Tarihin arkasında koşulmaz

SÖYLEŞİ Sevinç Alkan Özcan - Semih Atiş
13.04.2013

Unutulmamalıdır ki, tarihin arkasında koşulmaz, içinde koşulur. Bazen sürükleyici olarak önünde, bazen akış seyrini etkileyecek şekilde akış istikametinde, ama mutlaka içinde... Tarihin akış seyrini okuyamayanların, bu akışı durdurma ya da akışa karşı koyma çabaları beyhudedir.


Tarihin arkasında koşulmaz

Dışişleri Bakanı Ahmet Davotoğlu ile yapılan bu söyleşi, 2002-2009 döneminin ve Davutoğlu’nun Küresel Bunalım eserinde yer alan konuşmalarında dile getirdiği hususların geçmişe dönük bir muhasebesini amaçlayarak gerçekleştirilmiştir.

Başdanışmanlık görevini yürüttüğünüz dönemde sizinle yapılan bu mülakatları bir bütün olarak ilk kez okuduğunuzda neler düşündünüz? Neler hissettiniz?

11 Eylül çerçevesinde benimle yapılan mülakatları derleyen ilk konuşmalar kitabım bundan on yıl önce, 2002 yılının Mayıs ayında yayınlandığında 1 (Ahmet Davutoğlu, Küresel Bunalım, yay. haz. Faruk Deniz, İstanbul: Küre Yayınları, 2002) bir öznenin kendi iç dünyasında ancak kendi öznel şartları ile sınırlanabilen zihnî bir serüven olan tefekkürü; bu zihni serüvenin belli bir konjonktür (hâl) içinde bir muhataba, dil araçları kullanılarak aktarılması olan konuşmayı ve muhatabı mümkün olan en geniş ölçekte çeşitlendirme, konjonktürü de derinleştirerek geleceğe yayma çabası olan yazıyı; muhteva, yöntem ve ahlâkî sorumluluk açısından değerlendiren ve karşılaştıran bir önsöz kaleme almıştım. Bu kitabın yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl sonra başbakan başdanışmanlığı görevine geldiğimde, iç tutarlılık ve ahlâkî sorumluluk açısından hayatımın en kapsamlı meydan okuması ve sınavı ile yüzleşmenin derin çilesini ve muhasebesini yaşamaya başladım. Bu meydan okuma, hem tarih boyunca birçok ilim adamı ve teorisyenin elde edemediği büyük bir nimet, hem de tarihin son derece hızlı aktığı bir dönemde, bu akışın coğrafî ve tarihî merkezinde bulunan bir toplumun ferdi olarak taşıması çok ağır bir yüktü. Stratejik Derinlik başlıklı tezin kitap olarak varlığı bu ağır yükün entelektüel zeminini oluşturuyordu. Okuyan muhatapların zihnine bir hitap olarak kaleme alınan bir kitap, bizatihi yazarı için bir yanlışlama/doğrulama cetveline dönüşmüştü.

Pür bir tefekkür olarak ortaya konan bir teorinin bu kadar kısa bir süre içinde ve bu sınamanın bizzat yazarının içinde bulunduğu uygulama sürecinde yaşanmış olması, yazarı açısından büyük bir entelektüel ve ahlâkî sorumluluk alanı doğurmuştu. Entelektüel sorumluluk alanı, ortada yazıya dökülen bir tezin varlığının her an bir iç tutarlılık sorgulaması yapılabilme imkânı veriyor olmasından; ahlâkî sorumluluk alanı ise sahip olunan pozisyonun biri teoriye, diğeri pratiğe açık çift yönlü bir nitelik taşımasındandı.

