Tanrı'nın 'resmî görüşü', 'aslî görüşü' de ne demek?

Kâmil Yeşil / Yazar
31.07.2021

"İslam akaidi, Rabbimiz, bizden, sünnete uygun tevekkül ister" demek varken cümlesini "Böyle bir Allah yok" diye bitiren ilahiyatçı akademisyen ile; "Allah insanları yarattı, sağ eline aldığı ruhlara 'Siz cennete gidin, umurumda değilsiniz.' dedi" çevirisi yapabilen akademisyenler aynı hastalık ile malûl: Sözün/söylemin şehvetine tutulmak.


Tanrı'nın 'resmî görüşü', 'aslî görüşü' de ne demek?

Bir şair arkadaşım ilk görüşmemizde "Ben seni ilahiyatçı zannederdim, meğer sen edebiyatçı imişsin" dedi. Ve bu sözü hâlâ arkadaşların yanında tekrar eder. Mehmet Aycı'da neden böyle bir intiba bırakmışım onu da öğrendim. Çünkü o beni 1995'te Bilgi ve Hikmet dergisinde yayınladığım "Çelişkiler Yumağı: Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri" yazımla tanımış. Süleyman Ateş'in tefsiri ile ilgili yazdığım bu makalenin girişinde söyledim. Dedim ki; ben ilahiyatçı değilim; yüksek tahsilimi Türk Dili ve Edebiyatı üzerine yaptım. Ancak bir İHL mezunu ve İslamî yayınlara duyarlı biri olarak kendimce okuyup yazıyorum. Ateş'in tefsirini de büyük bir merak ile okudum. Okuma esnasında kendimce aldığım notları makale haline getirdim. İlmî kariyeri olan birileri, benden önce bu çelişkileri yazar mı acaba diye bekledim, yazan olmayınca, bari aldığım notlar boşa gitmesin diye bu makaleyi yazdım, dedim. (Bkn. Kalemin Gölgesinde, s.115-135) Aradan yıllar geçtikten sonra benzer bir tenkit yazısını Mustafa Öztürk'ün İlahi Hitabın Tefsiri hakkında yazdım ve yayınladım. (Bkn. Dünyabizim/Hem Okudum Hem Yazdım)

Pasifizm tavsiyesi mi?

Mustafa Öztürk, Kuramer'in düzenlediği "İslam Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad" bildirisinde söylediği sözleri tefsirinde de tekrar ediyor. Kuramer'in adı geçen yayınını okuduktan sonra ikinci bir makale yazma ihtiyacı doğdu. Çünkü aynı sempozyumda daha feci şeyler okudum. Tekraren söyleyeyim ki, eğer bu konuda bir makale yazılmış olsaydı sorumluluk bizim üzerimizden düşmüş olacaktı. Dinlerin Cihad Öğretisi başlığı ile (merhum) Ömer Faruk Harman'ın yönettiği bildirinin müzakereler oturumunda İlhami Güler şöyle diyor :

"Kabil'in öldürme teşebbüsü karşısında Habil'in mutlak pasifizminin onaylanması(nı) (Maide : 5/28) ve yine Kur'an'da Fussilet 41/34, R'ad 13/22 ve Mu'minun 23/96'daki "pasifist" tavsiye(yi), Hz. İsa'nın pozisyonu(nu) 57/27 Mekke dönemi (ile) birlikte Tanrı'nın "aslî görüşü" olarak alıp, Medine dönemindeki savaşı "adil savaş" ve Tanrı'nın "resmî görüşü" olarak yorumlayabiliriz." (s.78) Akademisyen İlhami Güler'e göre bu ayetler Müslümanlara "pasifizm" tavsiye etmektedir. Mekke döneminde Hz. Peygamberin ve ashabının Müşriklere karşı kullandıkları dil, gösterdikleri pasif tavır, Tanrı'nın "aslî görüşü" imiş. Ne zaman ki Medine'ye hicret edilmiştir, Müslümanların eline maddi güç (sayısal, silahsal ve konjonktürel imkan) geçti, ondan sonra Mekke stratejisi ortadan kaldırılmıştır, "adil savaş" dönemi başlamıştır ki bu da Tanrı'nın "resmî görüşü" imiş.

Tecdid-i iman

Mustafa Öztürk, İlhami Güler'in bu kavramlarını kullanmıyor fakat adı geçen bildirisinde ve de İlahi Hitab'ın Tefsiri'nde aynı anlayışı daha sert ifadelerle tekrar ediyor. Bir adım daha atarak ilgili ayetlerin mânâ olarak Peygambere, lafız olarak Allah'a ait olduğunu söylüyor. Mustafa Öztürk konumuz değil, ona ait yorumlarla ilgili tenkidimizi adı geçen yazıda söyledik. Ancak Ankara İlahiyat Fakültesi akademisyeni İlhami Güler'in kavramsal tekliflerinin (tespitleri mi desem yoksa) üzerinde durmamız gerekiyor. Oturumun yöneticisi Ömer Faruk Harman (merhum) bu sözleri işittikten sonra toplantıyı tertip eden ve o günlerde İstanbul Müftüsü olan Mustafa Çağrıcı'ya hitap ederek "Toplantının sonunda hepimize "tecdid-i iman" vazifesi düşüyor," diyor. Bu sözlerin itikadımıza, imanımıza ters olduğunu söyleyen Harman hoca da bir İlahiyatçı. (Allah rahmet eylesin.)

