Taksim’e karşıdan bakmak

Selahattin Yusuf - Yazar
15.06.2013

Taksim “pera”dır, biliyorsunuz. “Karşı” demektir. İstanbul’dan, şehrin merkezinden, yani Sultanahmet’ten “karşıya” bakıldığında görülen yerdir orası. İstanbul’u Batılılara anlatan ilginç adamlardan biri de G. de Nerval’dir. Büyük şair, 1843 Ramazanını İstanbul’da geçirmek için gelmiştir. Mihmandarı ona “pera”yı gezdirirken hayal kırıklığı içindedir: “Burası sıradan bir Paris caddesi taklidi, beni İstanbul’a götürün” der. İşte zurnanın en kritik deliği.


Taksim’e karşıdan bakmak

“Ama bizim, sevgili dostum, şimdiye kadar baskıcı olma fırsatını bulamadığımız için baş kaldırma fırsatımız da yoktu. Bu çifte mutluluktan mahrum bir halde...” 

(E. M. Cioran – Tarih ve Ütopya, Metis Yay. 2013, s. 13)

ncelikle eleştirimi söyleyeyim. İlk polis harekatı bir provokasyon derecesinde sertti. Azami hoşgörü ve asgari dikkatle bakmak isteyenler için bile böyledir bu. Suçlular bulunmalı, yargı önüne çıkarılmalıdır. Sayın Başbakan’ın olayların öncesinde kurduğu diskur hatalıydı. Benim, şahsen arkadaşım olan bir çok insan, ki Erdoğan’ı ülkemiz için büyük bir şans olarak görürler, bu konuda incindiler. Sayın Başbakan’ın onlardan lisan-ı hal ile özür dilemesini, gönüllerini almasını talep ediyorum. 

İşin bundan sonraki vaziyeti, özellikle Taksim’den çeşitli çap ve ebatlarda devrim, sosyoloji, psikoloji çıkarmak için didinenlere gelince, şöyle söylenebilir: Eski taş, eski beton, eski nato, eski hamam. Niçin öyle? Kendimce anlatmak isterim.

Taksim ne değildir?

Taksim olayları hepimizin zihnini açmış. Yepyeni bir durummuş. Bütün ezberlerimizi bozmuş. Öyle diyorlar. Demeyene de kız vermiyorlar. Koca koca adamlar, kadınlar, geri dönmüş iş başvurularının, kârdan zarar “mağduriyetlerinin” acısını gencecik çocukların omuzlarına havale ediyorlar. Alamadıkları avantaları, göremedikleri şahsi davaları, el çabukluğuyla “Taksim” dosyasının içine iteleyiveriyorlar. Dosyanın arasına kirli para sıkıştırmak eski bir medya alışkanlığıdır. Vaktiyle Güneş Taner’in makam masasının sümenine kadar uzanmış “sosyolojiyle” yorumluyorlardı böyle isyanları. Sonra “aşk ve şarap sosyolojisi” yazmaya başladılar. Fabrikaları tokuşturarak, büyük sermayeyi şuradan alıp şuraya koyarak geliştirdikleri üstün eleştirel becerileri, bugünlerde ilksel bir mevziye kadar gerilemiş durumda: Şu yaralayıcı “alçakgönüllülüğe” razı olmuşlar: “Biz bu çocukları anlamamışız, tanımamışız, halt etmişiz, bunlar bizi utandırdı!” diyorlar. Yahu, utanmaya bu kadar teşneydiniz madem, yıllardır süren bu stratejik dalgınlığınızı nereye koymalı? Ve bir gün Erdoğan’ın mezarına “özür gülü” koymak istemediğinizden şimdi nasıl emin olacağız?

