Suriye’de ‘Türkiye sıkıntısı!’

Taha Özhan - SETA Başkanı
25.05.2013

Türkiye’nin Suriye politikasında kapasite sorunları ve taktik iniş çıkışların olduğu muhakkak. Lakin bu neticeye dönük yapısal bir değişimi etkileyecek cinsten değildir. Esed’in gitmesi gerektiğini yönünde pozisyon almak kurucu bir siyasete tekabül eder. Esed’in gitmemiş olması ise sürecin değiştiğine delalet etmektedir.


Suriye’de ‘Türkiye sıkıntısı!’

Reyhanlı terör saldırılarına gelen tepkilerin en yaygın ve en sıradan olanı, felaket söylemleriyle süslenmiş, şikayet düzeyini aşamayan ihbar tadındaki liberal-sol söylemin şekillendirdiği naif ‘gördünüz mü işte!’ yaklaşımıydı. Binlerce insanını son otuz yıl boyunca benzer eylemlere kurban vermiş olan Türkiye’yi bir terör saldırısı sonrası bu düzeyde uyarmaya gayret etmek gerçekten hazin bir durum. Bu düzeyin bir başka tezahürü ise bugün olanların yani on binlerce insanın öldüğü Suriye krizinde Türkiye’nin pozisyonunun ‘Ortadoğu’yu tanınmadığından veya hayalciliğe’ dayalı bir dış politikadan dolayı sıkıntıya girdiğini hatta çöktüğünü iddia etmektedir. Her iki yaklaşım tarzının eleştirilerinin ardından ciddiye alınabilecek bir siyaset önerisi bulunmadığı gibi böyle bir sorumluluk da hissetmedikleri aşikardır. Özellikle ikinci pozisyonu dillendirenler bir ‘siyaset’ önermeyip ‘siyaset eleştirisi’ yaptıklarının ve elbette ikisi arasındaki derin ‘siyasal farkı’ anlamaları da mümkün görünmemektedir. Trajik olan ise en sert liberalizm eleştirisi yaptığını düşünenlerin, tam da liberalizm metodolojik amentüsüne denk gelen ‘siyaset eleştirisini, siyaset zannetme’ pozisyonuna sarılmış olmalarıdır. 

‘Türkiye’nin Suriye politikası yanlış’ tespitinin anlamlı bir cümle olabilmesinin yolu devamında maddi bilgi ve analiz düzeyinde ciddiye alınabilecek bazı cümlelerin kurulmasıyla mümkün olabilir. Kaldı ki güvenlik analizlerinden mülteci sorununa, İsrail faktöründen İran’ın pozisyonuna, istihbarat kapasitesinden askeri kabiliyete, vekalet savaşı maliyetlerinden uluslararası hukuki meselelere, ekonomik değerlendirmelerden toplumsal risk analizlerine kadar devasa bir alan ve malzeme  de önümüzde durmaktadır.  Hal bu olunca,  bütün bu başlıklar hızla atlanarak yapılan analizlerin raf ömrü de fazla olmamaktadır. Türkiye’nin dış politikasının inşa etmeye çalıştığı geniş bir bağlam var. Öncelikle bu bağlamın nereye oturduğu ve özellikle son onyılda nasıl şekillendiğinin doğru anlaşılması gerekmektedir. Çünkü Suriye politikası bu ekosistemin bir cüzünden ibarettir. Mevzu bahis yaptığımız siyasal bağlam henüz inşa aşamasında olup genel anlamda Türkiye içerisinde yaşanan değişimin dış politikaya yansımasından ibaret diyebiliriz. Türkiye’de devlet kendisini tahkim ettikçe inşa süreci de ilerlemektedir. Hem metodolojik olarak hem de kapasite sınırları anlamında Türkiye kendi içerisinde yaşadığı dönüşümü paralel bir şekilde dış politikasına da yansıtmaya gayret etmektedir. Yine genel anlamda Türkiye içerisinde değişim sancıları sırasında verilen olumlu olumsuz tepkilerin hem sahipleri hem de söylemleri dış politikada da kendilerini göstermektedirler. Bugün şaşırtıcı gibi görünen yeni durum ise dün Erdoğan için ‘muhtar bile olamaz!’ manşetleri atarak, AK Parti dönemine ‘Türkiye Malezya olmayacak’ düzeyinde tepki verenlerle, 2007 seçimleri öncesinde ‘AK Parti 2002’de aldığı yüzde 34’ü bile alamaz’ diyerek iddiaya tutuştuğu isim üzerinden, Kemalist refleksleri ‘İslam dünyası Malezya olmayacak’ düzeyine terfi ettirenlerin yan yana gelmiş olmasıdır.

