Tanrıçalıktan köleliğe hâkimin trajik düşüşü

Doç. Dr. Uğur Yiğit / Yazar
2.04.2016

Batı’da, teraziyi elinde tutup yargılama yapanın tanrıça olarak sembolize edilmesi, hâkimi dünyadan koparan bir tasvirdir. Tanrıçanın ne şahsını ne de kararlarını sorgulayabilir ve eleştirebilirsiniz. İslam hukukunda ise hakim, ne tanrı ne de peygamberdir. Peygamberin işlerinden biri olan yargılamayı yapan bir ‘insan’dır.


Tanrıçalıktan köleliğe hâkimin trajik düşüşü

Kağıt endüstrisinde,

Müthiş bir gerileyiş tekniği,

Papirüs, Mermer, Tuğla, Ceylan derisi, İpek, Kumaş, Odun, Saman, Kepek

(Sezai Karakoç, Hızır’la Kırk Saat)

Terazinin yargılama sembolü olduğuna dair bir ayrılık yok. Ancak teraziyi elinde tutup yargılama yapan hakkında yani hâkimi ifade eden sembollerde farklılık var, bizimle Batı dünyası arasında.

Dünya genelinde hâkimlik mesleği için kullanılan sembol “Themis”dir. Themis’in, “gözü bağlı” halde bir elindeki “terazi” ile iddia ve savunmayı tartarak bir karar vardığı, diğer elindeki “kılıç” ile infazı gerçekleştirdiği, kadın ve bakire adalet tanrıçası olduğu artık genel bir kabul halini almıştır. Mısır mitolojisinde yine bir tanrıça görüyoruz. “Maat” adaleti sağlayan, yasalar yapan, suçluları cezalandıran, adalet ve doğruluk tanrıçasıdır. Roma döneminde, Themis’in yerini “Justitia” alır. Batı dünyasında tanrıça ile bizde ise “peygamber postunda oturmak” deyimi ile sembolize edilmiştir.

Tanrıça üstü otorite (!)

Sembollerin yorumuna önce Batı’dan başlayalım. Bir tuhaflık yok mu sizce? Hem tanrıça olacak, hem adalet dağıtacak ama gözleri (doğuştan görme engelli değil) sonradan birileri tarafından bezle bağlanmış olacak! Tanrı/tanrıçanın gözü bağlanabilir mi, bağlandıysa ondan daha üstün otorite kim? diye sorgulamak yerine tevil etme yoluna gidilmiş ve “yargılama yaparken karşısındakini görüp etkilenmemesi için” gözlerinin bağlandığı şeklinde bir “gerekçe” ileri sürülmüştür. Ne yalan söyleyeyim, itiraz etmesem de, bu gerekçe bana hiçbir zaman inandırıcı gelmemiştir. Uzun zamandır aklımın bir köşesinde duran bu hususu -bir gazete yazısına konu olacak çerçevede- araştırdım. Ulaştığım bilgiler, fakülte ve meslek hayatımdaki ezberlerle örtüşmüyordu. En basitiyle yargının bağımsızlığını temsil olarak yorumlanan Themis’in, bekar ve bakire değilmiş, Zeus’un ikinci eşi olup iki kız çocuklarının annesi imiş.

