Tek adamlık ve diktatörlük

İsmail Küçükkılınç - Hukukçu
15.06.2013

DP döneminde güç unsuru bizatihi milletti; şimdi ise millet sahip olduğu ‘değer’le birlikte anlam ifade ediyor. Bu değer görünür hale geldiği için ve Erdoğan bu değerin en güçlü mümessili olduğu için diktatör ithamına maruz kalıyor. Meselenin özü budur.


Tek adamlık  ve diktatörlük

Bugünlerde belli bir çevre tarafından çeşitli vesilelerle Tayyip Erdoğan hakkında tek-adam, hatta diktatör yakıştırmaları yapılıyor. Tek-adamlığın çoğu zaman diktatörlük şeklinde tecelli ve tezahür ettiği söylenebilirse de bu çağda üstelik girdiği her seçimden birinci çıkmış güçlü bir lider için böyle bir ithamda bulunulması manidardır. 

Siyasi iktidar nihayetinde bir güç kullanımıdır ve devlet erkinin kullanımıyla ortaya çıkar. Gücün kaynağı ve devlet erkinin elde edilişi ile erkin kullanımı arasındaki uyumsuzluk veya oransızlık halinde genelde baskıcı bir rejime tesadüf/işaret edilir. Uyumsuzluk veya oransızlığın hissedilir veya esasa müessir olmadığı, sadece algıyla hareket edildiği durumlarda devlet erkinin kullanımına değil,  gücün kaynağına yönelik bir rahatsızlık var demektir. Bu durumu daha iyi anlayabilmek için evvela yakın tarihimize bir göz atmak faydalı olacaktır.

Gerek güçlü padişahlar gerekse de güçlü sadrazamlar olsunlar, bunların gücünün kaynağı Tanzimat’a kadar bizatihi devlet/bürokrasiydi. Bürokrasiden bağımsız sayılabilecek ve Alemdar Mustafa Paşa’nın şahsında tecessüm eden tek güç olan Âyan’ın pozisyonu ise Sened-i İttifak gibi bir metne rağmen kayda değer değildi. Yine de Âyan-Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın gücü, salt devlet erkini kullanmasından değil, bürokrasi dışı bir güce istinat etmesinden de kaynaklanıyordu. Alemdar’a kadar gücün kaynağının bizatihi devlet olmasıyla bu gücün devlet erkini kullanmakla tezahür ediyor edişinin tefriki, devlet adamının dirayeti haricinde önemsizdi. Sokullu ve Köprülü gibi sadrazamları diğerlerinden ayıran gücün kaynağı ya da elde ediliş şekli değil, şahsi dirayetti. Kısaca klasik Osmanlı merkezi idaresinde/ mahut koalisyonda ayan yeni bir durumu ve farklılığı ifade ediyordu ama bir bölge dışında “idari”  kalıcılığı olamadı.  

Âyan’ın toplumsal gücü

Âyan her ne kadar yeni bir sınıf ve devlet idaresinde yeni bir durumu ifade ediyorsa da sadece “bürokrasi” dışı ve “zor”a dayanan bir güçtü; “yabancı” bir güç değildi. Bu bakımdan ordusu Kütahya’da durmayıp İstanbul’a gelse dahi Mısır Hidivi Mehmed Ali Paşa’nın- ülkeye verdiği tüm zarara ve yaşattığı beka kaygısına rağmen- geleceği en son makam sadaretti. Unutulmamalıdır ki o dönem Hidiv Mehmed Ali Paşa sadece Adana-Konya gibi şehirlerde değil Kastamonu’da da ciddi bir taraftara sahipti. Âyan meşru, hatta fonksiyonları itibariyle de resmî bir güçtü. Sosyal tabanı olduğu gibi kimi dönemlerde de halkın mümessiliydi. 

