Tanımsız ‘demokrasi’: Demokrasoid

Süleyman Ülker / Yazar
14.03.2015

“Bırak insanlar yönettiklerini düşünsünler, böylece yönetilirler.” (William Penn, Pensilvanya Eyaletinin Kurucusu)


Tanımsız ‘demokrasi’: Demokrasoid
Antik Yunan’dan günümüze kadar bilinen 2500 yıllık tarihinde, demokrasinin adına yapılan doğrudan ya da temsili uygulamaların tamamı, asla giderilemez görünen açmazlar, zaaflar ve yanlışlar içerdi. Hak ve iradenin birbirine göre pozisyonlarının adil ve makul şekilde belirlenememesi ve bundan kaynaklı aralarındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair bir ölçü getirilememesi ve çatışmalarına zemin hazırlanması, kendi kendineliğin tanımlanamaması ve sağlanamaması, yöneten-yönetilen ayrımının giderilememesi ve üstelik yönetenlerin de her zaman azınlık olması (yani aslında bir azınlığın çoğunluğu yönetmesi), farklılıkların hakları ile çoğunluğun iradesinin uzlaştırılamaması, kimlerin iradesinin hangi tasarruflarda ne hakla ve nereye kadar belirleyici olacağının bir ölçüye bağlanamaması, idari birimlerin yetki kapsamı ve alanı ve benzerleri gibi. Bu ve benzeri sorunları gidermek için sürekli yeni sistemler geliştirilmeye çalışıldı. Sistemlerin fiili olarak hayata geçebilmesi için yeni kurumlar kuruldu. Tarihte demokrasi adına denenmedik sistemleşme ve kurumlaşma, yani organizasyon (sistem+kurum) biçimleri neredeyse kalmadı. Ama şu andaki uygulamaları da dahil olmak üzere hiçbiri yukarıda anılan sorunları çözemedi, çözmeye yetmedi. Çünkü sorunun kaynağı yanlış yerde arandı. Düğme çok daha evvel yanlış iliklenmişti: Demokrasinin iyi tanımı yoktu. Son 25 asırdır insanlık olarak, planı bile çizilmemiş bir binayı inşa etmeye çalışır gibi, tanımı yapılmamış olanı gerçekleştirmek üzere sistemleştirip kurumlarını kurmak, kurum kalıplarına dökmek ve uygulamaya çalışmak gibi bir garabeti yaşıyoruz. Tam 25 asırdır demokrasinin adına yapılan uygulamaların hiçbiri, onları demokrasi kılabilmek için asgari gerek şartların tamamını aynı anda taşıyamadı. Dahası, bu kadar süredir, bir tanım için gereken asgari şartların neler olduğu teorik düzeyde tespit de edilemedi. Asgari gerek şartlar, sağlanması istenen amaçlar olmalı iken, bu amaçların çoğu tespit edilemediği gibi, yerine getirildiğinde demokrasiyi sağlayabilecek amaçların bazılarına araç olabilecek şeyler de amaç haline getirildi, tanım için amaç değil özellik arandı. Nihayetinde demokrasinin varlığı için şart koşulan pek çok özellik bulundu ve amaç haline getirilen bu özelliklere “ilke” dendi. Ancak bu özelliklerin yani “ilkelerin” varlığı ile demokrasinin var olabileceği iddia edildi. Fakat bu özellikler de, kendi aralarında tutarlı (ya da tutarlı biçimde düzenlenmiş) olan amaçların araçları olarak üretilmedikleri için, kendi aralarında çelişiyordu. 
 
Amaç sanılan araçlar
 
Birbiriyle çelişen bu özelliklerin aralarındaki ilişkileri düzenleyen ve gösteren bir kavram haritası da doğal olarak ortaya konamadı. Sonuçta, demokrasinin varlığı için şart koşulan özellikler, bir kavram haritası içinde yer al(a)mayan birbiriyle çelişkili özellikler yumağı haline geldi. Aralarındaki ilişkiler ağını gösteren ve düzenleyen kavram haritasından mahrum, amaç sanıldıkları için amaç haline getirilmiş birbiriyle çelişen araçlar ve özellikler yığınının ve yumağının demokrasinin doğası olduğu ve bu sebeple demokrasinin tanımının yapılamayacağı zannedildi. 
 