Evli ya da bekar oluşu işin magazin kısmında kalsın, biz ciddi kısmından devam edelim. “Gözlerinin bağlanmış olması” üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Resim ve heykellerdekinin aksine Themis’in gözleri bağlı değilmiş, sonradan, Roma döneminde yerini alan “Justitia”nın gözleri bağlı imiş. Beş duyu organı ile topladığı bilgi ve edindiği intibaları akıl yoluyla muhakeme edip sonunda hükme dönüştürecek olan yargıcın göz gibi çok işlevsel bir organının devre dışı bırakılması, uydurma gerekçelerle geçiştirilemez. Bu konuda bir yanılgımı ifade ederek bu bağlama olayının asıl nedenini bulmaya çalışayım. Hataya düştüğüm yer “zaman” konusunda sanırım. Yoksa neden aynı gibi duruyor. Sembolün tanrı değil de tanrıça olmasından hareket ederek, yani kadınların zaafları üzerinden yola çıkarak, bağlama olayının Avrupa’da sömürgecilik ve burjuva sınıfın ortaya çıkış dönemine denk geldiğini sanıyordum. Bu zamana kadar sorun yoktu. Çünkü, Aristokrasiye göre herkesin bir sınıfı vardı ve tanrıça tarafları görüp karar veriyordu. Sonra, kadının zaaf noktası olduğu iddia edilen altın-gümüş gibi her türlü mücevheratı, göz alan parlak ipek vs. kumaşları, baştan çıkarıcı esansları elinde bulunduran Burjuva sınıfı çıkageldi. Bu durumda tanrıça da olsa ister istemez gözlerinin kayması derebeyi, kral, yani “İktidarı” rahatsız etti ve gözlerini bağladı tanrıçanın. Çok daha önce Roma döneminde bağlanmış olması yorumu değiştirmiyor. Malum Roma İmparatorluğu da Mısır dahil birçok yeri işgal etti ve zenginlikleri yağmalayıp getirdi. Burjuva benzeri zenginler türedi. Tanrıçanın tavrı üzerinden ifade etmeye çalıştığımız bu değişimi, yargı, ekonomik değişimlere karşı son derece duyarlı ve kolay etkilenir olduğu şeklinde de ifade edebiliriz.

Dünyadan kopuk

Tanrıça olarak sembolize edilmesi ise hâkimi dünyadan koparan bir tasvirdir. Böyle olunca tanrıça’nın ne şahsını ne de kararlarını sorgulayabilir ve eleştirebilirsiniz. Tarafların sunacağı deliller onu bağlamaz. Çünkü o zaten doğruyu biliyordur. Böyle bir sembolizasyonun hukuk dünyasında somut tezahürü ise Engizisyon Mahkemelerinde görülmüştür. Bu mahkemelerde sanıkların yapabileceği tek şey “itiraf etmektir”. Tek hakkı ise hakkında verilen kararı eleştirmek değil “hikmetini” araştırmaktır.

Bizde yani İslam hukukunda hakim, ne tanrı ne de peygamberdir. Peygamberin işlerinden biri olan yargılamayı yapan kişi, yani bir “insan”dır. Bu nedenle “peygamber postunda oturmak” deyimi ile ifade edilmiştir. İnsan olduğu için tarafların getireceği verilere bağlı, (oysa Batı’daki tanrıçanın doğruyu öğrenmesi için taraflara ihtiyacı yok.) Nitekim, Hz. Peygamber bir hadisinde bunu; “... sizler gelip benim yanında davalaşıyorsunuz. Olur ki biriniz delilini ötekinden daha açık bir şekilde ortaya koyar, ben de o kuvvetli delile göre hüküm veririm...” şeklinde ifade etmiştir. Yargıç, insan olduğuna göre eksiklikleri, zaafları olduğu da bir gerçektir. İşte bu nedenle Mecelle’de hakim tarif edilirken;  Hâkim, hakîm, fehîm, müstakim ve emîn, mekîn, metîn olmalıdır ( bilge, anlayışlı, doğru ve güvenilir, saygın, metin olmalı) denilmiştir. Başka bir deyişle, insanlar arasından seçim yapılırken bilgi yönünden donanımlı, ahlak yönünden erdemli, zaaflarını aşmış kişiler tercih edilmesi tavsiye edilmiştir. Ayrıca bu vasıflara sahip olsa bile neticede insan olduğundan, duygularına ve zaaflarına yenik düşerek adil olmayan kararlar verebilme ihtimaline karşı hakimin reddi ve çekinmesi kurumu getirilmiştir.