Suriye’siz Suriye analizleri

Suriye krizine ve Türkiye’nin dış politikasına medyada ve siyasette arzı endam eden değerlendirmelerin kahir ekseriyetinin ortak üç noktası bulunmaktadır: Suriyesizlik, mesnetsizdik ve komploculuk. Bu üç özelliğin bir arada bulunmasını ve fark edilmemesini sağlayan tarz ise jenerik değerlendirmelerdir. Analizler ağırlıklı olarak Suriyesiz yapılmaktadır. Zira Suriye analizlerinin büyük bir kısmında Suriye’ye dair medya okuryazarlığını aşan bir birikim görmek neredeyse imkansızdır. Suriye’de olup bitenleri ‘doğal afet düzeyinde’ ele alan bu yaklaşım tarzı, Suriye ile başladığı cümlelerin tamamını başka bir aktörle veya konuyla bitirmektedir. Daha da hazin olanı Batılı medya organlarından tercüme yoluyla aktarılan tartışmaların nas düzeyinde itibar görmesidir. Batılı refiklerinin büyük kısmı da yerli versiyonları gibi Suriye’yi ya da Suriye’de olanları takip edenlerden ziyade Türkiye’yi izleyen isimlerdir. Mesela Erdoğan’ın son Amerika ziyareti sonrasında, açıktan Türkiye karşıtı olduğu bilinen, ABD yönetimine ulaşımı asgari düzeye inmiş ve son yıllardaki Türkiye analizleri ardı ardına boşa çıkmış isimlerin değerlendirmelerinin Türkçe aktarılması veya tekrar edilmesi ne kadar ciddiye alınabilir? Diğer bir husus ise Suriye değerlendirmelerinde maddi bilgi veya analiz tutarlığına neredeyse ihtiyaç duyulmamasıdır. Diplomatik ilişkileri bile olmayan Mısır ve İran’ı bir araya getirip Suriye krizini çözmeyi önerenlerden, Türkiye’yi Suriye meselesinde aynı anda ‘Batı taşeronu ve Batı tarafından yalnız bırakılan ülke’ olarak tarif edenlere kadar ilginç bir yelpaze var karşımızda. Son olarak derin bir komploculuk Suriye analizlerinin vazgeçilmez aracı konumunda. Yanlışlanamaz önermeleri ardı ardına sıralayıp, risk farktörlerini cümleye dönüştürüp sonuna soru işareti koymak kabaca bu analiz tarzı için yeterli olmaktadır. Komplocu yaklaşım tarzını ağırlıklı olarak sol ve muhafazakar isimler kullanmaktadır. Elbette ki bu tarzın oluşmasında saplantı düzeyine ulaşan Erdoğan düşmanlığı, mezhebi pozisyon ve İran’la ilişkiler hareket ettirici etkenlerdendir. Bu üç yaklaşım tarzının büyük bir sıkıntı çıkmadan arzı endam edebilmesi ise jenerik üslupla mümkündür. Suriye’ye dair en temel bilgilerden bile yoksun olmak veya bilinçli şekilde görmezden gelmek jenerik kamuflajla pekala sorunsuz bir hale gelebilmektedir. 

