Tac Mahal ve küçük dilenciyle bir saat

Mustafa İsen / Yazar
6.11.2020


Tac Mahal ve küçük dilenciyle bir saat

Mustafa İsen / Yazar

Kalabalık ama asla kalabalık kelimesinin anlatamadığı türden, kargaşa ama asla bu kelime ile ifade edilemeyecek şekilde, insan sefilliği ama bu kelimenin çaresiz kaldığı manada bir yer düşünün. Orhan Veli diyor ya başka bir durumu anlatmak için, bilmezdim kelimelerin kifayetsiz olduğunu. Ben de burayı ilk gördüğümde tanık olduklarımın kelimelerle anlatılamaz türden olduğunu düşündüm. Gene de deneyeceğim. Hindistan intibalarımdan söz etmek istiyorum, bu yazıda. Aklınıza gelebilir, bugüne kadar genelde kendi coğrafyamıza ve tarihimize ait şehirlerden söz edildi, nereden çıktı bu uzak diyar diye. Merak buyurmayın, kendi uygarlığımızdan ama şimdi bizim için epey uzakta kalmış bir büyülü mekândan söz edeceğim.

Birkaç kez gittim bu egzotik ülkeye. Ama genelde en çok hatırlanan ilk şokların yaşandığı birinci gidiştir. Bir UNESCO toplantısı içindi bu gidiş. Ama iç faaliyetler öylesine yoğundu ki katılmam zor görünüyordu. Bir gün Hintlilerin gerçekten kendine mahsus fiziki özelliklerini taşıyan boylu poslu bir bey, Hindistan’ın Ankara büyükelçisi, ziyaretime geldi ve bu toplantıya katılmamın iki ülke ilişkileri için ne kadar önemli olduğunu anlatıp beni katılmam için ikna etti. Kabul edip hazırlıklara başladık. O yıllarda bu ülkeye doğrudan sefer yok. Bir aktarma ile ulaştık Delhi’ye. Belli yaşlardan sonra tanışılan insanlarla ilişkiler genelde resmi düzeyde kalır. Oysa burada, bizi karşılamaya gelen Büyükelçimiz ile kısa bir süre sonra aynı kan gurubundan olduğumuz ortaya çıktı ve bu noktadan itibaren dost olduk. Bu yakınlıkla başlayan gezinin resmi ayağı da kolay ve başarılı bir biçimde geçti. Şimdi düşünüyorum da UNESCO toplantıları deyince aklıma hep iki şey geliyor: Birincisi bu toplantılarda dünyada ne kadar çok siyah ırka ait insanın var olduğunu net bir biçimde görmek oldu. Bu şoku Paris’teki ilk UNESCO Genel Kurulu toplantısında yaşamıştım. Burada da durum aynıydı, yani abartısız salonun yarısı siyah ırktandı. İnsan kendi çerçevesinden bakınca her şeyi buna göre değerlendiriyor. Afrikalı biri için de benzer bir şok bizim ülkemize gelse aynı duyguya kapılabilir. İkincisi ise ele alınan konuların ne kadar sabırla ve herkesin katkıda bulunarak oluşturulduğuna tanık olmak. Bizim gibi, tartışmaların kimin galibiyetiyle bitirildiğinin esas olduğu insan ilişkilerinden sonra böyle bir olaya tanık olmak şaşırtıcıydı. Ortaya sürülen bir görüşe herkes bir ucundan tutarak katkı sağlıyor, konu örsle çekiç arasında dövüle dövüle biçim kazanıyor ama artık ilk tekliften epey uzaklaşmış, elbette pek çok kişinin katkısıyla olgunlaşmış olarak herkesin sahiplendiği bir öneri haline geliyordu, ele alınan mesele.

Hindistan denince okuduklarımızdan hep aklımıza kast sistemi ve toplumsal farklılıklar gelir ya bu farklılıkları her şey için aklınızda tutun. Gecekondunun yanında saray gibi kaldığı teneke evlerin yanında dünyanın en lüks otelleri ya da siteleri en sıradanı. Böyle bir otelde ağırlanıyoruz. Hemen çevremizde tropikal iklimin bulduğu ilk fırsatta çıldırmaya hazır bitki örtüsü. Akşam resmi yemek için salona indik. Birden servis için bir garson ordusu servise başladı. Hayatımda ilk kez bu kadar çok garsonu bir arada görüyordum. Sonradan önem verilen protokol yemeklerinde, örneğin devlet ve hükümet başkanlarına verilen yemeklerde bunun örneklerine tanık olacaktım ama bunlar, Hindistan’daki manzara yanında mütevazi kalır. Demek ki nüfus bu kadar kalabalık olunca insan kaynağının değerlendirilmesi de böylesine yoğun oluyormuş.