Üslup sorunu

Toplantı sonunda tecdid-i iman oldu mu bilmiyorum. Belki bazıları içinden "tövbe tövbe" demiştir. Akademisyen İlhami Güler'in imanını, itikadını bilmem. Bildiğim bir şey varsa İlhami Güler'de en azından bir üslup sorunu olduğudur. İlhami Güler, sıradan biri değil. Arapça da bilir Batı dili de. Peki bu ne? Bir ilim adamı bildiğini ifade etmekten aciz mi? Bu sözlere "aslında öyle demek istemedim/istemedi; şöyle demek istedim-istedi" denilebilir mi? Yazar daha önce de benzer bir "dil olayı" ile kader-kaza, hüsn-kubh bahislerini merkeze aldığı, Allah'ın takdiri, ilmi, fiilleri ile ilgili kelamî konuları işlediği kitabına "Allah'ın Ahlakîliği Sorunu" adını vermişti. "Nasıl Bir Allah'a İnanıyoruz", gibi bir isimle takdim edilebilecek bir konuyu, oryantalistlerin bile kullanmaya cür'et etmediği bir başlıkla "Allah'ın Ahlakîliği Sorunu" olarak vazetmesinden de anlıyoruz ki bu dil kullanımında söyleyenin epistemik sorunlarını, çıkmazlarını gösteren bir tutum var. Dikkatleri, eserinde toplamak isteyen yazarı bir yere kadar anlayışla karşılayabiliriz. Fakat çoğulu olmadığını bilmesine rağmen, romanı "Allahlar Susamışlardı" diye çeviren mütercimin (Hüseyin Cahit Yalçın) niyeti gibi İlhami Güler'in kitap isimleri de düşündürücü.

Sözün şehveti

Bu tür dil kullanımına "dilin/söylemin/sözün şehveti" olarak isimlendiren münekkitler gördüm ki doğrusu, Güler'in dili tam da oraya oturuyor. Ekranın, oturumların, yayınların bu tür şehvetleri beslediği, tahrik ettiği düşünülüyor ki yabana atılır cinsten bir şey değil. Dinî konuları konuşan, yazan kişilerden daha titiz, kılı kırk yaran kelime seçimi, cümle kuruluşu beklenir ve bunu beklemek hakkımızdır. Hem Kur'an-ı Kerim gibi ilahî kelamı, o kelamdaki incelikleri, edebî dil kullanımını, üslubunu öveceğiz, ona hayran olacağız, onu anlamaya ve anlatmaya çalışacağız; hem onu anlatırken gazeteci ağzı, halk dili kullanacağız. Bu olmaz. Okuduklarımızdan öğrendiğimiz bir şey olmalı değil mi?

Bu mevzuda başka örnekler de var. Tv'de, "İslam akaidi, Rabbimiz, bizden, sünnete uygun tevekkül ister" demek varken cümlesini "Böyle bir Allah yok" diye bitiren ilahiyatçı akademisyen ile; "Allah insanları yarattı, sağ eline aldığı ruhlara 'Siz cennete gidin, umurumda değilsiniz.' dedi; sonra sol eline aldığı ruhlara 'siz de cehenneme gidin siz de umurumda değilsiniz.' dedi." şeklinde çeviri yapabilen akademisyenler aynı hastalık ile malûl: Sözün/söylemin şehvetine tutulmak. (Bkn. "İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp / Çevirmenler: Adil Çiftçi, Adnan Bülent Baloğlu)

Sorular:

Fazlurrahman, Arapça bilmiyor mu? Bu hadisi niye Arapça bir kaynaktan almıyor? Fazlurrahman'ın başvurduğu İngilizce kaynak, hadisi böyle mi aktarmış? O zaman kaynağa daha çok bakması gerekmiyor mu? Yoksa bu çeviri Fazlurrahman'ın çevirisi mi? Çevirmenler, biz Fazlurrahman'ın diline sadık kaldık, diyorlarsa; hadis kaynaklarından nakil ile bir dip not açarak Allah'ın 'umrumda değil" diye bir kullanımı olup olmadığını -böyle bir ifade tabii ki yok- tespit edip doğrusunu yazamazlar mıydı? Bütün bu hususları dil cinayeti olarak niteleyip geçmek mümkün. Fakat meseleye sadece dil, üslup sorunu olarak bakmak bize yeterli gelmiyor. Çünkü yara derinde.

