Batı dünyası - hâssaten Avrupa - liberal hülyâlarla geçen otuz senenin ardından, insanlık tarihinin bir krizler tarihi olduğu realitesiyle yeniden yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu yüzleşme, yalnızca entelektüel bir kriz değil, aynı zamanda Batı toplumlarının gelecek tasavvurlarının ve siyasî düzenlerinin yeniden sorgulandığı esaslı bir dönüşüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır.
Salih Şimşek/ Yazar
Soğuk Savaş'ın nihâyeti, dünya siyaset sahnesinde yepyeni bir devrin başlangıcı olarak telâkki edilmişti. Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Varşova Paktı'nın dağılışı ve Doğu Avrupa devletlerinin sür'atle liberal demokrasiye intikâli, Batı dünyasında kısmen abartılı bir iyimserlik ve heyecan dalgasının doğmasına sebebiyet vermiştir. Berlin Duvarı'nın yıkılışı, Almanya'nın yeniden birleşmesi gibi sembolik hâdiseler, tarihin akışında âdeta bir mihenk taşı addedilmiş ve entelektüeller arasında büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Batılı aydınlar, siyasî ideolojilerin mücadelesinin nihâyete erdiğine, liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin daimî hâkimiyet te'sis edeceğine dâir şeksiz bir imâna teslîm olmuşlardır. Hâssaten sosyal bilim literatüründe bu sarsılmaz inancın tecellîlerine her sâhifede tesâdüf etmek mümkündür.
Bu fikriyâtın en mühim temsilcilerinden biri ve marka yüzüne dönüşen şahsîyeti hiç şüphesiz Francis Fukuyama olmuştur. Fukuyama, Hegel'in tarih diyalektiğini kendine rehber edinmek sûretiyle, yaptığı çıkarımlarla liberal demokrasinin ve kapitalist piyasa ekonomisinin artık ideolojik çatışmaları bitiren nihâî sentez olduğunu ileri sürmüştü. Fukuyama'ya göre dünya, artık devrimlerin ve ideolojik mücadelelerin değil, küresel ticaretin, ekonomik entegrasyonun ve liberal değerlerin şekillendirdiği bir hâle tekâmül etmişti. Bu yeni çağda, savaş yerine barış, ihtilaf yerine müzakere, mücadele yerine rekâbet esas olacaktı.
Uluslararası ilişkilerde de büyük değişimler yaşandı. Devletler arası krizlerin diplomasi yoluyla sulha erdirilmesi, uluslararası müesseselerin güçlenmesi ve çatışmaların önlenmesi gibi hedefler, siyaset sahnesinin merkezine yerleşti. Birleşmiş Milletler'in yanı sıra Avrupa Birliği, NATO ve AGİT gibi kurumlar, bu yeni dünya düzeninde barışı muhafaza etme ve ihtilafları bertarâf etme misyon ve hülyâsını müesses hâllerinde cem ettiler. Bosna krizinde Dayton Antlaşması, Körfez Savaşı'ndaki uluslararası koalisyon gibi misâller, diplomasinin kriz çözme kudretine olan güveni kuvvetlendirmişti.
Batı Avrupa toplumları, savaş ve kahramanlık kültüründen uzaklaşarak, "post-heroik toplum" olarak tâbir edilen yeni bir sosyolojik modele evrildiklerini iddiâ etmişlerdi. Bu yeni cemiyet modelinde fedakârlık, kahramanlık, şiddet ve mücadele gibi geleneksel kavramlar marjinalleşmiş; bunların yerine insan hakları, çevre hassâsiyetleri, demokratik katılım ve toplumsal eşitlik gibi değerler yükselmişti. Bu dönemde Avrupa'da en çok rağbet gören entelektüeller arasında Hannah Arendt'in eski eserleri, Jürgen Habermas, Judith Butler gibi isimler bulunmaktaydı. Habermas'ın "müzâkereci demokrasi" teorisi, toplumları müzakereye ve diyaloğa teşvik ederken, Butler kimlik ve farklılık mes'elelerini tartışmanın merkezine taşımıştı. Arendt'in totalitarizm üzerine derinlikli tahlilleri ve demokrasi minvalindeki önermeleri, Batı'nın demokratik bilincini yeniden şekillendirmiş, Michel Foucault'nun iktidar ve söylem analizi, Jacques Derrida'nın yapısöküm felsefesi ve Zygmunt Bauman'ın modernite üzerine düşünceleri de dönemin hâkim entelektüel atmosferini belirlemişti. Hattâ bu savaştan, şiddetten ve güvenlik temelli tahayyülden uzaklaşma hâli o kadar benimsenmişti ki, Steven Pinker The Better Angels of Our Nature: Why Violence Has Declined eserinde şiddetin niteliksel ve niceliksel olarak tedricen gerilediğini, modernitenin merkezî devleti mümkün kılan yapısal koşullarıyla Aydınlanma fikrinin bunda en mühim âmillerden biri olduğunu iddiâ etmişti.
