TBMM’nin bir türlü anlatılmayan kimliği

Koray Şerbetçi / Yazar
28.04.2018

Daha sonraki dönemde ideolojik kurgularla farklı bir açıdan izah edilse de TBMM ne saltanat rejimine karşı bir ihtilalin eseridir ne de Batılı aydınlanma fikrinin siyaseten ete kemiğe bürünmüş halidir. Bunun en büyük kanıtı TBMM açıldığında kürsü arkasındaki levhada Voltaire ya da Montesquieu’dan bir sözün değil “Ve emruhum şûrâ beynehum” ayetinin yazmasıdır.


TBMM’nin bir türlü anlatılmayan kimliği

Takvimler 16 Mart 1920’yi gösterdiğinde hilafet ve saltanat merkezi İstanbul, Batılı güçlerce işgal edilir ve Mebusan Meclisi çalışmaz hale getirilir. Bu noktadan sonra 20. yüzyılın politik ve sosyolojik açıdan en ilginç meclisinin oluşum süreci başlamıştır.

En ilginç meclis dedik çünkü tarih boyunca Batı ülkelerindeki parlamentolar yönetimde krala ortak olmak isteyen sosyal sınıfların ihtilalleri sonucu oluşmuştur. TBMM ise bambaşka dinamiklerin eseridir. Daha soraki dönemde ideolojik kurgularla farklı bir açıdan izah edilse de TBMM ne saltanat rejimine karşı bir ihtilalin eseridir ne de Batılı aydınlanma fikrinin siyaseten ete kemiğe bürünmüş halidir. Bunun en büyük kanıtı da TBMM açıldığında kürsünün arkasındaki levhada Voltaire ya da Montesquieu’dan bir sözün değil, Kur’an-ı Kerim’in “Ve emruhum şûrâ beynehum” (Onların işleri aralarında danışma, görüşme iledir) ayetinin yazmasıdır.

Batı’ya karşı Kur’an-ı Kerim’in ayetinin altında toplanan 115 memur ve emekli,  61 medrese hocası, 51 asker, 26 çiftçi, 37 tüccar, 49 avukat, 51 hekim, 8 tarikat şeyhi, 6 gazeteci, 5 aşiret ağası, 2 mühendisten kurulu TBMM, çok renkli sosyolojik yapısıyla da Batılı emperyalizme karşı kurulmuş bir İslâm seddidir desek yeridir.

Yazının başında dediğimiz gibi süreç İstanbul’un işgaliyle başlar. İşgalden hemen sonra Temsil Heyeti başkanı Mustafa Kemal Paşa, İslam âlemine bir bildiri yayınlar. Bildiride: “Mukaddes İslamlığın yüksek halifelik merkezi olan İstanbul, Meclis-i Mebusan ve bil cümle hükûmetin resmi kurumlarına el konularak resmen ve cebren işgal edildiği ve bu tecavüzün saltanat-ı Osmaniye’den ziyade hürriyet ve istiklallerinin yegane dayanağı olan bütün âlem-i İslam’a yönelik olduğunu” belirtilir.

Sonraki dönemlerde Millî Mücadele’yi ve TBMM’nin kuruluş hamlesini Fransız İhtilali’ne ya da Sovyetlerin Ekim Devrimi’ne benzetmek için uğraşan ideolojik akıllar yine Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan 1920’de yaptığı konuşmaya birden bire kör kesilirler. Ne diyordu Mustafa Kemal isterseniz kulak verelim: “Saltanat makamı aynı zamanda hilâfet makamı olduğundan padişahımız, İslâm toplumunun da başkanıdır. Çalışmalarımızın birinci amacı ise, saltanat ve hilâfet makamlarının ayrılmasını amaçlayan düşmanlarımıza Milli İradenin buna uygun olmadığını göstermek ve bu kutsal makamı yabancı esaretinden kurtararak ulü’l-emrin (Padişah) yetkisini düşmanın tehdit ve zorlamasından serbest kılmaktır”

Dikkat edilirse işgalden hemen sonra yayınlanan bildiri, yalnızca Türk milletini değil İslâm âlemini muhatap almaktadır. Bildiride net bir biçimde ortaya konulduğu üzere niyet ne İngiltere’de olduğu gibi krala, ne Fransa’da olduğu gibi saltanat fikrine ne de Rusya’da olduğu gibi politik düzene diklenmektir. TBMM’yi kuran düşünce, İslam âlemine yapılan Batılı sömürgeci saldırıya karşı ortaya konan bir iradedir.