Teorinin pratikle testi

Seneler sonra bu mülakatlara bir bütün olarak baktığımda pratiğin getirdiği yeni düşünsel ve olgusal unsurları görmek, bana teori-pratik, süreklilik-değişim etkileşimi bağlamında bir iç muhasebe yapma imkânı da verdi. Bağlam değişiminin bu derece dinamik olduğu bir dönemde geçmişte yapılmış mülakatların aynen yayınlanmasına izin vermek, aslında bir siyaset yapımcı açısından iç tutarlılıktaki süreklilik anlamında ciddi bir meydan okumaya ve sınamaya hazır olmak demekti. Bu anlamda, mülakatların üretken bir tartışmaya zemin oluşturacağını ümit ediyorum. Ayrıca, siyaset oluşturma sorumluluğunun dayanılmaz ağırlığını hissetmeden eleştirel yazı yazan aydınlarımızın ve muhalefet yapan siyasilerimizin de bu kritik süreç içinde ürettikleri görüşleri ve yaklaşımları tutarlılık testine tabi tutacak şekilde, tekrar değerlendireceklerini ve kamuoyu ile paylaşacaklarını da ümit ediyorum. Başdanışmanlık görevim süresince bu yeni hayatın akışına intibak konusunda birçok kişiye teşekkür borçluyum. Ancak danışmanlık görevi itibarıyla doğrudan kendilerine hizmet sunduğum Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’e ve Başbakan Yardımcımız Sayın Ali Babacan’a özellikle minnetlerimi ifade etmek istiyorum. Bütün bu süreçte başdanışman olarak her an Sayın Başbakanımızın yakın mesai ortamında bulundum. Çok zorlu süreçlerin güçlüklerinin ve çilesinin aşılabilmesi için elimden geldiğince çaba gösterdim. Sayın Cumhurbaşkanımıza, farklı makamlardaki dış politika süreçlerinin koordinasyonunda katkıda bulunmaya çalıştım. 2007 Eylül ayından 2009 Mayıs ayına kadar kritik bir dönemde Dışişleri Bakanlığını yürüten Sayın Ali Babacan’a her türlü desteği vermeye gayret ettim.

Paradigma değişti

Dış politika süreçlerinin nihai belirleyicisi ve sahibi siyasî iradedir. Düşünceleri, fikirleri ve teorileri tarih sahnesinde görünür kılan da siyasî iradenin gücüdür. Stratejik Derinlik kitabımda siyasî iradeyi stratejinin çarpan faktörü olarak değerlendirmemin temel nedeni, siyasî iradenin etki gücüne olan bu inancımdır. Dolayısıyla hiç şüphe yoktur ki, siyasî irade ve istikrar, bu paradigma değişiminin temel belirleyici unsurudur. Bakan olarak atandığım 1 Mayıs 2009’dan bu yana da bu paradigma değişimine katkıda bulunmaya devam ediyorum.

-2006’da, Filistin-İsrail çatışması konusunda kritik ve zamanında çok tartışılmış bir hamle yaparak Meşal ile görüştünüz. Bugünden baktığınızda o günkü hamleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Zamanında çok tartışıldı ancak bugün herkes o hamlenin ne kadar doğru olduğunu teslim ediyor. Önemli olan neyi ne için yaptığınızdan emin olmak. Türkiye attığı bu adımlarla aslına bakarsanız önemli bir bölgesel aktör olduğunun ilk sistematik ve çarpıcı işaretlerini vermiştir. Bu yeni politikanın içerde ve dışarda büyük yankı getiren ilk hamlesi de, Filistin’de 25 Ocak’ta yapılan seçimi kazanan Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal ile Türkiye’de görüşülmesiydi. Dönemin Dışişleri Bakanı Sayın Abdullah Gül ile Halid Meşal’in AK Parti Genel Merkezi’nde gerçekleştirdiği görüşme, o günlerde büyük bir tartışma doğurmuştu. O gün içerde ve dışarda şiddetli bir şekilde eleştirilen bu hamle aslında ilkesel olarak da, stratejik olarak da, zamanlaması açısından da doğru bir hamleydi. Bu hamle, o dönemde içerde ve dışarda AK Parti’ye ve hükümete yönelik kapsamlı ve şiddetli bir saldırı kampanyasının başlamasına yol açtı. Bu gelişme şahsi hayatımın akışını da etkileyen bir sonuç doğurdu. Tirajı yüksek bir gazetenin büyük bir boy resmimle birlikte attığı “Hamas’ın altında da o çıktı” manşeti sonrasında, ilk defa, korumayla gezmenin özgürlüğümü sınırlayan dayanılmaz sıkıntısını hissetmeye başladım. Hayatı boyunca her an sıradan bir insanın özgürlük lüksünü, ailesi ile birlikte yaşamış bir akademisyen olarak bu manşetin hayatımda yol açtığı deprem, etkisini hâlâ sürdürmektedir. Bu manşetin atıldığı gün yabancı bir diplomatla bir otel lobisinde yaptığım görüşme esnasında, otel görevlisinin, bir bana bir de diğer masada duran gazeteye baktıktan sonra, kuşkulu ifadelerle “hoş geldiniz” demesini, hep acı bir tebessümle hatırladım. O diplomata, o gün, “Attığımız bu adım bugün anlaşılmıyor, ancak Hamas’ı, dolayısıyla Filistin halkının iradesini dışlayan bu politikanın sürmesi halinde hepimiz kendimizi bölgede bir savaşın içinde bulacağız” dediğim de hafızamda. Bu olaydan beş ay sonra Lübnan Savaşı çıktığında, bu öngörümüzün haklılığı teyit edilmiş oldu. Meşal’in ziyaretine yönelik tepkiler, ezber bozan hamleler karşısında medya ve muhalefetin ne kadar tutucu ve dirençli olduğunu göstermek açısından da önemli bir örnek teşkil etmektedir. Yöntem hatasıyla malul iyi niyetlilerin konjonktüralizmle, kötü niyetlilerin ise ideolojik körlükle karşı çıktığı bu hamleler, ülkemizi uluslararası politikanın vazgeçilemez ülkesi haline getirmiştir.

Bu ziyaretten sonra Suriye’ye her gittiğimde Halid Meşal ile görüşüp görüşmediğimi bir hafiye titizliğiyle takip eden medya, son yıllarda Meşal’in sıklaşan Türkiye ziyaretlerine alışmış, hatta mülakat yarışına girmiştir. Bu ziyareti büyük bir eksen kaymasının işareti olarak gören muhalefet ise, Gazze’deki Hamas hükümetinin başbakanı İsmail Haniye’nin Türkiye ziyaretinde (2011) kendisini genel merkezlerinde, basına açık bir şekilde, kabulde bir beis görmemişlerdir.

Restorasyonun kritik yılı

-2007 Türk iç siyasetinde de kritik bir dönemi işaret ediyor. 2007 yılını iç ve dış politika etkileşimi açısından nasıl değerlendirirsiniz?

Evet, haklısınız. 2007 yılı demokratikleşme ve aktif dış politika temellerine dayalı iç ve dış restorasyon sürecinin belki de en kritik yılı olmuştur. Aslında iç siyasetin türbülansa sokulmaya çalışıldığı bu kritik dönem Danıştay saldırısıyla (17 Mayıs 2006) başlamış, Hrant Dink cinayetiyle (19 Ocak 2007) ivme kazanmış, planlı bir şekilde devreye sokulan Cumhuriyet Mitingleri (Nisan-Mayıs 2007) ve bu mitinglerin tamamlayıcı adımı gibi görülen 27 Nisan bildirisiyle zirveye ulaşmış ve AK Parti kapatma davasının (30 Temmuz 2008) sonuçlanmasına kadar sürmüştür. Yetmişli ve doksanlı yıllardakine benzer bir şekilde, faili meçhul cinayetlerin doğurduğu sosyal tepkinin yönlendirilmesi üzerinden siyaseti manipüle etme stratejisi, aslında, AK Parti iktidarı döneminde üç sütun üzerinde -demokratikleşme, ekonomik kalkınma ve aktif dış politika- gerçekleştirilen restorasyon ve güç birikiminden rahatsız olan çevrelerin ortak bir tepkisiydi: Demokratikleşme, millete hesap vermeden doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ülkeyi yönetme geleneğini sürdüren seçkinleri; ekonomik istikrar, krizler üzerinden rant devşiren çevreleri; aktif dış politika ise, Türkiye’nin stratejik potansiyelini kendi doğal yedek unsuru olarak değerlendiren uluslararası güç merkezlerini rahatsız ediyordu. Ancak siyasî iradenin 28 Nisan bildirisinden başlayarak sergilediği kararlı tutum ve onu takiben gerçekleştirilen 22 Temmuz genel seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle ilgili referandum iç siyaseti yeni bir dengeye oturttu ve ülkenin kaos ortamına sürüklenmesine izin vermedi. AK Parti’nin kapatılması davasında sürecin bir an önce tamamlanması yönünde takınılan soğukkanlı ve ilkeli tavır ise, yeni belirsizlik ortamı oluşturma ve kaos çıkarma senaryolarının önünü kesti. Özellikle AK Parti’nin kapatılma davası nedeniyle kendi iç gündemiyle meşgul olacağının beklenildiği bir sırada, dünyada büyük yankı uyandıracak şekilde Suriye-İsrail görüşmelerinin başlatılmış olması, hem Türkiye’nin artan bir hızla bölgesel merkez güç haline dönüştüğünü göstermiş, hem de AK Parti’nin bu yeni denklemlerdeki ikame edilemez konumunu ortaya koymuştur. O günlerde Batılı bir diplomat şaşkınlığını, “Biz kapatma davası nedeniyle sizin içe kapanacağınızı düşünürken, siz özellikle Suriye-İsrail-Lübnan üçgeninde herkesi şaşırtacak hamlelerle bölgesel ekinliğinizi artırıyorsunuz” diyerek ifade etmişti.