Bu santur olmasın

Ama akşam beni şaşırtan manzaralar bundan ibaret değildi. Yemeğin ilerleyen saatlerine doğru sahneyi yerel kıyafetler giymiş yine kalabalık bir topluluk doldurdu. Yere bağdaş kurup beni can evimden vuran bir enstrümanı çalmaya başladılar. Yamuk şeklinde bir kutuyu andıran bir nesneye küçük tokmaklar inip kalkıyor ve ortaya etkileyici bir nağme yayılıyordu. Dikkat kesildim, bu bizim klasik edebiyatta sıkça adı geçen santur olabilir miydi? Hani göğüs tahtası aşığın sinesine benzeyen, acımasız sevgilinin de elindeki mızrapla bu sineyi sürekli döven enstrüman benzetmesi. Tam da oydu, o yıllarda bizim bu klasik sazımız Türk sanat müziği icralarında kullanılmıyordu artık. Hoş hala da yaygın değil ama şimdi bazı özel etkinliklerde yer alıyor. Bu geziden bana kalanlardan biri santuru yakından görmek, dinlemek ve klasik şiirdeki benzetmeyle de ne kadar örtüştüğüne tanık olmaktı. Bizim için Hindistan demek Tac Mahal demekti. Ertesi sabah Büyükelçilikten bir görevli ile birlikte yola koyulduk. Ama sonraki ilgilerim dolayısıyla Hindistan’ın sadece Tac Mahal’dan ibaret olmadığını, burada bize ait bir büyük uygarlığın yattığını öğrenecektim. O yüzden kısaca bu tablodan söz etmek istiyorum.

X. yüzyıl sonlarından itibaren Hindistan topraklarına kuzeyden girilmesiyle, bölgede Türk hakimiyeti başlamış oldu. XI. yüzyılda Gazneliler, XIII. yüzyılın ilk yarısında Gurlular, XIV. yüzyılda Delhi Sultanlığı, daha sonra ise Babürlüler (1526-1857) bu coğrafyaya hakim oldu. Yaklaşık yedi yüz yıla yakın bir süre devam eden bu hakimiyet sonrasında günümüze ölümsüz mimari eserler bıraktılar. Ama bunların kalıcı olanlarının çoğu Bâbürlüler tarafından yaptırıldı. Babürlüler kendilerine has bir mimari tarz geliştirdiler ve ülkenin her tarafını bu önemli eserlerle süslediler. Bâbürlü başşehirleri Kâbil, Lahor, Delhi, ve Agra’da cami, türbe, bahçe, köprü, su arkları, köşkler meydana getirdiler. Agra’daki Kale, içindeki saray ve Tac Mahal, Bâbürlüler’in ulaştığı medeniyetin en mükemmel örnekleri.

Aşkın somutlaşmış hali

Bilindiği gibi Tac Mahal, Türk hükümdarı Şah Cihan’ın eşi için yaptırdığı bir anıt mezar. Yani muhteşem görünümüyle bir sarayı andıran Tac Mahal, aslında bir türbe. Türbenin mimari güzelliği kadar çevresinde oluşan romantik hâtıralar da esere ayrı bir özellik katar. Bu durum binanın yapıldığı günlerden bugüne kadar devam etmiş ve eser, Şah Cihan ile eşi Ercümend Bânû Begüm arasındaki ebedi aşkın somutlaşmış bir örneği olarak değerlendirilmiştir. Tac Mahal’in romantik hususiyetleri, bir mimari şaheseri olan özel durumu ve eşsiz güzelliğiyle dünya üzerinde inşa edilmiş bu tür örneklerin en göz alıcılarından biri. Bu ifade mecaz değil, gerçekten de duvarlarında son derece değerli taşların ışıltısı hemen fark ediliyor.

Tac Mahal ve Agra Kalesi’ni içinde bulunduran şehir, Hindistan’ın en turistik destinasyonlarından biri. Agra, Delhi’ye 200 kilometre uzaklıkta. Mesafe belki çok değil ama Delhi’den buraya ulaşmak kolay değil. Yol güya otoban gibi ama burada büyük bir kargaşa içinde kendinize bir yol bulmaya çabalıyorsunuz. Abartmadan söylüyorum, yol üzerinde inekler, maymunlar, arabalarla yarışan motosikletten bozma basit ulaşım araçları, tabii motosikletler, salkım saçak kamyon ve otobüsler, bir yerlere yetişmeye çalışan insanlarla birlikte kah durup kah yol alıyorsunuz.