Mazlum milletler anlayışı

Bildiriden hemen sonra faaliyete geçilir. Yapılan seçimler sonucu tespit edilen milletvekilleri ve İstanbul’un işgalinden kaçabilen mebuslarla oluşan TBMM, içeriğine bakıldığında kesinlikle Batılı parlamentolardan farklıdır. Bu nedenle TBMM’nin oluşumunu sadece Türkiye tarihine dair bir politik gelişme olarak görmek açıklayıcı olmaktan fersah fersah uzaktır. Bunu bizzat TBMM reisi Mustafa Kemal Paşa 1922’de meclis kürsüsünden şöyle dile getirmiştir:

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, büyük ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.”

Burada vurgulanan “mazlum milletler” anlayışı adeta TBMM’in temel fikridir. Mazlum Milletler kavramı daha çok sömürge altında yaşayan ve İslam âleminde bir liderlik rol modeli arayan İslam ülkelerini işaret etmektedir. Zira Millî Mücadele faaliyeti ve TBMM’nin kurulmasının temel düşüncesi Anadolu ve Trakya Türklerinin kurtuluşu yanı sıra tüm İslâm âleminin emperyalist saldırılara karşı savunulmasını esas alır. Bu bir iddiadan öte hem Millî Mücadele’de yaşananların hem de Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın beyanıyla sabittir.

Politik çokseslilik

23 Nisan 1920’deki Meclis’in namazlarla, dualarla, hatimlerle ve kurbanlarla açılan, yani törenin tamamen dinî bir hava içerisinde düzenlendiği söylenir. Ama ileriki yıllarda Falih Rıfkı Atay gibi kalemşörler bu halden hoşnutsuzlukla bahsedecek, 1920 ruhunu küçümseyeceklerdir. Hatta Falih Rıfkı’ya göre ilk TBMM “gerici” bir meclistir. Neden mi? Falih Rıfkı bir yazısında bu iddiaya dayanak olarak TBMM’nin 28 Nisan 1920’de çıkardığı men-i müskirat yani içki yasağı kanununu öne sürer. TBMM’nin Falih Rıfkı’yı kızdıran ve tarihçiler tarafından çok anlatılmayan bu uygulaması 9 Nisan 1924’e kadar sürmüştür.

Aslında Falih Rıfkı haksızdı. Zira TBMM’de mayalanan 1920 ruhu; çok renkli bir sosyolojinin yansımasıdır. Ayrıca bu topraklarda büyük bir olgunlukla politik çok sesliliğin yaşatılabilme kabiliyetinin canlı örneğidir.

Meclisi teşkil eden mebuslar, ağırlıklı olarak Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adı altında orada bulunsa da politik köken olarak İttihadçılar hatırı sayılır bir renkti. Ayrıca Mütareke Dönemi’nin irili ufaklı siyasî oluşumlarından Meclis’e girmiş olanlar da vardı. Çiftçiler Derneği, Millî Türk Fırkası, Türkiye Mesai Fırkası, Millî Ahrar, Ahali iktisat partilerinin listesinden girenler gibi... Fakat aralarındaki görüş ayrılıkları, kolektif bir dert olan İttihatçı - itilafçı düşmanlığına dökülmedi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, şahıs ve zümre ayrılıkları üzerinde kalabilecek kadar geniş bir gayede birleşiktir. O gaye ise hem Anadolu’da hem de bütün İslam coğrafyasındaki Batılı işgale karşı sesini yükselten Kuva-yı Milliye ruhudur.

Her şeyden önemlisi, 1920 ruhu, o dönemde varoluş mücadelesi veren tüm Müslüman ülkelerin önüne sunulan “ölümlerden ölüm beğen” kabilinden iki seçenekten ayrı bir alternatifi benimsemiştir. Bu seçenekler;  Batı’nın himayesine girmek ile SSCB’nin himayesine girerek Bolşevik olmaktır. TBMM, daha baştan Batı emperyalizmine karşı mücadele ettiğini açıklayarak Batı’ya, saltanat ve hilafeti kurtaracağını söyleyerek de Komünizme karşı tavır almıştır. Kısacası TBMM, iki ateş arasında, kendine hâs tutum sergileyerek “ideolojik istiklâl” diyebileceğimiz bir irade ortaya koymuştur.