İkame edilemez aktör

-Son olarak neler söylemek istersiniz, bu derlemenin içerdiği 2002-2009 dönemini ve bu dönemdeki konumunuzu nasıl tanımlarsınız?

2002 yılından 2009 yılına kadar geçen yaklaşık yedi yıllık süreçte yaşananların kısa bir özeti bile, entegre strateji geliştirme konusunda ulaştığımız düzeyi hiç bir kuşkuya meydan vermeksizin açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Böylesi entegre bir strateji geliştirme hedefinin arkasında, aslında, Türkiye’nin tarihî akış içinde kendini yeniden konumlandırma çabası yatmaktadır...

Önemli olan bu tarihî akış içindeki konumumuzdur. Bu tarihî akışın öznesi olarak bu akışın seyrinde etkin olan ülkeler geleceği belirlerken, tarihî akışın seyrine kapılarak savrulanlar ise kendileri için belirlenen geleceği yakalamaya çalışacaklardır. Unutulmamalıdır ki, tarihin arkasında koşulmaz, içinde koşulur. Bazen sürükleyici olarak önünde, bazen akış seyrini etkileyecek şekilde akış istikametinde, ama mutlaka içinde koşulur. Tarihin akış seyrini okuyamayanların, bu akışı durdurma ya da akışa karşı koyma çabaları beyhudedir. Son dönemde Ortadoğu’daki halkların iradelerine karşı arkaik Soğuk Savaş yapılarını korumaya çalışanların akıbetleri ortadadır. Türkiye, insanlık tarihini şekillendiren birçok medeniyet birikiminden harmanlanan tarihi ve çok boyutlu eşsiz coğrafyasıyla tarihî akışın seyrini belirleyebilecek ülkelerin başında gelmektedir. Son on yılda dış politikada takip ettiğimiz stratejinin temel hedefi, bu potansiyeli harekete geçirerek ülkemizi kendi çevre bölgelerinde yönlendirici, küresel gelişmelerde etkin bir güç haline getirmektir.

Kitap haline getirdiğiniz bu metinler 2002-2009 arasında bu yönde yürütülen gayret ve çalışmaların bir dökümünden ibarettir. Özelliği ve özgünlüğü ise tarih akarken ve süreç işlerken konuşulmuş ve yazıya dökülmüş olmalarıdır. Bir siyaset yapımcı olarak tarihin şekillenme süreci içinde bulunurken, bir taraftan da tarih yazımına katkıda bulunmaya çalışmanın doğurabileceği sonuçları görebiliyorum. Ancak tarihin bu derece hızlı aktığı dönemlerde yaşanan olaylar çok kısa sürede tarih haline dönüşür ve an ile tarihi ayırt etmek gittikçe zorlaşır. Olayları içinden yaşamama rağmen, ben dahi bu metinleri yeniden okuduğumda, üzerlerinden çok uzun yıllar geçmiş hissine kapıldım. Ümit ederim ki, bu metinler tarihî süreçlerin daha doğru anlaşılmasına katkıda bulunur.