Meseleyi özetlemek gerekirse, Suriye krizi, Arap isyanlarından farklı olarak, Baas rejiminin çocukları katletmesiyle lokal bir protesto hareketi olarak başlamıştır. Üç kişinin bile bir araya gelmeye çekindiği Suriye’de, başlarına gelecekleri bilmelerine rağmen ayağa kalkan Suriye halkı, Baas rejimi katliamlarına devam ettikçe isyanı büyütmüş ve neredeyse bir yıl sonra isyan dağınık bir silahlı çatışmaya dönmüştür. 2011 sonundan itibaren ise Suriyeliler korku eşiğini aşarak rejime karşı genel isyanı başlatmışlardır. Bu aşamadan sonra Suriye’de yoğun bir vekalet savaşı da başlamıştır. Oldukça aşikar olduğunu düşündüğümüz Suriye kronolojisini ısrarla ıskalamayı tercih edenler Türkiye’ye odaklanmaktan kendilerini alamıyorlar. Türkiye fokusunun ise yaslandığı tek eksen Esed’in hala gitmemiş olmasıdır. İşin  hazin yanı ise Türkiye Esed’in gitmesi için fiilen daha aktif hale geldiği veya gelmesi durumunda ise yine aynı isimler tarafından hedefe konulmaktadır. Mezkur pozisyonun ‘Türkiye sıkıntısı’ oldukça ilginç bir şekilde Suriye krizindeki paydaşların ‘Türkiye sıkıntısının’ bir uzantısıdır. Baas rejiminin Suriye’den tamamen çıkarılmasına yönelik Türkiye’nin kurucu adım attığı anlar ‘tahrik’, pragmatizm sergilediği anlar “Batı ile işbirliği”, ahlaki tutum sergilediği anlar ise “romantizmle” mahkum edilmeye çalışılmaktadır. Bu yaklaşımın “görünmeyen, pozisyon almayan, karar vermeyen”  dış politika önerisi, siyaset eleştirisi düzeyini aşamadığı sürece de ciddiye alınabilecek bir siyasal pozisyon inşa etmesi mümkün görünmemektedir. 

Türkiye’nin Suriye politikasında kapasite sorunları ve taktik iniş çıkışların olduğu muhakkak. Bundan da daha normal bir durum düşünülemez. Lakin bu durum genel Suriye politikasında varoluşsal ya da neticeye dönük yapısal bir değişimi etkileyecek cinsten değildir. Öyle ki kapasite sorunlarının bir kısmı Türkiye’den büyük bir kısmı ise küresel ve bölgesel siyasal denklemlerden kaynaklanmaktadır. Taktik iniş çıkışlar ise krizin tabiatı gereği zaten kaçınılmazdır. Eğer ciddiye alınacak bir Suriye analizi yapmak istiyorsak taktik iniş çıkışları stratejik kırılma, kapasite sorunlarını makro pozisyon değişimi zannetmememiz gerekmektedir. Bu tuzağın billurlaşmış hali ise ‘Esed gidecekti, n’oldu?’ jenerik sorusudur. Esed’in gitmesi gerektiğini söylemek ve bu yönde pozisyon almak kurucu bir siyasete tekabül eder. Esed’in gitmemiş olması ise sürecin değiştiğine delalet etmektedir. Böylesi bir durumda Türkiye’nin pozisyonunu ve siyaset opsiyonlarını esnetmesi ve takvimini revize etmesinden daha normal bir durum olamaz. Bu oldukça basit siyaset yapımının farkında olmak için özellikle bol ayetli analizler yapanların niyetlerinin sahih, perspektiflerinin ise ‘çaba’ ile ‘tevfik’i birbirinden ayırmaya yetecek düzeyde olması yeterlidir. Başka bir deyişle, İsrail işgalinin Filistin’de hala devam ediyor olması nasıl meşrulaştırılamaz ve Filistinliler sorumlu tutulamazsa; Esed’in gitmemiş olmasından dolayı Baas rejimine direnenler ‘tedhişle’, muhalefete ve değişime destek veren siyasi pozisyon da kategorik olarak ‘hatalı’ olmakla suçlanamaz. 

