Tarih Doğu Akdeniz’de tekerrür ediyor

Doç. Dr. İsmail Şahin/ Bandırma Onyedi Eylül Üniv. Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
19.12.2019

Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları üstünden egemenlik tartışmaları devam ederken diğer taraftan Kıbrıs ve çevresinde askeri hazırlıkların hız kesmeden sürdürüldüğü görülüyor. Rumların İsrail’den İHA satın alması, Fransa’ya deniz üssü vermesi, ABD’nin Rumlara yönelik silah ambargosunu kaldırması, çok sayıda savaş gemisinin Doğu Akdeniz’i çevrelemesi gibi birçok askeri gelişme yaşanıyor. Fakat bunlar içerisinden uluslararası basının sadece Türkiye’nin askeri faaliyetlerini gündeme taşımasını soğukkanlı bir şekilde tahlil etmek gerekiyor. Türkiye ise tüm askeri ve siyasi gücüyle 1918 yılına benzer şartların oluşmaması için mücadele ediyor.


Tarih Doğu Akdeniz’de tekerrür ediyor

Doç. Dr. İsmail Şahin/ Bandırma Onyedi Eylül Üniv. Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, Akdeniz Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü

 

Türkiye ile Libya arasında 27 Kasım'da imzalanan ve 8 Aralık'ta yürürlüğe giren deniz yetki alanları sınırlandırmasına dair mutabakat muhtırası, Doğu Akdeniz'deki tüm ezberleri bozduğu gibi var olan gerilimi de bir adım daha öteye taşıdı. Türkiye, Libya ile imzaladığı bu anlaşmanın bir benzerini 2011 yılında KKTC ile yapmıştı. Böylece Libya ile varılan mutabakat, Doğu Akdeniz'de kıyıdaş bir ülkeyle yapılan ikinci anlaşma olarak tarihteki yerini aldı. Fakat KKTC ile yapılan anlaşma, Libya ile varılan mutabakat kadar ses getirmedi, tepkilere yol açmadı.

En şiddetli tepki Yunanistan’dan geldi. Atina, Libya'nın Atina Büyükelçisini istenmeyen kişi (persona non grata) ilan etti ve ardından Büyükelçi Muhammed Yunus Menfi’yi sınır dışı etti. Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’a göre, Ankara ile Trablus arasında imzalanan mutabakat muhtırası, uluslararası hukuku açık bir şekilde ihlal ediyordu. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı kendi görüşünden hareketle Türkiye'nin, Girit adası ve On İki Adanın deniz alanlarını gasp ettiği gerekçesiyle Türkiye’yi önce Birleşmiş Milletlere (BM) şikâyet etti; ardından zaman kaybetmeden itirazını Avrupa Birliği’ne taşıdı. Yunanistan’ın buraya kadar yaptıkları bir noktaya kadar kabul edilebilir. Fakat Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in 6 Aralık günü yaptığı açıklamada, “Pontus soykırımını” uluslararası kamuoyunun gündemine getireceğiz tehdidi izahı güç bir garabettir. İşin ilginç yanı, Lozan Antlaşması’nda Yunanistan Anadolu’da Türklere uyguladığı katliam ve mezalimlerden ötürü tazminat ödemeye mahkûm edilmişti. Atina’nın bu çıkışı, uluslararası ilişkilerin nasıl bir sahada icra edildiğini ve tarihin siyasi amaçlar için nasıl kullanıldığını göstermesi bakımından dikkate değerdir.  