Agra’da bu kargaşa bitmiyor, sokaklar Hindistan’ın her yerinde olduğu gibi kalabalık ve karmaşık. Korna sesleri hiç susmuyor. Türbeye yakın alana araç sokulmuyor, bu yüzden ya yürüyecek ya da çekçeklere bineceksiniz. Zaten sizi çekçekine davet eden ya da dilenen birinden yakanızı kurtarmak mümkün olmadığı için mecburen biniyorsunuz. Sonrasında da sizi taşıyan bir deri bir kemik adama yük olduğunuzu düşünerek vicdan azabı çekiyorsunuz.

Tac Mahal için detaylı şeyler söylemeyeceğim. Bu muhteşem eseri bütün dünya biliyor, hakkında da sınırsız yayın ya da fotoğraf var. Hayatım boyunca şöyle veya böyle herkesin övdüğü şeylerle bizzat karşılaşmak bana heyecan vermez. Benim gözdem, birden karşıma çıkan sürpriz ürünler. Bu anlamda Agra Kalesi ya da diğer adıyla Kızıl Kale, benim için tam bir sürpriz oldu. Pek çok özelliği ile bizim Topkapı Sarayı’na çok benzeyen bu muhteşem yapılar topluluğu, Babürlü ihtişamının da zirvesi adeta. Yapı önce askeri amaçlı kullanılması düşünülmüşse de daha sonra saray olarak kullanılmış. Sarayda kullanılan taşların rengi kızılın değişik tonlarını taşıdığı için de buraya Kızıl Kale denmiş. Bu geziden bende kalan en önemli hatıralardan biri de bu muhteşem saray oldu. Bu kalenin aynı adı ve özellikleri taşıyan bir başka örneği de Eski Delhi’de. Karşısında da yine aynı tarz üzere inşa edilmiş bir cami. Burayı ziyaret ettikten sonra onlu yaşlarda bir dilenci kız peşime takıldı. Bir şey vermeye kalkarsam çevredeki çok sayıda benzer çocuk da peşime düşer endişesi ile istediğini vermekten imtina ettim. Ama tam bir saat peşimde gezdi. Kurtulmamın mümkün olmadığı belli olunca dileğini yerine getirip yakamı kurtardım. Geziden bende kalan şeylerden biri de bu oldu.

Hava da kokar mı?

Bir şey daha, bu kargaşa içinde yüzlerce kılık kıyafet, hatta kıyafetsiz, tavır, davranış ve kültürel farklılık içindeki insan manzarasına, sokaklarda satılan yüzlerce çeşit yiyecek kokusu da karışınca soluduğunuz hava size farklı gelecek şekilde kokuyor. Yiyecek kokar, yanınızdaki insan, lağım, dere kokar. Ama hava kokar mı, burada kokuyor. Geziden kalan bir şey de şehirlerin bu değişik kokan havası.

Babürlü devleti bu mimari zenginlik yanında güzel sanatların diğer alanlarında da büyük eserler ortaya koymuş. Başta devletin kurucusu Babür, Dünya tarihinin gıptayla izlenen çok önemli yöneticilerinden biri. Bir kere efsanevi bir kişiliği var, romanlara, filmlere, şiirlere, şarkılara konu olmuş. Şairliği ve nasirliği yanında hattat, mûsikişinas, bilgin, kitap koleksiyoncusu olarak dikkat çeken biri. Hem bir sanat hamisi hem de bizzat sanatçı olarak benzer Türk hakanları gibi geride iyi bir ad ve eserler bırakmıştır. Sarayı aynı zamanda Türkçe’nin de sarayıdır. Onun açtığı bu yoldan torunları da yürüyerek çok sayıda şair sultan yetişti.

Yazımın başında Hindistan’da tanık olduklarımın kelimelerle anlatılamaz türden olduğunu ifade etmiştim. Yazdıklarımdan sanki bu ülke hakkında olumsuz bir tablo ortaya çıkıyor gibi. Ama öyle değil, her şeye rağmen bir şekilde seviyorsunuz Hindistan’ı. Çünkü her şey çok farklı, anlatılamıyor belki ama tadı damağınızda kalıyor.

[email protected]