Bu fikrî ve entelektüel ortamda gerek liberaller gerekse diğer cenahlar arasında, savaş, şiddet veya güç politikası gibi mes'eleler âdeta çağ dışı unsurlar olarak algılanıyor, bunların yerini diyaloğa dayalı, barışçıl bir siyasî kültür alıyordu. Batılı entelektüeller, artık siyasetin temelinde çatışmanın değil, müzakerenin olduğuna derinden inanmışlardı ve bu yeni dönemin daimî olacağına kânîydiler.
Velhâsıl, Soğuk Savaş'ın sona erdiği dönemde hâkim olan iyimserlik, tarihin akışını ve siyasetin zorluklarını unutma pahasına büyük bir coşkuyla deruhte edilmişti. Tarihî hâdiseler ve teorik tartışmaların harmanlandığı bu dönem, dünya siyasetinde ve entelektüel tartışmalarda eşi menendine ender rastlanır bir dönüm noktası olarak tebârüz etmişti.
Uyku ile uyanıklık arasında: Liberal optimizmin sınanması
İzah etmeye gayet ettiğimiz bu iyimserlik sarhoşluğu içerisinde, dünya sahnesinde cereyân eden krizler ve savaşlar, gerekli ölçüde dikkat ve ihtimam görmemişlerdir. Bu dönemin liberal entelektüelleri, Batı'nın oluşturduğu huzurlu tahayyülün dışındaki dünyayı büyük ölçüde ihmâl etmişlerdi. Oysaki 1990'lı yıllarda cereyân eden çatışmalar, dünya siyaseti için birer uyarı işâreti olarak değerlendirilmeliydi. Sierra Leone'deki iç savaş, doksanların başındaki Gürcü-Osetihtilâfı, Abhazya Savaşı, 1. Karabağ Savaşı ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla Bosna'daki korkunç katliam, Avrupa merkezli liberal dünyanın göz ardı ettiği, fakat hakîkatin bizzat kendisi olan olaylardı.
Mütefekkir Erol Güngör'ün ifâdesiyle, "uyku ile uyanıklık arasında" bir vaziyette bulunan iyimser liberaller, bu krizlerin ehemmiyetini kavramakta gecikmişti. Soğuk Savaş sonrası oluşan ve yaygınlaşan liberal ve optimist tasavvur, şiddetin ve çatışmanın küresel sahneden dâimi surette men edildiğine imân etmişti. Cereyân eden krizler ve savaşlar münferit hâdiseler olarak telâkki edildi. Kezâ, bu krizler ve savaşlar karşısındaki açıklamalarının sübliminal tonlara bakıldığında, modernleşmemiş toplumların liberal demokrasiyle müşerref olmaları hâlinde tüm bu krizlerin son bulacağı yönündeki îmâ, sürekli kendini tekrar eden bir tutum olarak karşımıza çıkmıştır.
Avrupa ve Transatlantik merkezli düşünce dünyasında, Rusya'nın demokratikleşeceği ve liberal ekonomiye entegre olarak barışçıl evrimini tamamlayacağı varsayılıyordu. Hâlbuki Çeçenistan Savaşları, Rusya'nın demokratikleşmesinden ziyâde otoriter bir devlet mekanizmasının yeniden te'sis icat edildiğini göstermişti. Benzer bir vaziyet, 2008 Gürcistan savaşında daha da mücessem hâle geldi. Bu savaşlar, liberal dünyanın "ticaret barışı getirir" düstûrunun sahadaki gerçekler karşısında kifâyetsizliğini açıkça ortaya koymuştu.
2008 yılında yaşanan küresel mâlî kriz, liberal kapitalizmin iddiâ edilen zaferinin en ağır darbelerinden biri olarak tarihe geçti. Küresel finans sisteminin kalbinde patlak veren bu kriz, devletlerin müdahalesini zorunlu kılarak, serbest piyasa ekonomisinin kusursuzluğunu sorgulattı. Ekonomik krizin te'siriyle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde refah düzeyindeki düşüş, liberal dünya tahayyülünün iktisadî temellerini de büyük ölçüde sarsmış ve yeniden siyâsî ve iktisâdî mücadelenin şiddetlenmesine vesîle olmuştu.
2015 senesinde Avrupa'ya yönelen kitlesel göç dalgası ise Batı dünyasının liberal ve hümanist tahayyülünü yeniden derin bir sınavla karşı karşıya bıraktı. Göç krizi ile beraber liberal değerlerin ve hümanizmin sınırları tartışılmaya başlanmış, Avrupa toplumları bu insanî felâket karşısında nasıl tavır alacakları konusunda ciddî bir kafa karışıklığına düşmüştü.
Bütün bu hâdiseler, hâssaten 2022 yılında başlayan Ukrayna savaşı, Avrupa Birliği ve liberal dünyanın tam anlamıyla uyanmasına yol açtı. Avrupa'nın kalbinde patlak veren bu konvansiyonel savaş, Batılı dünya için bir "desillusyon" ânı teşkil etti. Güvenlik ve şiddetin tarihin devamlılığı içinde dâima var olduğu kabullenmek zorunda kalındı. Liberal tahayyül, tarihî gerçekliklerin karşısında çaresiz kalmış ve Erol Güngör'ün tâbiriyle artık tam mânâsıyla uyanıklığa erişmişti.