Biri plazalarda kat satarak inşaatçı-yazar olmuş, sallıyor. Öbürü AVM’ye karşı neredeyse “Yüz Çiçek Açsın!” ruhuna yükselmiş; ama duyuyoruz ki petrol kaçakçısı patronunun sathını müdafaası Trumph Towers’da bir rezidans hediyesiyle sonlanmış! Daha öbürü, içki içen sınıfların ölümsüz önderi pozlarında, kirli-finansal öpücüğünü geri almak üzere, uzaklara göz de kırparak: Viski bardağıma dokunan yanar ulan! gibilerinden nara atıyor. Şezlonguna uzanmış, elinde çalıyla kumda devrimcilik oynuyor. Olaylar başlamadan bir hafta önce verdiği mülakat, “28 Şubat’ta halt ettik maalesef!” içlenmeleriyle dolu. Biri bireysel özgürlüğünü(!), tartışmayı bitiren “yeni Taksim” kartının üstüne koyarak sürüyor masaya. Biri, kötü Türkçe’yle dolandırdığı, hortumladığı roman okurlarına sesleniyor: Ey inanmış kardeşim, twitini böyle tut diyor, böyle at diyor, İngilizce yaz, diyor, Londra duysun diyor. Ve bir “yenilik” daha: “Yardımcı kadın” nafakasından ve pahalı ayakkabı giderlerinden infak edilerek toplanmış paralarla NY Times’a ilan! İlk metin değiştiriliyor ve “Hayır, yanlış söyledik; askerleri değil; varisleriyiz!” diye düzeltiliyor. (Düzeltiliyor!) Artık siz söyleyin, bunlara yürek mi dayanır? Alaton mu alaton bir hanım, tutuyor “Kibirli” diyor; destek mütedeyyin mi mütedeyyin bir abiden geliyor: “Evet abla, teyit edilmiş bilgi; mütekebbir!”

Taksim nedir?

Elbette zekiler. Çünkü geri kalan kısmı o kadar düştü ki. Herkes her pozisyonu o kadar ekmeğe bağladı ki. Kitap eki yapan editör “ki”yi, “de”yi nereye koyacağını o kadar şaşırdı ki. Sermayedar bir büyükşehir belediye başkanıyla kol kola program yapan Türkiye’yi yönetme edalarındaki jön, kazandığı parayla ilim sahibi olabileceğine ve “üniversiteyi” bitirebileceğine o kadar inandı ki. Ölümcül hasta bir kıza nasıl yardım edileceğinin üslubunu bir türlü kestiremeyen bakan, hazır betonu şehrin gırtlağına öyle bir dayadı ki. Üç beş ayda Ak Parti lisanını/haritasını öğrenip araziye uyan yeni “kabahat önderleri” öyle bir feveran eylediler ki. Zaten yorulmuş dikkatimiz tamamen çöktü. Rehavet aldı yürüdü. 

Dolayısıyla oradaki twitter kuşağının atak zekası parıldıyor şimdi. Ama gerçekten büyük bir zeka mı bu? Türkiye için taze, yeni bir nabız mı? Mart ayında dallarda beliren şeye benziyor mu gerçekten? 

Oradaki esprileri gidip yerinde gördüm. Bir kez daha anladım ki, zekayı bu kadar kutsayanlar bir şeyi atlıyorlar. Oradaki zekanın atası Che değil; Cem. Cem Yılmaz. Türkiye’yi yıllardır karnını tuta tuta halıların üzerinde yuvarlayan zeka oydu, biliyorsunuz. Peki Taksim olayları sırasında ortaya koyduğu “zekayı” gördünüz mü? Kaygısı güdümlü ve sorumluluğu sınırlı zekanın ne hale geldiğini gördünüz mü? Espri diyorlar. “esprite” (Fr.) “ruh” demek, biliyorsunuz. Ve o -gerçekten zekice- cümlelerin içine kaygı ve sorumluluk sızmaya başladığında ne hale geldiğini Cem Yılmaz twitleriyle gördünüz mü? Şehre inmiş taşralı şaşkınlığını, ürkekliğini de gördünüz mü? Isıran; ama dili dönmeyen bir zeka o. Ve muadili oraya gitmemiş çocuklar arasında da bolca var. Var ve takip ettiğim bir kaç tanesinin skandala varan zekaları yüzünden hala karın kaslarım ağrıyor. Bir adım ötesine ilişkin soru onların da dilini dolaştırıyor ama. 

Taksim (Pera) Gerçek Bir Semboldür. Herkes Taksim’in sembol olduğunu söylüyor. Taksim neden sembol? Dikkatimizin yerini değiştirelim ve soruyu şöyle soralım: İstanbul’un merkezi ne zaman “Sultanahmet”ten “Taksim”e taşındı?

Bu günlerde İngiliz basın-yayın kuruluşlarının Taksim’e olan kirli ilgisinden bahsediliyor. 