Brüksel'de bir araya gelen Avrupa Birliği’ne üye 27 ülkenin devlet ve hükümet başkanları 12 Aralık Perşembe gecesi Türkiye’yi hedef alan ortak bir bildiri yayınladılar. Ortak bildiride, mutabakat muhtırasının üçüncü devletlerin egemenlik haklarına halel getirdiği, uluslararası deniz hukukunu ihlal ettiği ve bu bağlamda anlaşmanın üçüncü taraflar açısından hiçbir hukuki sonuç doğurmayacağı ifade edildi. Bildiri ayrıca, Yunanistan ve Güney Kıbrıs'a verilen desteğin hiçbir değişikliğe uğramadan aynen devam edeceğini kamuoyuna duyurdu. Güney Kıbrıs’ın 2004 yılında birliğe katılmasıyla Avrupa Birliği doğu sınırlarını Kıbrıs’a kadar genişletmişti. Bu, Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünü perçinleyen tarihi bir hataydı. Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin hararetle desteklediği BM Barış Planı’nı (Annan Planı) tüm baskılara rağmen Rum tarafının kabul etmemesi; ancak yine de bir hafta sonra üyeliğe kabul edilmesi, Avrupa Birliği’nin tarafsızlığa ve temel prensiplerine büyük bir şüphe düşürdü.

AB üst mahkeme gibi davranıyor

Avrupa Birliği Kıbrıs meselesinde gösterdiği tutarsızlığı ve tarafgirliği, Doğu Akdeniz deniz yetki alanları konusunda da bir kez daha ortaya koydu. Sevilla Üniversitesi’ne hazırlattığı haritayla Türkiye’nin denizlerdeki egemenlik haklarını görmezlikten geldi. Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de küçük bir deniz alanına sıkıştırma niyeti taşıyan “Yeni Sevr Haritası” ile Avrupa Birliği bölgenin büyük bir kısmında Kıbrıs üzerinden etki kurmaya çalıştı. Dolayısıyla bugün Avrupa Birliği’nin Rum/Yunan ikilisini kayıtsız şartsız desteklemesi, yalnızca bu iki ülkenin AB üyesi olmasından değil, Avrupa Birliği’nin Doğu Akdeniz’deki menfaatlerinden ileri gelmektedir. Dikkat edilecek olursa, Avrupa Birliği sanki bir uluslararası mahkeme gibi hareket etmekte; deniz yetki alanlarının belirlenmesinde kendisini yetkin üst bir otorite olarak göstermektedir. Hâlbuki Avrupa Birliği ne bir mahkeme ne de üst bir otoritedir. Dolayısıyla AB bu hususta bir hüküm ortaya koyamaz. O ancak kendi siyasi hissiyatını yansıtabilir.

Yaptırım kararları

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kararlı duruşundan rahatsızlık duyanlardan biri de ABD’dir. Washington, Türkiye ile Rusya arasındaki her türlü işbirliğini stratejik açıdan tehlikeli görmektedir. Bilhassa iki ülke arasında geliştirilen enerji projelerine Beyaz Saray şiddetle karşı çıkmaktadır. ABD makamlarına göre, Avrupa hızlı bir şekilde Rus enerjisine bağımlı hale gelmektedir ve bu projelerin nihai amacı, Almanya ve Avrupa’nın ABD ile olan ilişkilerini zayıflatmaktır. Bu endişeden dolayı ABD, Türk Akım ve Kuzey Akım-2 doğalgaz boru hattı projelerine başından beri karşı çıktı. Libya ile yapılan anlaşmanın da tetiklemesiyle, ABD Kongresi 17 Aralık tarihinde kabul ettiği “Ulusal Savunma Yetki Yasası” kapsamında Türkiye’ye bir dizi yaptırım kararı aldı.

Türkiye'ye F-35 uçaklarının teslim edilmemesi, S-400 tedariki nedeniyle Türkiye’ye ek yaptırımlar getirilmesi, Türk  Akım projesinde boru döşeme çalışmalarına katılan gemilere ve gemilerle bağlantılı çalışan yabancı uyruklu kişilere yaptırımlar uygulanması, Rus askeri gemilerine Kıbrıs limanlarını kapatmak koşuluyla Güney Kıbrıs’a yönelik silah ambargolarının kaldırılması, kongrenin aldığı kararlar arasında yer alıyor. 2 Ağustos 2017’de Başkan Trump’ın imzasıyla yürürlüğe giren “Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası (CAATSA)” uluslararası hukukun en kadim ilkesi olan devletlerin egemen eşitliği prensibine aykırı olmasına karşın, ABD Kongresi bu yasayı diğer devletlere silah gibi kullanmaktadır. Bu, uluslararası hukuku ayaklar altına alan açık bir ihlaldir.

Kongre’nin Türkiye’ye karşı önyargılı, hasmane ve hukuk dışı bir davranış sergilediğini ortaya koyan bir diğer gelişme, Türkiye’ye karşı siyasi bir şantaja çevirdiği, “Ermeni soykırımı iddiasını” yeniden Ankara’nın önüne koymasıdır. Bu çerçevede ABD Senatosu 12 Aralık 2019 tarihli bir kararıyla 1915 olaylarının “soykırım” olduğunu kabul etti. Parlamentoların tarihteki bir olay hakkında karar verme yetkileri ve salahiyetleri yoktur. Gerek Yunanistan’ın gerekse de ABD’nin “soykırım” ipine sarılması, tarihi ve hukuki temelden yoksun bir davranış olduğu kadar gayri ahlaki bir tavırdır. Tüm bu eylem ve davranışların amacı, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de diz çöktürmeye zorlamaktır. Görüldüğü üzere Türkiye’nin kendi egemenlik haklarını kullanmaktan geri adım atmayacağını ısrarla ortaya koyması diğer aktörleri her türlü çirkefliği yapmaya yöneltebilmektedir.

Hafter ve onu destekleyen Mısır, Rusya, BAE, Suudi Arabistan, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelere göre mutabakat muhtırası gayri meşrudur. Türkiye'yi düşman devlet kategorisinde gören Hafter, Ankara’yı terörizme destek veren Trablus hükümetiyle birlikte hareket etmekle suçluyor. Türkiye’nin Libya’nın içişlerine karıştığını, burada askeri üsler kurma niyeti taşıdığını öne süren Hafter, tüm bunlara izin vermeyeceğini ifade etmektedir. Hafter'in donanma komutanı Farag el Mehdevi’nin, sosyal medya hesabından yaptığı açıklama ise daha ilginçtir.  Farag el Mehdevi, “Trablus'u özgürleştireceğiz ve Türk rüyasını yok edeceğiz” diyordu.

Mısır’ın da menfaatine ama karşı

Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el Sisi, Halife Hafter'e bağlı “Libya Ulusal Ordusu”na verdikleri destekten vazgeçmeyeceklerini ve Ankara ile Trablus arasında imzalanan anlaşmaları tanımayacaklarını bildirdi. Mısır’a göre anlaşmalar yok hükmündeydi. Dahası Sisi, Türkiye’nin Libya'yı kontrol etmesine asla müsaade etmeyeceklerini, zira bu durumun Mısır için bir ulusal güvenlik meselesi olduğunu vurguluyor. Hâlbuki işin akıl almayan yönü, gerek Sisi’nin gerekse de Hafter’in Mısır ve Libya’nın Türkiye ile anlaşması durumunda her iki ülkenin daha büyük deniz alanlarına kavuşacağını bilmelerine rağmen buna karşı çıkmalarıdır. Bu, kendi ülkelerinin milli menfaatlerine aykırı bir durumdur.

Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları üstünden egemenlik tartışmaları devam ederken diğer taraftan Kıbrıs ve çevresinde askeri hazırlıkların hız kesmeden sürdürüldüğü görülüyor. Rumların İsrail’den İHA satın alması, Fransa’ya deniz üssü vermesi, ABD’nin Rumlara yönelik silah ambargosunu kaldırması, çok sayıda savaş gemisinin Doğu Akdeniz’i çevrelemesi gibi birçok askeri gelişme yaşanıyor. Fakat bunlar içerisinden uluslararası basının sadece Türkiye’nin askeri faaliyetlerini gündeme taşımasını soğukkanlı bir şekilde tahlil etmek gerekiyor. Türkiye ise tüm askeri ve siyasi gücüyle 1918 yılına benzer şartların oluşmaması için mücadele ediyor. Bu kapsamda geçtiğimiz günlerde Ankara ile KKTC arasında yapılan bir mutabakatla Geçitkale Havaalanı Türk Silahlı Kuvvetlerine hava üssü olarak tahsis edildi. KKTC Bakanlar Kurulu’nun aldığı bu karar doğrultusunda Türkiye’ye ait SİHA ve İHA’lar Doğu Akdeniz’deki sondaj ve sismik araştırma faaliyetlerini bu üsten takip edecek.  Böylece şimdiye kadar Muğla ve Çanakkale’de görev icra eden bu askeri araçlar Geçitkale’ye konuşlandırılacak. Bu kararın İsrail’in Rum kesimine insansız hava araçları temin etmesinin ardından alındığı unutulmamalıdır.  

Sonuç

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki tüm adımları, kendi ve Kıbrıs Türklerinin egemenlik haklarını korumak içindir. Fakat uluslararası basın bu durumu bilinçli bir şekilde görmezlikten gelerek, Ankara’nın hamlelerini, “yayılmacı bir eğilim” şeklinde uluslararası kamuoyuna servis ediyor. Aslında tüm bunlar gerçeği yansıtmadığı gibi Türkiye’yi sindirmek üzere özenle kaleme alınmış propaganda metinleridir. Özellikle Avrupa ve Amerika’da yaşayan ve Türk hükümetine husumet besleyen Türkiye kökenli isimler bu sindirme projesine özenle alet ediliyorlar. Bu çerçevede anti-demokratikleşme, ifade ve basın hürriyetinin ayaklar altına alındığı, Batılı müttefiklerle arasındaki ayrılıkların derinleştirdiği, savunma sanayine sürekli yatırımlar yaparak silahlandığı, Rusya’dan S-400 alımı yaparak “NATO’ya ihanet ettiği”, özgür ülkelerin DAEŞ teröründen korunabilmesine yardım eden “Kürtlere” Türkiye’nin savaş açtığı ve Yunanistan ve Güney Kıbrıs başta olmak üzere komşu ülkeleri tehdit edici saldırgan bir politika izleyerek bölgede barışı ve istikrarı tehlikeye attığı uluslararası basında sıkça yer bulan haber ve yazılardır.

Sistematik şekilde yürütülen bu propagandanın üç amacı bulunduğu söylenebilir: ABD ve AB’nin desteğiyle kurulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu üyesi ülkeleri Türkiye’ye karşı cesaretlendirmek, Ankara’nın direncini kırmak ve iddialarından geri adım atmasını sağlamak ve Batı’nın yegâne müttefiki İsrail’in bölgesel güç ve güvenlik politikalarına yardımcı olmak. Doğu Akdeniz’deki gerilimin ABD’nin kayıtsız şartsız İsrail’i, AB’nin ise Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı desteklediğinden ortaya çıktığı asla göz ardı edilmemelidir.

Türkiye; Yunanistan, Mısır, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail’in Doğu Akdeniz’de anlaşma hazırlığı içerisinde olduğu bir sırada Libya ile anlaşarak beklenmedik bir hamle yaptı. Böylece Yunanistan ile Mısır’ın, Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ın deniz yetki sınırlandırma anlaşması yapmasının önüne geçti.Hiçbir komşu veya bölge ülkesinin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarına halel getirmeyen mutabakat muhtırasına uluslararası alanda artan öfkenin özünün bu olduğu ileri sürülebilir. Ankara açısından en büyük kazanım ise Türkiye’nin dış güvenlik sınırını Doğu Akdeniz’de Libya sınırına kadar uzatmış olmasıdır. Bu olay, bir ülkenin dış güvenlik hattının sınırının nerede başlayacağını göstermesi bakımından oldukça önemlidir. 

[email protected]