Suriye’de vekalet savaşı

Suriye krizi üzerinden sadece Türkiye dış politikası değil Türkiye’nin bütün unsurları siyasal bir stres testinden geçmektedir. Türkiye bir asır önce pasif bir aktör olarak tecrübe ettiği bir krizle bu kez aktif bir aktör olarak yüzleşmektedir. Bu testin bir ayağı siyaset üretimi diğer ayağı ise kapasite artırımıdır. Bu yönüyle Suriye krizi, Türkiye’yi bölgede olgunlaştıran bir araç görevi de ifa etmektedir. Vekalet savaşlarının yoğun bir şekilde yaşandığı Suriye’de, Esed’in varlığı bir detaya dönüşeli uzunca bir zaman oldu. Tam da bu sebepten Türkiye Suriye’de Esed’ten ziyade vekalet savaşlarının sahipleriyle karşı karşıyadır. Bu mücadele ise sürecin uzamasına yol açmaktadır. Esed’in gelinen aşamadan sonra Suriye’de eski günlerine dönme ihtimali ne kadar ciddi ise Türkiye’nin Suriye krizinden dolayı bölgesel rolünü kaybetme riski de o kadar ciddidir. Ayrıca bir netice olarak Esed’in gitmesi Suriye krizinde bir sona da tekabül etmemektedir. Esed sonrası dönemin nasıl şekilleneceği de en az Esed’in gitmesi kadar zorlu olacağı ortadır. Hal bu iken ısrarla bütün Suriye krizini ‘Esed odaklı’ okumanın bir çok kör nokta ürettiğini söylemek gerekiyor. Kaldı ki, Esed’i, Rusya ve İran desteği,  hesapsız bir şekilde kan dökmesi ve ülkeyi enkaza çevirmesinden dolayı ayakta tutan süreç, Esed sonrasında destekçilerinin var olamadığı bir Suriye’yi de ortaya çıkarabilir. Bu yönüyle Baas sonrasında Suriyelilerin mücadele etmek zorunda kalacakları ‘vesayet ve çatışma odaklarıyla’ bugünden mücadele ettikleri de söylenebilir. 

Türkiye’nin, Suriye krizinin mahiyetinde açık bir değişim yaşanmadığı sürece genel pozisyonunu değiştirmesi gerçekçi görünmemektedir. Kaldı ki, Türkiye en baştan sınırlarını mültecilere kapatsa, topraklarını Suriye muhalefetine yasak ilan etse dahi bugün bulunduğu siyasi pozisyondan farklı bir yerde olmazdı. Türkiye, vekalet savaşlarının sürdüğü Suriye krizinde provokatif saldırıları aşacak düzeyde açıktan bir askeri tehdit görmediği sürece Suriye’ye tek taraflı müdahale etmeme politikasından vazgeçmemelidir. Bugün ısrarla ‘Türkiye niye Suriye’ye müdahale etmedi?’ sualini soranların meraklı mı yoksa tahrikçi mi olduğu çok muğlak değildir. Öyle ki bu suali dillendirenlerin kahir ekseriyeti Türkiye’nin Suriye krizine müdahil olmasından açık rahatsızlıklarını da gizleyemeyenlerdir. Ezcümle yüzyıl önce bugüne göre mukayese götürmeyecek düzeyde kapasite sorunları ve yine bugünle kıyaslanmayacak şekilde emperyalist bölgesel atmosfer dezavantajına direnemeyen bölgemiz, ilkel bir dizayn olan Sykes-Picot’a yenilmişti. Yüzyıl sonra benzer makası yeniden kurmak isteyenlere karşı çok daha güçlü durumda olan Türkiye ve bölge halklarının iradesini neo-Sykes-Picot’a teslim etmesi düşünülemez. 

[email protected]