Demokrasi olmayı ciddi anlamda dert edinmiş uygulamaların tamamı, uygulayıcılarının “demokratik amaç” haline getirdiği birbiriyle çelişen araçlar ve özellikler yığınının içinden, meşreplerine göre oluşturdukları önem hiyerarşisine uygun biçimde, alternatiflerinin zararlarından sakınırken faydalarından da fedakarlık etmeyi kaçınılmaz kılan, “en uygun” seçeneklerin kombinasyonu olarak uygulandı. “Amaç”ların hep birlikte ve zirvelerinde sağlandığı bir kombinasyon mümkün görülemediğinden hayal bile edilemedi. Tam 25 asırdır doğru dürüst bir tanımı olmadığı halde, bu derece benimsenmiş ve evrensel bir kavram haline gelmiş sosyal bilimler icadı ikinci bir kavram daha yoktur. Sosyal bilimlerde bir kavram ne kadar geniş mekan ve zamanda, ne kadar çok ve farklı insan tarafından benimsenirse o kadar evrensel olur. 
 
Demokrasinin bu derece evrenselleşebilmesinin altında ise temelde onun iyi tanımlanmamış, anlamı şekillenmemiş, öznelliğe ve keyfiliğe açık bir kavram olması yatar. Böylece, geniş mekan ve zamanda, zıtlıkları da içeren farklı görüşten çok sayıdaki insanlar, kavramın içini diledikleri gibi doldurabilmiş ve birbirine benzemez pek çok pratik, demokrasi olduğunu iddia edebilmiştir. Demokrasi adeta, içinde herkesin kendine göre “iyi”, “güzel” ve “faydalı” şeyleri bulduğu ve herkese istediğini veren Noel Baba’nın hediye çuvalı haline getirilmiş durumda. Demokrasi veya onun bir türü olduğu iddiasındaki bu pratiklerde, demokrasi tanımlanamadığı halde başına sıfat olarak getirilen ifadelerle çeşitlendirerek tanımlama yoluna gidiliyor. Bunun bir tanımlama olamayacağı açık. Bizzat kendisi asgari gerek şartları ile iyi tanımlanmış olmayan bir kavramın, başına getirilen hiçbir sıfat, kavramı tanımlamak için yeterli değildir (Arabayı bilmeyen ve hiç görmemiş birisine, “kırmızı araba” ibaresi hiçbir anlam ifade etmeyecek, araba kelimesi daha anlaşılır hale gelmeyecektir). 
 
Demokrasi-msi gelenek
 
Peki, böylesine çok öznellik ve yazının başında bahsedilen giderilemez görünen yanlışları içeren, birbiriyle çelişen araçların ve özelliklerin yığını ve yumağı haline gelmiş, tanımı için asgari gerek şartları tespit edilememiş ve bu sebeple tanımı bile yapılamamış bir kavrama ve uygulamalarına demokrasi denebilir mi? Elbette hayır. O halde ne denebilir? Biyolojik asgari gerek şartlar olarak, insanı insan kılan olmazsa olmaz temel özelliklerin tamamını bulundurmayan bir varlığa insan (andro) diyemeyiz. İnsanı çokça çağrıştıran, insana ait özellikler gösteren, insan gibi olan ama, insan olmanın asgari gerek şartları haline gelmiş, olmazsa olmaz temel özelliklerin tamamını aynı anda ve bir arada taşımadığı için insan olmayan böyle bir varlığa, bilim-kurgu filmlerindeki insana benzeyen robotlara dendiği gibi ancak insanımsı, yani android diyebiliriz. Bir yapıyı da demokrasi kılan asgari gerek şartları taşımadan ona demokrasi diyemeyiz. Demokrasiyi çağrıştıran, demokrasiye ait kimi özellikleri taşıyan, demokrasi “gibi olan” ama, demokrasinin asgari gerek şartlarını taşımadığı için demokrasi olmayan bir yapıya da ancak demokrasoid (democracoid) diyebiliriz. Bu sebeplerle tarihten günümüze gerçek anlamıyla var olan ve uygulanan bir demokrasiden bahsedemeyiz ama, düşünceyle, deneme yanılma yöntemiyle ve evrim yoluyla ulaşılmış kimi demokratik doğruları da içerdiği için, 2500 yıllık bu pratiğe demokrasimsi (demokrasoid: demokrasiye benzeyen, onu andıran ama demokrasi olmayan) diyebiliriz. 
 