Yahudilerin teklifi

Fakat TBMM’nin mazlum milletlerin sesi ve ümidi olması dışında ilginç bir olay da yaşanmıştır. Hint Müslümanlarının İngilizlere karşı, gösteri, grev ve boykotlarla TBMM ve Millî Mücadele’yi desteklemesi, Suriye’de Emir Faysal’ın TBMM’ye “Bizi de kurtarın federasyon kuralım” önerisi, Libya’daki Sunusî liderlerden Şeyh Ahmed Sunusi’nin her gittiği yerde milli hareketin bir cihad olduğu “ İslamiyet’in kurtarıcısı olan ordumuzu” des-teklemenin herkese farz olduğunu ifade etmesi bu çerçevede anlaşılır eylemlerdir. Ama ya Yahudilerin teklifi?

Millî Mücadele henüz sona ermiştir ve takvimler 23 Aralık 1923’ü gösterir. Lozan’da barış görüşmeleri sürmektedir. Tam bu esnada Meclis baş-kanı Ali Fuat Paşa TBMM Genel kuruluna bir müracaatı okutur. Müracaat kendilerine “Türkiye Musevileri” denilen bir grup tarafından yollanmıştır. Mektupta özetle şöyle bir istek dile getirilmiştir:

“Türkiye Musevileri, Doğu’nun kaderi söz konusu olduğu bu sırada daha önce Filistin’de Türk hakimiyeti zamanında olduğu gibi Araplar ve Yahudiler arasında uyumu sağlamak amacıyla Filistin’de kurulacak bir manda yönetiminin Türkiye Devleti’ne verilmesini teklif ve istirham ediyorlar.”

Mektup okununca milletvekillerinden Rasih Efendi’nin kafası karışır ve söz alarak izahat ister. Bunun üzerine söz alan diğer milletvekillerinden Selahattin Bey ister istemez Filistin’de Batılıların bir manda kuracağını bunu da asırlardır bu coğrafyayı idare eden Türklerin kabul etmesi gerektiğini söyler. Yine milletvekillerinden Ali Şükrü Bey de dinen bizden ayrı Musevilerin bizim mandamız altına girmek istemelerinin çok büyük bir olay olduğunu söyler. “Biz mandayı reddettik başka devleti manda altına almak olmaz” düşüncesini dile getirir ama yakında Ortadoğu’nun bir barut fıçısına döneceğini, Batılıların barış için ister istemez Türklerin hakemliğine başvuracağını da dile getirir. Bunu söyledikten sonra bir diğer milletvekili Sırrı Bey’in cevabı kısa ama çok şey anlatan cinstendir:

“Sabredelim o günler de gelecek”

Şimdi, bölgemizde olan bitene 2018 senesinden bakınca Sırrı Bey’in dediği vakit geldi mi gelmedi mi bilinmez. Ama bildiğimiz şey, TBMM’nin 1920’deki kurucu ruhu ile mazlum milletlerin davasını korumayı kendisine ilke edinme tavrını her daim genlerinde taşıdığıdır.

Ama “İyi de kaybedilmiş o 1920 ruhu” dediğinizi duyar gibiyim. Ama günlük siyasetin ötesinde yaşananlara bakarsanız TBMM’nin bugün de Ortadoğu’da yine aynı rolü oynamakta olduğunu açıkça görürsünüz. Hem fazla da meraklanmayın zira dememişler mi: Her şey aslına rücu eder!

Sunusî’nin Sivas’taki hutbesi

“Ey Anadolu’nun kahraman İslam mücahitleri! Her tarafınızı düşman sarmışken hiçbir şeyden yılmayarak gaza meydanlarında can veriyor, İslam’ı müdafaa ediyorsunuz. Bu ne büyük şereftir. Siz yalnız değilsiniz. Yüzlerce milyon Müslüman gözelerini size dikmiştir. Fetih ve zafer yakındır… Aman kardeşlerim! Sabır ve sebatta devam ediniz, sakın aranıza ihtilaf düşmesin…”

Ali Şükrü Bey’in hitabı

“Biz esaret altında inleyen bütün âlemin nasıl kurtarılabileceğini ispat edeceğiz. Onun için bizim sesimizi kısmak istiyorlar. Ama efendiler, göreceksiniz ki biz onların sesini kısacağız.”

@koray_serbetci