İşte, tanrı veya insan olsun semboller boşuna ortaya çıkmamıştır. Semboller aslın tuval üzerine yapılan resimleridir. Bu itibarla gerçeğini en iyi yansıtacak şekilde seçilir. Kimi zaman bunu tersi olur, zihinlerdeki algılara, kimi zaman da ideolojilerdeki kabullere göre önce hayali bir sembol çizilir ve ardından gerçek veya asıl olan buna benzetilmeye çalışılır. Yargıçlık mesleğine dair toplum ve devlet nezdindeki imaj ve itibarına göre hukuk düzeni kurulur. Ona göre usül kuralları, yargılama düzeni, toplum ve devlet içerisindeki konumu tayin edilir. Diğer bir ifade ile sembol olarak kalmaz, hayata yansır.

Tarihi sürece bakıldığında sadece tanrı ve insan arasında kalmamıştır, semboller. Sami Selçuk şöyle ifade ediyor bu durumu “Yargıç, Metafizik dönemde mistik; dinsel dönemde tanrısal; bilimsel dönemde laik bir güçtür o.” Burada laik dönem hakimine ilişkin şu hususun altını çizelim. Laik dönemin, yani halen geçerli olan hakimin tasviri laik değil. Tersine dine ait “melek” vasıflarında hakim resmediliyor. Cinsiyetsiz, zaafları bulunmayan, inançları ve siyasi düşüncesi olmayan veya dışa yansıtmayan, cübbeyi sırtına geçirdiğinde bu dünyadan kopup insanüstü bir boyuta geçen hakim. Mevzuata bakarsanız; giyim kuşamından, çevresi ile olan ilişkilerine vs tüm alanlara ilişkin böyle bir model esas alınarak düzenleme yapıldığını görürsünüz.

Semboller üzerine yorumlar, kimilerine soyut kavramlar üzerinde, lüzumsuz bir tartışma gelebilir. Ancak durum hiç de öyle değildir. Müyesser Yıldız ve Sami Selçuk polemiğinde görüleceği gibi gerçek hayatta karşımıza çıkıyor. Gazeteci Müyesser Yıldız 09.10.2013 tarihli odatv’deki yazısında “Balyoz’un temyizine bakan 5 hakimin 4’ü de 24 Şubat 2011’de Yargıtay üyesi oldu. Başkan ise 24 Ekim 2011’de 9. Ceza Dairesi Başkanı seçildi” sözleri ile hakimlerin siyasi ve sosyolojik aidiyetlerine vurgu yapması, daha doğrusu, kararın tek başına değil hakimlerin “insani yönleri” ile birlikte okunması gerektiğine dikkat çekmesine karşılık, Selçuk 17.10.2013 tarihli Milliyet Gazetesinde Yıldız’ın ismini zikretmeden “mistik ve tanrısal” bakışı yansıtacak şekilde, hakimi değil kararlarını tartışmaya çağıran şu sözleri kaleme alıyordu: “Bunlardan en çirkini, yargıçların kişilikleri ile karar, yani özne ile nesnenin özdeşleştirilerek kararı çürütmeye yönelik tanıtlama girişimleriydi.”

Memur hakim modeli

Son yüzyıllık tarihimizde bu sembollere zenginlik getiren değişik modellere rastlıyoruz.

Mesela, “Devrim Muhafızı” modeli: Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Mahmut Esat Bozkurt,  bir konuşmasında “Türk hakimleri ! Sizler Türk devriminin ... kıskanç bekçileri olmak zorundasınız. Göreviniz, geçmişin dirilmesine, yeniliğin acı çekmesine zaman ve imkan vermemektir” diyerek tarif etmiştir.

Bizde genel olarak en yaygın model “Memur Hakim”dir. Bu konuda çok yazılıp çizildiği için detaya girmek israf olur. Gelinen aşamada, teknolojinin gelişmesiyle birlikte yeni bir hakim modeli ortaya çıkmıştır. Bu modelde hakim, bir bilgisayar programı olan ve UYAP olarak adlandırılan programın aparatı olmuştur. Doğal sürecinde yargılamanın merkezinde olan hakimin yerini UYAP almış, hakimin rol ve görevini UYAP belirler hale gelmiştir.