Demokrasi’nin tanımı
 
Her tanım, asgari gerek şartları içerir. Tanımlanan şeyin var oluş amacı biliniyorsa amaçlardan, bilinmiyorsa gözlemlenebilen veya ölçülebilen olmazsa olmaz temel özelliklerinden hareketle tanımlama yoluna gidilir (Amaçlar var oluşun öncesine, özellikler sonrasına aittir). Bu durumda ise, tanımlanmak istenenin icat mı keşif mi olduğu, asgari gerek şartların niteliğini belirler. Keşif olan şeylerin var oluş amacı kişiden kişiye değişmeyecek şekilde kesin olarak bilinemediğinden, keşiflerin tanımı yapılırken asgari gerek şartlar, olmazsa olmaz temel özellikler halini alır. İcatlar ise insanlar tarafından sonradan yapıldığından, var oluş amaçları bilinir ve bu sebeple de icatların tanımındaki asgari gerek şartlar, sağlanması istenen amaçlar halini alır. Siyaset bilimcilerin çoğu “demokrasi bir amaç mı, araç mı?” tartışması yaparken öncelikle onun bir keşif mi icat mı olduğu konusunu ıskaladı. Demokrasi tabiatta doğal halde bulunmadığından ötürü bir keşif değil şüphesiz. Demokrasi bir icat ve bu sebeple demokrasinin tanımı yapılırken asgari gerek şartlar, sağlanması istenen amaçlardır (Bazı siyaset bilimcilerin demokrasiyi tanımlamaya çalışırken farkında olmayarak yaptıkları üzere, sanki demokrasi bir keşifmiş gibi özelliklerinden hareketle onu tanımlamaya çalışmaları doğru değil). Bir yerde sağlanması istenen amaçlar var ise, nihayetinde bu amaçları doğuran ve kaçınılmaz kılan bir varlık okuması (ontolojik okuma) var demektir. İcatları doğuran ontolojik sebepleri bulabiliriz ama keşiflerin ontolojik sebepleri kişiden kişiye değişecektir. Demokrasinin tanımı ve teorisi ile uğraşan siyaset bilimcilerin ve düşünürlerin iyi bir tanım yapamamasının ve iyi tanımı yapmalarını sağlayacak amaçları belirleyememelerinin ve araç kavramlar üretememelerinin temel sebebi, demokrasi kelimesinin semantiğine (anlamına) ve etimolojisine (kökenine) yoğunlaşırlarken, onun ontolojisini (varoluş kaynağını) ihmal etmeleri (Demokrasinin tanımlanmasını, tarihi-evrimsel gelişim tecrübeleri ve süreçlerine ve bunun uzantısı olarak günümüzdeki ve gelecekteki güncel-aktüel mütevazı katkılara terk ederek, insanlığın 25 asırdır iyi tanım için beklediği yetmezmiş gibi, hala bekleyecek sabrı olanlar da var şüphesiz. Burada kastedilenler, teorik çalışma üzerine yoğunlaşanlar). Düşünce ve hayat, yani teori ve pratik etkileşim halinde olduklarından elbette ki birbirlerinden etkilenirler. Bu karşılıklı etkilenmenin boyutlarının hangi durumlarda nasıl belirleneceği farklılık gösterir. Bir şey keşif ise, bunu isimlendirirken düşüncenin (teorinin), tamamen hayatın (pratiğin) etkisinde olduğu söylenebilir. Fakat bir şey icat ise, yani tasarlanan bir amaca hizmet için sonradan var edilmişse burada düşünce (teori) -elbette etkisine açık olmakla birlikte- tamamen hayatın (pratiğin) etkisine terk edilemez. Demokrasi de bir keşif değil icat olduğundan, demokrasinin teorisini salt hayatın pratiğine ve tecrübeye terk etmek yanlıştır.
 
Her şeyin başı varlık
 
Varlık bilimi (ontoloji), her sosyal bilim kavramının başıdır. Sosyal bilimlerde icat edilen her kavram temelde, -bazen kavramın mucitleri farkında olamasalar da- ontolojik öncül de diyebileceğimiz, varlığı okuma ve anlamlandırma biçiminin ilk ön kabulüne dayanır. Varlığı okuma ve anlamlandırma biçimleri ve hareket noktası olan ön kabulleri de kişiden kişiye değişebildiğinden, sosyal bilimlerde ister istemez bir öznellik söz konusu olur. Bu öznelliği gidermenin yolu, ontolojik öncülden hareketle yapılan okumanın ve sonucunun şeffaflaştırılması. Bu şekilde ontolojik öncülden hareketle yapılan okuma ile varılan sonuçları ve bütün bu süreçleri, kendi dışımızdaki insanların muhakemesine sunarak doğruluğunu sınamış olabiliriz. Hangi ontolojik öncüllerden hareketle nasıl bir kıyas ve muhakemenin hangi alt amaçları, ve alt amaçlardan hangilerinin birer asgari gerek şart olarak demokrasiyi ortaya çıkardığının akış şeması ortaya konmadıkça, yani akış şemasında demokrasinin konumu belirlenmedikçe, demokrasinin iyi tanımı yapılamaz (detayları müteakip yazıda).
 