Tarihin devamlılığı ve liberal demokrasi krizi: Bürokratik devletten "Führerstaat"a
Liberal demokrasinin dâimî zaferi fikri hâlihazırda en büyük krizini yaşamaktadır. Fukuyama'nın, liberal demokrasiyi tarihin nihâyeti olarak tasvir eden iyimser nazariyesi, tarihin devamlılığı karşısında artık hüsn-ü kuruntudan ibâretkalmıştır. Zîra mevcut siyasî manzara, Batı toplumlarının, liberal, ama bir o kadar da bürokratik devlet mekanizmasından duydukları memnuniyetsizlikleri açıkça göstermektedir. İnsanlar artık demokratik usûlleri, kanunî mevzûatı ve bürokratik engelleri devletle aralarında bir mâni olarak telâkki etmekte, siyasî iradelerinin bi'l-vâsıta, engellenmeksizin tecellî etmesini talep etmektedirler.
Bugün siyaset sahnesinde yükselen liderler – Donald Trump, Emmanuel Macron, Giorgia Meloni, Friedrich Merz ve Javier Milei gibi – halkın mevcut siyasî nizâma ve bürokratik yapıya duyduğu rahatsızlıkları dile getiren figürlerdir. Bu liderlerin ortak hususiyetleri, doğrudan halkın irâdesine atıf yaparak demokratik mekanizmalara ve bürokratik prosedürlere yönelik eleştiriler serdetmeleridir. Ne var ki, "taç giyen baş akıllanır". İktidara gelen liderler radikal söylemlerinden zamanla uzaklaşarak mutedilleşmektedirler. Lâkin bu itidal vaziyeti, radikal sağ ve sol akımların teveccüh görmesini daha da kuvvetlendirmektedir. Zîra radikalleşmenin temelinde yatan belirsizlik ve güvensizlik hâli, insanların mevcut düzeni sorgulamasına ve daha keskin çözüm arayışına girmelerine sebebiyet vermektedir.
Hâsılı, insanlar liberal ve bir o kadar bürokratik hâle gelen devletten, doğrudan lider merkezli, vâsıtasız siyasete geçiş talebindeler. Max Weber'in Birinci Cihan Harbi sonrası bürokratizm bıkkınlığı ile ortaya koyduğu "plebisiter lider demokrasisi" (plebisitäre Führerdemokratie), bugünün Batı toplumlarında kavramsal olarak ifâde edilmese de, gayrı ihtiyârî olarak yeniden rağbet gören bir doktrin hâline gelmiştir. Devlet ile millet arasındaki kurumsal bariyerlerin kaldırılarak, halkın irâdesinin liderlerlerin şahsında bi'l-vâsıta siyasî sahneye yansıtılması arzulanmaktadır. Bu dönüşüm, liberal demokrasi anlayışında derin bir krizi ifâde etmektedir.Demokratik prosedürlerin, temsîlî müesseselerin ve hukukî engellerin liderlik vasıflarına hâiz bir figür etrâfında yeniden şekillenmesini gündeme getirmektedir. Ancak zikrolunan ''taç giyen baş akıllanır'' düsûrunun buna hangi raddeye kadar izin vereceği de meçhûldür.
Mevcut durum, siyasî, felsefî ve entellektüel tartışmaların muhakkak eksenini değiştirecektir. Bir zamanlar zikrolunduğu üzere Hannah Arendt, Jürgen Habermas ve Judith Butler gibi isimlerin eserleri etrafında şekillenen liberal, müzakereci, post-heroik bir entelektüel atmosferden; yeniden Carl Schmitt'in dost-düşman ayrımı, Leo Strauss'un nazariyelerine, Machiavelli'nin realist siyaset felsefesi ve Clausewitz'in savaş kuramının öne çıktığı bir iklime inkılâp etmekteyiz. Artık dünya siyasetinin temel mes'eleleri yeniden kriz, savaş, güvenlik ve güç merkezli bir perspektifle değerlendirilmektedir. Bu vaziyet, siyasetin aslî hâlinin aslında pek değişmediğini, liberal demokrasinin vaad ettiği barışçı ve refah içindeki toplum idealinin naif bir yanılsamadan ibâret olduğunu göstermiştir.
Netîce olarak, liberal demokrasinin tarihin nihâyeti olarak kabul edildiği dönem - istesek de istemesek de - sona ermekte. Tarihin devamlılığı, realist siyâset kuramlarının ve lider merkezli rejimlerin yeniden sahneye çıkmasını sağlamaktadır. Batı dünyası - hâssaten Avrupa - liberal hülyâlarla geçen otuz senenin ardından, insanlık tarihinin bir krizler tarihi olduğu realitesiyle yeniden yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu yüzleşme, yalnızca entelektüel bir kriz değil, aynı zamanda Batı toplumlarının gelecek tasavvurlarının ve siyasî düzenlerinin yeniden sorgulandığı esaslı bir dönüşüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır.