzil ülkeye kendi kurallar bütününü götürüp, belirli bir uzlaşı seviyesinde o ülkede yeni kurallar mı meydana getirmekteler? Yoksa, kendi kurallar bütününü bir kenara bırakıp, gittikleri ülkenin kurallar bütününe mi uymaktalar? Burada kurallar bütününü ortak hukuki yaşam olarak düşünüyorum, kültürel akışı şimdilik ele almıyorum. Bu iki durum bize, göçlerin aslında bazı koşullar altında göç kabul eden ülke lehine ekonomik, sosyolojik ve refah açısından kazanımlar yaratabileceğini göstermektedir.

Refaha yönelik göç

O halde şöyle bir soru sorabilirim: Ülkemizin son yıllarda ve hatta son haftada karşılaştığı göç hareketi yukarıda yaptığım sınıflandırmadan hangisi içinde düşünülebilir? Suriye’deki insanlık dışı dram neticesinde zorlayıcı olarak nitelendirilebilecek 7-8 yıllık göç hareketi son günlerde zorlayıcı-olmayan, refaha yöenlik teşvik-edici niteliğe de bürünmüş, ülkemiz Orta Asya ülkeleri üzerinden gelen akışa da ev sahipliği yapmaktadır. Eğer ülkemiz sanayisi başta olmak üzere, ekonomik sektörel yapısı bu göç akışı ile taşınabilen ehil-işgücüne ihtiyaç duyabilecek, ona üretim ortamı çerçevesinde evsahipliği yapabilecek yapıda ise gelen insan kitlesi hepimizin refahı için olumlu katkılarda bulunabilir, dahası kalıcı olur. Aksi takdirde ne olur?

Bu soruyu yanıtlamak için, hepimizin gözlemlediği zorlayıcı sebep olan, İdlib’deki jeopolitik, jeostratejik, jeoekonomik ve artık tüm bu boyutların izdüşümü olarak görünür olan askeri gerginliğe eğilmemiz gerekecektir.

11 Şubat 2020’de Rusya gözetiminde Suriye tarafından başlatılan yeni dönem askeri gerginlik, geçen hafta 34 mehmetçiğimizin şehit edilmesi ile farklı bir noktaya taşınmıştır. NATO’nun bir üyesi olarak, NATO kapsamında nasıl bir destek alabileceğimize dair karşılıklı istişareler yapılmış; ABD Başkanı ile doğrudan temas halinde bulunularak Patriot hava savunma sistemleri tekrar talep edilmiştir. ABD Suriye özel temsilcisi ve heyeti bölgede temas kararı almıştır. Bunun akabinde 2 Mart 2020 Pazartesi günü, Milli Savunma Bakanlığımız tarafından askeri hareketliliğimize dair “Bahar Kalkanı” tanımlaması kullanılarak, artık Suriye-İdlib coğrafyası özelinde çok devletli mücadelede yeni bir faza geçildiği ilan edilmiştir ve sınır kapılarımız göç akışına müsade edilerek açılmıştır. Bu yeni aşama, rejim askerleri ile artan sıcak çatışmalar anlamına gelmektedir. Bakanlığımızın açıklamaları dikkatle incelendiği zaman, ordumuza yönelik gerçekleştirilen menfur saldırılarda Rus kuvvetlerinin doğrudan dahli olmadığı bilgisi ile rejim askerlerinin sorumlu tutulduğu gözlemlenmektedir. Artan askeri gerginlik, 5 Mart 2020 tarihinde ülkemiz ve Rus hükümetlerinin en üst düzeyde görüşmesi ile kısa süreliğine dondurulmuş bulunmaktadır.

Yukarıda zaman akışı verilen sürece, tarafların jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik çerçevesini göz önüne alarak baktığımda:

• ABD açısından ele alındığında: Türkiye-Rusya-İran bölgesel güç-pivot ülkeleri kümesinin orta-uzun dönem toplam kazançlarının minimize edilmesi en büyük getiriyi sağlamaktadır. Dolayısı ile Kuzey Afrika’da, Doğu Akdeniz MEB’de, Karedeniz’de Ukrayna ve Kırım’da Türkiye-Rusya karşı karşıya strateji geliştirmekte iken Kafkaslar’da, İdlib’de Türkiye-Rusya-İran aynı kazanç uzayında karşı karşıya gelmektedirler. Lübnan’da ise ABD-İsrail-İran karşılıklı yer almaktadır. ABD, İranlı generali suikast ile ortadan kaldırarak Lübnan-İran bağlantısı kesmek yönünde adım atmıştır, fiziksel bağlantısını kesmek açısından da PYD/YPG yi hem Suriye hem de Irak’ta kullanacaktır.

• Rusya açısından ele alındığında ise, ABD ile örtük de olsa Fırat’ın doğusu konusunda mutabık kalındığı anlaşılmaktadır. Fırat’ın doğusunda, sınırımızdan 30 km derinliğe yerleştirilen PYD, YPG gibi terör örgütü silahlı toplulukların varlığı ve işlevselliği konusunda da mutabık kaldıkları anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Rus ve ABD askerlerinin konuşlandığı hatlara bakıldığında, iki ülke arasında enerji kaynaklarına ek olarak Fırat’ın doğusunda su kaynaklarının-tarım topraklarının dağılımının da kararlaştırıldığı düşünülebilir. 2040 yılı itibarı ile dünyada ve bölgemizde su kıtlığı yaşanacağının Birleşmiş Milletler raporlarına yansıdığını da hatırlatmak isterim. Rejim askerlerinin Suriye’nin güneyine henüz güçlü harekat yapmamış olması, başka bir deyişle İsrail’in Golan tepelerine dair askeri, ABD’nin de siyasi hamlesi göz önüne alındığında, Rusya’nın Suriye’nin geleceğinde mevcut Esad hükümetine belli bir süre yer verebileceği gibi, ilk etapta Suriye’nin daha sonra da Irak’ın siyasi coğrafya açısından üçe ayrılabileceğini göz önüne alarak orta-uzun dönem planlarını hazırladığı kuvvetle muhtemeldir. Dolayısı ile Rusya nazarında da askeri harekat süreci aslında kapanmış; Suriye ile Irak’ın nasıl bir siyasi yapıya kavuşacağı düşüncesi “satın alınmaktadır”. Bu plan ve gerçekleşmesi arasındaki bağlantı ise ülkemizin bu siyasi konfigürasyona razı olması, ya da razı olmaya zorlanmasından gerçmektedir. Doğu Akdeniz MEB’de Mısır, Yunanistan, GKRY ile ülkemizin kazancının aleyhine strateji geliştireceğini, buradaki kazancı ile olası İdlib ve/veya Libya kaybını dengelemeyi planladığını düşünmekteyim. Bununla birlikte İdlib’de askeri sürecin bir an evvel siyasi sürece evrilmesini istemektedir. Ancak burada Türkiye’nin rolü vardır.

• Ülkemiz açısından bakıldığında, askeri açıdan milli güvenliğimize tehdit olarak düşünülen İdlib sorunu aynı zamanda sosyal açıdan da bir tehdit oluşturmaktadır. Kontrolsüz ve düzensiz göç akışının engellenmesi gerekmektedir. Bunun için İdlib’de oluşturulabilecek bir uçuşa yasak bölge konusunda uzlaşmaya açık olduğumuz anlaşılmaktadır. Ayrıca, Suriye ve Irak’ın üçe bölünme riskine karşı da Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekatlarının kazanımlarına ek olarak İdlib’de de onları destekleyici bir kazanıma ihtiyaç bulunmaktadır. Buna mukabil, Doğu Akdeniz MEB konusunda yalnız kalma ihtimaline karşı acilen bir taktik ortaklık geliştirilmesi gerekmektedir. Rusya’nın Libya konusunda İdlib’i dengeleyici taleplerine karşı da hazırlıklı olunmalıdır.

Önümüzdeki dönem ajandası

Genel hatları ile çerçevesini verdiğim son bir aylık sürecin 5 Mart 2020 akşamı iki ülke arasındaki en üst düzey temas neticesinde hangi düzleme evrileceğine dair değerlendirmemi de buraya not etmek istiyorum. Akşam saatlerinde gerçekleşen görüşmede önümüzdeki dönem ajandasında sadece İdlib’in değil, Libya, Doğu Akdeniz MEB, Fırat’ın doğusu ve Karadeniz’in kuzeyinin olduğu aşikardır. Rusya, ülkemiz ile Suriye topraklarında orta-uzun dönemli bir askeri gerginliği ve de çatışmalar zincirini kaldırabilecek ekonomik, kültürel, askeri lojistik imkanlarından yoksundur. Bu sebepten ötürü ilk amacı, siyasi çözüme açılan yolları yani Soçi ve Astana zirvesi kararlarını revize eden bir kısmi hareketsizlik konusunda uzlaşma teklifi-arayışı olmuştur. Rusya ile benzer şekilde, her ne kadar ekonomik olarak ülkemizin uzun dönemli askeri çözümleri sürdürme zorluğu olsa da, hükümetimizin bu sorunu milli sınırlarımıza tehdit olarak görmesinden ötürü, risk iştahı görece olarak daha yüksek, askeri lojistik imkanları daha fazladır. Rusya’nın askeri donanım açısından daha güçlü olduğu iddia edilse de, hiç arzu edilmediği halde ülkemizin yalnız ve yalnız askeri çözümü göze alması eğer vaki olursa: Rusya’nın güçlü gibi görünen askeri lojistik imkanları (uçak gemisi ve hava üssü) ne pahasına olursa olsun hedef alınabileceği için, aslında askeri süreç Rusya açısından sürdürülemez bir süreçtir. Türkiye ve Rusya açısından, ikisini birden ele alarak bakıldığında askeri gerginliğin ve çatışma sürecinin devamı iki ülkenin refah hanesine kayıp olarak yazılmakta olduğu için; söz konusu zirveden bir süreliğine sükunet telkini çıkmıştır, iki ülke bir süre daha birbirini tartmaya devam edecektir. Burada önerim, jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik sıkışmışlığın hesaba katılan coğrafya ve kazanç düzlemi çeşitlendirilerek aşılması gerektiğidir. Aksi takdirde, geçici sükunet durumunun ani bir çatışmaya dönüşmesi çok kolaydır, düşürülen Rus uçağını hatırlamamız bunu görmemiz için yeterlidir.

[email protected]