Suud-İran gerilimi mezhebi mi siyasi mi?

Prof. Dr. Birol Akgün - SDE Başkanı ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi
16.01.2016

Bugün İran’ın beş başkentli (Tahran, Bağdat, Şam, Beyrut, Sana) bir bölgesel imparatorluğa doğru evirildiğine ilişkin argümanlar bizatihi bazı üst düzey İranlı yetkililerce de ifade edilmektedir. Dolayısıyla, ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi ve İran’ın artan etkisi karşısında zengin Arap monarşileri güvenlik paranoyası yaşamaya başlamışlardır ve İran’ın her hamlesi ve açıklaması Arap başkentlerinde büyük bir şüphe ve endişe yaratmaktadır.


Suud-İran gerilimi mezhebi mi siyasi mi?

Suudi Arabistan’ın içlerinde Şii kökenli aktivist bir din adamının da bulunduğu 47 idam mahkumunun cezalarını infaz etmesi Ortadoğu’da yeni bir çatışmanın fitilini ateşledi. Özellikle İran’da uzun yıllar eğitim görmüş bir Şii Ayetullah olan El-Nimr’in idamı Tahran sokaklarını hareketlendirdi. İran’ın dini lideri Hamaney, Suudi Arabistan’ı “ilahi cezasını çekmekle” tehdit ederken, sertlik yanlısı gruplar Tahran’daki Suud Büyükelçiliğini ve Meşhed’teki başkonsolosluğu ateşe verdiler. Suud yönetimi ise bir yandan idamlara gösterilen tepkiyi kendi iç işlerine karışma olarak nitelerken, diğer yandan İran devletinin büyükelçilik saldırısını bilerek engellemediğini ve bunun da açıkça uluslararası hukukun çiğnenmesi olduğunu söyleyerek bu ülkeyle her türlü siyasi, diplomatik ve ticari ilişkilerini kestiğini açıkladı. Ardından Bahreyn, Sudan, Katar, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri ve Cibuti gibi ülkeler de İran ile ya ilişkilerini tamamen kestiler ya da büyükelçilerini geri çağırarak tepkilerini sert biçimde gösterdiler. BM gibi uluslararası kuruluşlar da idamları eleştirmekle birlikte, özellikle İran’ı büyükelçilikleri koruma konusundaki zaaflarından dolayı ciddi biçimde kınadılar.

Bölgenin ateş topuna döndüğü bir dönemde yaşanan bu yeni gerilim uluslararası medya ve hatta İran ve Suudi Arabistan’da da daha çok sanki bir mezhep çatışması şeklinde sunulmakta olup her gün sayfa sayfa hangi ülkede ne kadar Sünni ne kadar Şii nüfus yaşadığına ilişkin haritalar yayınlanmaktadır. Kendi geçmişlerinde onlarca yıl süren Katolik-Protestan çatışmaları bulunan Hıristiyan Batı dünyası açısından Şii İran ile Vehhabi Suud arasındaki rekabetin din ve mezhep temelli olarak tanımlanması anlaşılabilir bir durumdur. Üstelik 11 Eylül sonrasında İslam dünyası ile Batı dünyası arasında artan kutuplaşma bağlamında Batılı bazı kesimlerin bu tür bir çatışma görüntüsünden memnun oldukları da söylenebilir. Dahası, S. Arabistan ve İran’daki bazı sertlik yanlılarının da yaşananları mezhepçi söylem üzerinden meşrulaştırmalarına şahit olunmaktadır. Gerçekten çatışmanın temeli ne kadar mezhep farklılığından kaynaklanmaktadır, ne kadar siyasi sebeplerden ve güç mücadelesinden kaynaklanmaktadır? Rekabeti mezhep üzerinden okumak bölgede IŞİD gibi cihadi selefi grupların kol gezdiği bir siyasi atmosferde kimin işine yarayacaktır?     