Başlangıçta ne vardı?
 
İncil (Yuhanna İncili) In principo erat verbum “Başlangıçta söz vardı” şeklinde başlar. Siyaset biliminin bir “kutsal kitab”ı olsaydı hiç şüphesiz “In principo erat statum” sözüyle başlardı. Yani, “Başlangıçta devlet vardı.” (Her türden düzene karşı olan anarşistler ve doğal haklar kuramına dayanan liberaller bu “kutsal kitabın” inanmayanlarını teşkil ediyor. Bu yüzdendir ki tarih boyunca demokrasiye en yakın olacak kadar gelişmiş demokrasoid örneği “liberal demokrasi” adıyla anılan olmuştur. Diğer sıfatlardan farklı olarak, liberalizmin, iradeyi mümkün olan en küçük otonom birimlere terk etme ve onu da haklarla sınırlama gibi prensiplerinin demokrasiyi inşa etme yolunda pozitif katkıları olmuştur).
 
Siyaset biliminde mukaddem bir nesne yok devlet gibi...
 
Siyaset bilimcileri demokrasinin iyi tanımından uzak tutan nedenlerden biri de, onların devleti,  demokrasi öncesi “doğal olarak kendiliğinden var olan” temel bir varlık ve veri olarak -kutsayıcı değil ama- onaylayıcı biçimde algılama eğilimi. Devleti, demokrasiden önce var olmuş olması gerekli olan şey şeklinde algılamaları (Bu algıda şüphesiz tarihteki uygulamaların etkisi var). Devlet ise, düzen sağlayan otoritenin (yöneticilerin) yönetmesi, düzene tabi olanların (tebaanın) yönetilmesi demekti. Hasılı, düzen olması için, onu düzenleyen (yöneten) ve düzene uyan (yönetilen) olması kaçınılmazdı siyaset bilimcilere göre. Yani aslında demokrasi zannedilerek geliştirilen demokrasoidin ontolojik öncülleri de -mucitleri bilinçli bir biçimde ontolojik öncülden hareket etmeseler de- “başlangıçta devlet vardı” ve “her devlette yöneten-yönetilen olur” kabulleri. Bu iki öncülden hareketle var oluş sırası bakımından devleti önceleyen siyaset bilimciler, “zaten doğal olarak var olan devlet”in, yönetilenlerin kendilerini yönetenleri belirlemek üzere yaptığı mümkün olan en geniş şekilde katılımla sonradan demokratikleştirmeye çalışmasıyla demokratikleşeceğini ve demokrasinin inşa edileceğini sandı.
 
Olmaya demokrasi cihanda...
 
Oysa yöneten-yönetilen ayrımı, gücün ve yetkinin yönetenlerde bulunması sonucunu doğuruyordu. Yönetenler de güç ve yetkiyi, yönettikleriyle paylaşmak istemiyor ve bu yöndeki talep ve girişimlere var güçleriyle, direnebildikleri yere kadar direniyorlardı. Siyasi tarih de bunu doğruluyor. Buna sebep olan ise temelde, var oluş sıralamasında devleti demokrasiye önceleyen algı. Önce demokrasi, sonra demokrasinin siyaseten organize olmuş biçimi olarak devlet kurulmazsa yaşanacak olan her türden komplikasyon yaşandı tarihte. Buna rağmen siyaset bilimciler tarihteki pratiklerde yönetilenlerin katılımının giderek arttığını ve dolayısı ile “demokrasinin giderek geliştiği”ni ve daha da gelişeceğini düşündüler ve bu yüzden esaslı bir demokrasi teorisi geliştirme çabasına girmekten kendilerini alıkoydular. Zihni mesailerini katılımın nasıl daha eşit, geniş, çeşitli ve genel olabileceği üzerine yoğunlaştırdılar (Bu kadar zihni yoğunlaşmaya rağmen genel ve eşit oy ilkesi ancak 20. yüzyılda hayata geçebildi). 
 