Kısa bir süre hukuk ve yargı dünyamıza baskın şekilde hükümran olan ve iyi kötü bir şekilde çalışan, az çok da itibarı ve güvenilirliği olan sistemi çökerten bir model ise; “Özel Kuvvet Askeri” modelidir. Bu model, aralarında kod adı kullanırlar, operasyon-savaş için yetiştirilmiştir. Bu nedenle özel olarak tahsis edilen zırhlı araçlarla korunur. Bunlar, dinleme yaparak, sahte delil üreterek, hukuk kurallarını kullanarak “düşman kuvvetlerini” pusuya düşürüp saf dışı bırakırlar. Ve bu yerleri “dost güçlere” bırakırlar. Operasyonun başarısızlıkla sonuçlanması durumunda ise yakalanmadan ve yara almadan ülkeyi terk edecek şekilde eğitilmişlerdir.

Ve gelelim son modelimiz olan “Köle Hâkime”. Bu model HSYK uygulamasında ortaya çıkmış olup özellikle ağır cezalar olmak üzere ikiden fazla üye olan heyet mahkemelerinde görülür. Normalde yargıç, iradesi sahibidir, düşünür muhakeme eder ve karar verir. Verdiği kararlara göre mesleki bilgi ve becerisi ölçülür. Mahkemeye gelen işe göre hâkimin çıkardığı iş yüzdesine göre terfi belirlenir. Ancak, gerek bu HSYK, gerekse öncekiler üye hâkimler yönünden bu kuralı değiştirmiştir. Üye hâkimlerin terfiini, üyelerin bilgi ve çalışmalarına değil, mahkeme başkanının iradesine bırakmıştır. Başkanının işbölümünü değiştirerek karar duruşmasına çıkarmaması durumunda, üye hâkim mevcut sisteme göre terfi edemeyecektir. HSYK bu uygulamasıyla heyet mahkemelerini işleyiş bakımından mahkeme olmaktan çıkarmış, adeta başkan ve üyeler arasındaki ilişkiyi, kararda her biri eşit oy’a sahip yargıçlar olmaktan çıkarıp patronaj ilişkisine dönüştürmüştür. (Anonim şirket, holding bile değil taşra esnafı- bakkal dükkânı seviyesi)

Köle hukuku

Bu duruma bir başka örnek ise savcıların halidir. Savcı, yürüttüğü soruşturma sonunda, takipsizlik veya iddianame olarak ortaya çıkan bir karara varır. Fakat savcının kararı ya da iradesinin hüküm doğurabilmesi, “görüldü” yapılmasına yani vekil veya başsavcının onay vermesine bağlıdır. “Görüldü”, savcının takipsizlik kararının değiştirilip iddianame düzenletilmesi veya tersinin yaptırılması şeklinde ortaya çıkabiliyor. Anayasa ve yasalar bakımından yargıç statüsünde olan savcıların iradelerini ortadan kaldıran sayan bu uygulama hukuken nasıl izah edilebilir? Memur statüsü açısından değerlendirsek; (örneğin bir amir maiyetindeki memura istediği doğrultusunda evrakı hazırlatabilir çünkü sonuçta evrak altındaki imza ve sorumluluk amire ait olacaktır.) Başsavcı-savcı ilişkisinde iradenin başsavcıya, imza-sorumluluğun savcıya ait olması nedeniyle memurluktan daha geridir. Medeni hukukta vesayet, kayyımlık veya yasal danışmanlık altında olan kişi, iradesi - ehliyeti sınırlansa bile sorumluluğu olmadığından savcıdan daha güvencelidir. Bu itibarla bırakın hakim ve savcıyı, kişinin iradesine bir başkanının müdahale ederek değiştirmesine rağmen ortaya çıkacak sonuçlardan müdahaleye maruz kalanın sorumlu olmasını modern hukuk kabul etmez. Bu durum ancak köle hukuku ile açıklanabilir. Tarihi seyir ve yargı içerisinde hakim olan bürokrasi, HSYK uygulamaları ile yerleşik zihniyete baktığımızda “İnsan Hakim” modelinin inşa edilmesi yerine, yukarıdaki modellere benzer yeni modellerle karşılaşacağımız muhakkak gibi görünüyor.

[email protected]