Sorun siyasidir

Öncelikle belirtmek gerekirse, İran ve S. Arabistan arasındaki gerginliğin temel sebebi veya tek sebebi asla mezhepçilik değildir. Gerçekten bir mezhep savaşından söz edebilmek için çatışmanın mezhep farklılığından ve inanç farklılığından kaynaklanması gerekmektedir. Oysa buradaki sorun ya ülkelerin kendi içlerindeki rejim sorunlarından kaynaklanmaktadır ya da karşılıklı tehdit algılarından neşet etmektedir. Her iki durumda da konunun özü siyasidir; dini inançlar öncelikli bir tehdit kaynağı olarak görülmemektedir. Belki dini inançlar El-Kaide’ye katılan Sünnilerde olduğu gibi veya mezhep farklılığının siyasi mobilizasyon ve isyan aracı olarak kullanıldığı zaman tehdit olarak görülmektedir. Nitekim idam edilen 47 kişinin 43’ü Sünni Arap olup Krallığı yıkmak amacıyla El-Kaide’ye katılmaktan suçlu bulundukları için, El-Nimr ise benzer şekilde halkı isyana teşvik ederek rejimi yıkma faaliyetlerinden dolayı yargılanmıştır; salt Şii olmasından değil. Arap Baharı sürecinde Suud Krallığı gibi Sünni monarşiler bölgedeki halk ayaklanmalarından ciddi bir şekilde korkmuşlar ve ayaklanmalara karşı sert tedbirlere başvurmuşlardır. Mısır, BAE ve S. Arabistan’ın İhvan gibi şiddeti reddeden siyasi hareketleri bile yasaklamalarının ve hatta terör örgütü ilan etmelerinin ardında ve Mısır’da demokrasiyi askıya alan Sisi darbesini desteklemelerinin kökeninde bu derin korku yatmaktadır. İran’ın Yemen’deki Husiler gibi siyasi gruplara sağladığı maddi-manevi destekler ile Suriye’de yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan Esed rejimini ayakta tutan politikaları karşısında, bölgedeki Arap rejimleri İran’ın yayılmacı politikalarından giderek endişe duymaya başlamışlardır.

Uzlaştırıcı misyon

Aslında çatışmanın temelinde Ortadoğu’nun geleceğinde kimin belirleyici olacağı sorusu yatmaktadır. 1979 devrimi bu anlamda bir dönüm noktasıdır ve Humeyni’nin sert duruşu ve İran-Irak savaşının yarattığı gerilim Arap dünyasını İran’ın bölgesel etkisini dengelemek için Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) kurulmasına götürmüştür. Arap Baharı başladığı zaman KİK bir adım daha ileri gidilerek ortak bir güvenlik yapılanmasına dönüştürülmüştür. İran’ın Batı dünyasıyla imzaladığı nükleer krizi çözen ve İran devrimini uluslararası alanda meşrulaştıran antlaşma sonrasında ABD’den aradıkları güvenceyi alamayan Arap ülkeleri bu kez Yemen krizi üzerinden ortak bir Arap ordusu kurarak kendi başlarının çaresine bakma yoluna gitmişlerdir. En son olarak ise, İran’ın Rusya gibi bir dış gücü bölgeye çağırarak Esed rejiminin geleceğini güven altına alması da Arapların tepkisine neden olmuştur. Nitekim bugün İran’ın beş başkentli (Tahran, Bağdat, Şam, Beyrut, Sana) bir bölgesel imparatorluğa doğru evirildiğine ilişkin argümanlar bizatihi bazı İranlı yüksek düzeyli yetkililerce de ifade edilmektedir. Dolayısıyla, ABD’nin Asya eksenli yeni dış politikası çerçevesinde Ortadoğu’dan çekilmesi ve İran’ın artan etkisi karşısında zengin Arap monarşileri güvenlik paranoyası yaşamaya başlamışlardır ve İran’ın her hamlesi ve açıklaması Arap başkentlerinde büyük bir şüphe ve endişe yaratmaktadır. Bu bağlamda kendi içlerindeki Şii azınlıkların en ufak siyasi hak talepleri dahi İran’la ilişkilendirilmektedir ve sıfır tolerans gösterilmektedir.

Özetle, İran ve S. Arabistan arasındaki ateşlenen son çatışma esasında mezhep temelli bir çatışma olmayıp, güvenlik kaynaklı ve güç ve nüfuz rekabetine dayalı bir siyasi gerginliktir. S. Arabistan’ın uyguladığı infazlar da, İran ile ilişkilerini keserek gösterdiği olağanüstü tepkiler de kendi rejimini ve siyasi bütünlüğünü korumaya yönelik caydırıcılık yaratma arayışından kaynaklanmaktadır. Her iki ülke açısından mevcut çatışmanın zaman zaman siyasiler eliyle olmasa da, medya ve din adamları tarafından mezhep farklılıkları üzerinden okunması dinin araçsallaştırılmasıdır ve çatışmada kendi kamuoylarından destek sağlamaya yönelik arayışlardan kaynaklanmaktadır. Ancak böyle bir dil asla yatıştırıcı olmadığı gibi kutuplaştırıcı ve gerginlikleri artırıcı bir işlev görmektedir. Oysa bölgenin bu kadar barut fıçısına döndüğü ve siyasi haritada değişikliklerinin tartışılmaya başlandığı bir tarihsel konjonktürde herkesin ihtiyat, basiret ve sağduyuyla hareket etmesi gerekmektedir. Bunu söylemek ve arabuluculuk yoluyla bölgeyi sakinleştirmek ise herhalde Türkiye’ye düşmektedir. Müslüman halklar 20. Yüzyılı kaybetti, 21. Yüzyılda jeopolitik ve siyasi dengeler yeniden kurulurken bir kez daha kaybedenler Kulübünde olmamak için şimdi işbirliği ve dayanışma zamanıdır.  

[email protected]