Mazlum olma tercihi

İlhami Güler'in pasifizm olarak nitelediği olayda; Kabil'in öldürmek isteyen ve tehdit eden tavrı ile; ben katil olmak istemem diyen Habil tavrını birlikte görüyoruz. İlhami Güler, Kabil'in "seni öldüreceğim" sözüne karşı Habil'in 'hayır ben seni öldürürüm" diyerek kendini müdafaa etmesini ve Rabbimizin de bu öldürmenin ardında durmasını bekliyor! Kardeşlerden birinin değil de öbürünün katil olmasını beklemek değil mi bu? Oysa Habil, fıtrat olarak, zalim olmayı seçmediği gibi, mazlum olmayı da öncelemiyor. Kabil'in, dediğini yapacağından emin değildir Habil. (Belki Kabil bile emin değildi tehdidinde.) Kendini savunmak için de olsa -yaralamak veya başka şekilde savuşturmak varken- birini öldürmek, Allah'ın 'öldürmeyeceksin' emrini çiğnemek olmaz mı?

İnsanlık tarihi "iman-küfür, tevhid-şirk savaşıdır". Her peygamberin, ümmetine göre bir tebliğ/irşad, üslubu vardır ve bu metod yer yer pasiflik denilebilecek bir tebliğ dönemi içerdiği gibi; aktif, adil savaş, cihad, kılıçla mücadele denilebilecek bir dönemi de içerir. Her ikisi de Rabbimizin sünnetine/sünnetullaha uygundur. Tebliğ'in muhatapları, yakın akrabalar, tanıdıklar, aynı kabilenin insanları ve de mustazaflar iken, din de tamamlanmamışken, Peygamberimiz, öfke ve tehdit dili mi kullanmalı idi? Yumuşak üslup emreden âyet -dikkat edilirse- müjde de veriyor ki gerçekten düşmanlık eden bazı kimseler daha sonra hem dost oldu hem Müslüman.

Allah'ın görüşü olmaz, hükmü ve iradesi olur. O yaptığından mes'ul değildir. O'ndan daha çok bilmiyoruz, O'ndan daha iyi bilmiyoruz. Peygamberimiz, Fetih'ten sonra, Mekkelilere "Benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz? Ben, size, kardeşim Yusuf'un kardeşlerine dediği gibi diyeceğim. Haydi gidiniz" demiş ve bu af çıkarma sonucunda insanlar fevç fevç gelip Müslüman olmuşlardı. Siyer kaynakları bildirir ki çıkarılan bu affın yanında, "Kabe'nin örtüsü altında da bulsanız onları öldürün" dediği infaz emri de vardır. Hani nerede pasifizm? Veya pasifizmin sınırları nelerdir?

Şüphesiz ilim adamları çıkarımlarını kavramsallaştırmak isterler. İlhami Güler'in çabası da böyle bir şey. Fakat teklif ettiği kavram imana dokunuyor. Güler (Allah yerine) "Tanrı", (hükmü/iradesi yerine) "görüşü" diyerek kendince felsefi bir yoruma kaçıyor. Çünkü görüş konjonktüreldir, çelişkiye, tutarsızlığa açıktır. En önemlisi beşerî bir şeydir. İlhami Bey, Allah'ın hükümleri hakkında "duruma göre/konjonktürel" diyebilmek için "Resmî Görüş, Aslî Görüş" ayrımı getiriyor. Geçmişte varlığı, sıfat ve isimleri ile tartışılan Allah'tan, fiilleri sorgulanan Allah'a mı geldik? Sübhanallah!

Kul, anlamak ister ve bu çabası değerlidir. İlhami Güler, anlamak çabasında samimi olsa da anlayışında sorun var ve bu kendini kavramsallaştırmada gösteriyor.

Eslaf bu tür konuları kapalı ortamlarda tartışır, imana/itikada taalluk eden hususları herkesin ortasında konuşmazdı. Meseleye tek başına halletmiş gözü ile bakmaz, bir "cumhur" oluşturmaya çalışırdı. Ben bu hususta son noktayı koydum tavrı taşımazdı eslaf. Ve en önemlisi kavramlarını Kur'an ve Sünnetten çıkarırlardı. Kitapların/görüşlerin "Huccet"li olmasına dikkat eder ve bu kavramı eserlerine yansıtırlardı. "Urvetü'l Vüska, Bülûğ'ul Meram" vs gibi. Harman hocanın da dediği gibi İ. Güler, konuyu akla ve bilgiye değil, duygusal olana (pathos) yaslıyor. Bu hususun öğrenciler tarafından, "kesin bilgidir, yayalım" anlayışı ile yaygınlaştırıldığında neler olacağını düşünebiliyor musunuz? Kimin, neyi, ne kadar anladığı meşkuk bir medya çağında; Tanrı'nın resmî ve aslî görüşüne "iman edenler" ve "inkar edenler" grubu çıkarmak ne büyük bir vebaldir! Başa dönersem; hikaye yazarı olarak yine dini ilimlere ve köklü bir meseleye dair makale yazmak zorunda kaldım. Bu hususlara ilmî ve kaynaklı, sakin sakin cevap vermek de gerekir. Onu da ehline havale ediyorum.

[email protected]