Peki ey, vaktiyle Ali Suavi ve arkadaşlarının Londra’da çıkardıkları 50 bin tirajlı gazeteyi Tünel’deki dükkanından bütün ülkeye dağıtanlar kimlerdi? (İlginç mi? Ali Suavi Dolmabahçe Sarayı’nı basmaya çalışırken öldürülmüştü.) Pera’daki İngiliz-Rus-Fransız sefaretleri vaktiyle Abdülhamid’e baskı yapıp, dış ülkelerden gelen posta trenlerinin (ülkenin düpedüz namusu yani!) denetimini devralmamışlar mıydı? Vaktiyle bu “sembol” semtimizde mukim sefaretler, birer “derebeyi şaşaasıyla” (tabir yine bir İngiliz yazarın) çıkmıyorlar mıydı saraylarından? Kapuçin ve Cizvitler 17. Yüzyılda okullarını burada “denememişler miydi?” Birer casus yuvası olan yeni sürüm okulları da buralarda değil mi? Osmanlı’dan alacaklarını tahsil etmek üzere ve sadece bu amaçla, İngiliz-Fransız sermayesiyle kurdukları Osmanlı Bankası bu “sembol” semtimizde değil miydi?

Taksim “Pera”dır

Taksim “pera”dır, biliyorsunuz. “Karşı” demektir. İstanbul’dan, şehrin merkezinden, yani Sultanahmet’ten “karşıya” bakıldığında görülen yerdir orası. 

İstanbul’u Batılılara anlatan ilginç adamlardan biri de G. de Nerval’dir. Büyük şair, 1843 Ramazanını İstanbul’da geçirmek için gelmiştir. Mihmandarı ona “pera”yı gezdirirken hayal kırıklığı içindedir: “Burası sıradan bir Paris caddesi taklidi, beni İstanbul’a götürün” der. İşte zurnanın en kritik deliği.

Taklit, zaman içinde Nerval gibi sahici adamların ve Türkiye’nin aleyhine; Fransa’da Nerval’i eleştirenlerin ve onların Türkiye’deki kültür distribütörlerinin (Pera’nın) ise lehine gelişti. Tersi nasıl olabilirdi? Varoluşçuluğu mesela Kierkegaard’dan, Jaspers’ten değil; Sartre’dan öğrendik. Kadını bize “il miglio fabre” Simone Weil değil; onun hayranı Simone de Beauvoir anlattı, öğretti. 

Çünkü II. Mahmud, zeval içindeki “Sultanahmet”te Fransız sefirine yemek vermek zorunda kalmış ilk padişahtı. Kendisine, yemeği şereflendirip şereflendirmeyeceği sorulduğunda; “Biz bu kadarını yaptık, onu da artık torunlarımız yaparlar” demişti. Daha fazla alçalamam diyordu yani. Torunu gerçekten de haklı çıkarmıştır onu. Abdülmecid, bir yabancı misyon yemeğine (bu defa ‘pera’dayız ve Fransız sefirinin verdiği bir balodayız!) katılan ilk padişah olmuştur. Kadınlarımızın, ecnebi kadınları gibi “korse” giymelerinin, “memleketin fa’idesine” olacağını keşfeden ilk “synic” hükümdarımızdır da. 

Peyami Safa bunun öcünü 1931’de yayımlanan “Fatih-Harbiye” romanıyla almaya kalkışacaktır. Hatırlayın, baş karakteri olan kız, Fatih’te oturur. Kızımızın hikaye boyunca tek hülyası “pera”lı o çapkının nişanlısı (hiç değilse -burası acıklıdır- ‘kavalyesi’) olarak o baloya katılabilmektir. 

Kavalye mi dedim? 

Bu günlerde, bazı arkadaşlarımın, cezbeden “gümbür gümbür” yürekleriyle “devrime” katılma çabalarını, ağzım açık izliyorum. 

Kızının adını “Nato” koyacak kadar natoculaşmış generallerin “Natocular!” suçlamalarına metelik vermiyorum. Onların sivil uzantılı “Woodstock”ına da, bağışlayın, devrim diyemiyorum. Doktriner “yeşilciliğin” ölümcül kesinliği, buz gibi gözlerimizin önündedir. Bu elden düşme “mutlaklık” 1960’ta da “bayram” değildi; şimdi de pek öyle renkli bahar şenliğiymiş gibi görünmüyor bana. 

Son sözüm. Büyük harfle “TÜRKİYE”nin imkansızlığının da cazibesinin de üstünü -hiçbir yalanla- örtmeden, yürekten haykırmalıyız: Allah’ın (cc) iradesi hariç, yapayalnız ve güzel Türkiye! 

[email protected]