Yönetenlerin kendi aralarında dengelenmesiyle güç yoğunlaşmasına mani olmak ve böylece hakların ihlal edilememesini teminat altına almayı düşünen siyaset bilimciler, yönetilenlerin kurulu düzene tahripkâr itirazlarda ve isyanlarda bulunmasına mani olacak, yönetenlerin de kendi aralarında aşılmaz krizler çıkarmalarını engelleyecek, işlerliğe öncelik veren “demokratik” bir siyaset teorisi arayışına girdi (İşlerlik kaygısı “demokratik ilkeler”i ihmal edebiliyordu). Bu teorilerde siyaset bilimciler, yönetenlerin kendi aralarındaki güç mücadelesinin denklemine olağan zamanlarda dahil etmedikleri halkı, sadece kritik kriz anlarında tıkanan denklemde yöneten aktörlerden birine destek verip “demokratik meşruiyet”ini artırmak suretiyle sorun çözücü olarak gördüler. Halkı, kendi kendini yönetmede esas aktör haline getiren uygulanabilir bir pratik geliştirilemedi. Nüfusun çokluğu sebebiyle doğrudan uygulanmak yerine “temsili şekilde uygulanmak zorunda kalınan demokraside yöneten-yönetilen ayrımının da kaçınılmaz olacağı” ve dolayısı ile demokrasinin “yönetimde kendi kendinelik” prensibinin uygulanamayacağı siyaset bilimciler tarafından kabul görmüş durumda. Siyaset bilimcilerin buradaki temel yanılgısı, kendi kendinelik ve doğrudanlığı aynı anlamda kullanmaları, doğrudan olmayan hiçbir şeyi, kendi kendine olmuş saymayacak şekilde algılamaları. Kendi kendini yönetmenin “doğrudan demokrasi” uygulaması gerektirdiği şeklindeki hükmün kaynağında bu temel yanılgı var. Bütün bunların sonucunda ortaya demokrasi olmadığı aşikar, yönetilenin seçtiği yönetene, “şu kadar süreliğine senin iraden aynı zamanda benim de iradem olmuş olsun” dediği, yani aslında kendi kendini yönetmenin olmadığı bir uygulama çıktı. Yönetilenler de böylece yönettiklerini sandılar. Oysa kendi kendinelik, özne ve nesnenin aynı olması durumudur ve bir öznenin kendi üzerinde, kendinin nesne kılarak bir eylemde bulunması esnasında araç kullanması ya da kullanmaması, eylemin kendi kendineliğine (dönüşlülüğüne) halel getirmez. Suyu vücudumuza elimizle (doğrudan) dökerek de yıkanmış oluruz, suyu vücudumuza dökmek için duş başlığı veya tas gibi araçlardan birini kullanmış olsak da yıkanmış oluruz. Araçlı veya araçsız her iki halde de yıkayan da (özne) ve bu yıkama eyleminden etkilenen (nesne) de biziz. Doğrudan olmayan bir temsili yapıda, temsilcileri, irademize mutlak manada tabi araçlar haline getirebildiğimizde de, pekala kendi kendimizi yönetebilmiş oluruz. Demokrasi 2500 yıldır tanımlanamadığı halde, adına yapılan uygulamalar ısrarla sürdürülürken, siyaset bilimciler, adına demokrasi dedikleri şeyin neden kaçınılmaz biçimde gerektiği ve vazgeçilmez olduğunun delillendirmesini güçlü biçimde yapamadı. Tanımı yapılamadığı için, demokrasinin bir insan hakkı olduğu ispat edilmedi ve buna ait muhakeme bağlantıları ortaya konamadı. İnsan dışındaki diğer varlıkların da haklarının bulunduğu ve demokraside iradeyi sınırlaması gerekenin sadece insan hakları değil, aynı zamanda diğer varlıkların hukuk içinde belirlenmiş hakları olduğu, bir düşünce olarak bile henüz siyaset bilimcilerde görülmüş değil. Köleliğin insan hakları ihlali olduğuna, onu ancak 19. yüzyılda kaldırarak karar verebilen insanlık varken, insan dışındaki varlıkların haklarının bulunduğunun ve irade belirlenirken bunun da dikkate alınması gerektiğinin farkında olmayanlara çok da şaşırmamak gerekir. Müteakip yazıların ilkinde bir akış şeması eşliğinde, hangi ontolojik öncüllerden hareket edilerek, demokrasinin asgari gerek şartlarını sağlayan alt amaçların nasıl bulunabileceğini ve temelde bir insan hakkı olan demokrasinin iyi tanımına nasıl ulaşılabileceğini göstermeye çalışacağım. Umarım ki burada cevaplanmamış durumdaki sorular orada cevap bulabilmiş olacaktır.