Tanzimat, tüm müspet yönlerine ve devletin ömrünü uzatmış olmasına rağmen güç kavramına yeni unsurlar ilave etmişti. Devlet adamlıkları ve hizmetleri müsellem olan Reşid, Âli ve Fuad Paşalar, her ne kadar devlet-millet-vatan için çaba sarf etmişlerse de güçlerinin kaynağı ne salt devlet, ne de bu devlet erkini kullanmakta gösterdikleri maharet ve dirayetti. Onlar konjonktüre göre az veya çok dış bir faktöre istinat ediyorlardı ve bu faktör İstanbul’daki elçiliklerinin destek ve müdahalesi ile müşahhas hale gelen İngiltere ve Fransa’ydı. Nasıl ki Osmanlı artık varlığını sürdürebilmek için harici bir destek ve dengeye istinat ediyorsa, ülke idaresinde de bürokrasi, bir elçiliği “pabuşçu muştası” gibi kullanıyordu. Siyasi güç, daha önce idari bir meseleydi; şimdi artık işin içine başka bir unsur dâhil oldu. II. Mahmud, modernleşmeyi bir “vakıa” olarak ele alırken Tanzimat ricali daha ileri giderek bunu farklı bir “anlam dünyası” üzerinden “hedef” haline getirdi.  

Tanzimat’a kadar ister bürokrasi isterse de halkın yol açtığı kargaşalıkta kimi zaman padişahlar da hedef olmuşsa da Tanzimat’la birlikte artık hedef tartışmasız bürokrasiydi. Tanzimat ve bilhassa Islahat Fermanlarına tepkili Müslüman kitle gibi bürokrasi içinden çıkan aydınların da hedefinde “Bâb-ıâli” ve “rical-i devlet” vardı. Müstebit/diktatör Sultan Abdülaziz değil, Âli ve Fuad Paşa nezdindeki Bâb-ıâli bürokratlarıydı. Mesela Ali Suavi’ye göre Âlî Paşa, “elçiliklerin kaleme aldığı kanun metinlerini tercüme eden” bir müstebitti.

Gücü tekrar Bâb-ıâli’den Saray’a nakleden II. Abdülhamid’e karşı cılız bir muhalefet yürüten Jön Türklerin aksine İttihadçılar da yepyeni bir gücü temsil ediyorlardı. II. Meşrutiyet’i ilan eden/ettiren İttihadçıların her ne kadar kahir ekseriyeti subaysa da bunlar, askerî-meslekî kimlik ve hususiyetlerinden ziyade bir “örgüt”e mensup olmanın verdiği güçle temayüz ediyorlardı. Osmanlı, artık örgütlü bir güçle karşı karşıyaydı. İTC’nin bir döneme damgasını vurmasının en temel sebebi onun daha önce tesadüf edilmeyen bu inanılmaz örgütlülüğüydü.

Bürokrasi dışı güç görünümleri olan sırasıyla; silahlı ve temsil kabiliyeti olan bir sınıf (Âyan), dış faktör (bir büyük devlet) ve bir örgüt (İTC)’ün bu güçlere dayanan liderlerini de çıkardığını da söyleyebiliriz: Alemdar Mustafa Paşa, Hidiv Mehmed Ali Paşa; Reşid, Âli, Fuad Paşalar; Talat, Enver, Kara Kemal, Cemal, Dr. Bahaeddin, Dr. Nazım.

Cumhuriyet’le birlikte halkın devreye girdiği iddialarının aksine hangi gücün öne çıktığı hususu biraz karışıktır. Ancak bu gücün Milli Mücadele’yi başaran geniş bir koalisyonu tasfiye ettiğini, hem Milli Mücadele’yi tek başına temellük ettiğini hem de tek güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Kısaca o dönem için azınlık olmasa da çoğunluğu da temsil edemeyecek bir ekip tek güç haline gelmiştir. O halde milletin ne zaman bir güç kaynağı haline geldiğine bakılmalıdır. Osmanlı döneminde mahalli idarelerde, I. ve II. Meşrutiyet döneminde (1908 seçimi) ile Milli Mücadele esnasındaki I. Mecliste dolaylı da olsa halk belli bir oranda etkin ve belirleyici olabilmişti. İlginçtir, Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte halk, müstebit olduğu iddia olunan Abdülhamid dönemindeki gibi devreden çıkmıştır. Siyasî-askerî güçleri müsellem ve tartışmasız olan Milli Mücadele paşaları ve Rauf Orbay gibi liderlerinin tasfiyesi kesinlikle aynı zamanda halkın da devre dışı bırakılması anlamına geliyordu. TCF, Şeyh Sait İsyanı sebebiyle değil, (yarışmacı) adil bir seçimde galip gelme ihtimaline binaen kapatılmıştır. Muhalif paşaları ve Orbay gibi liderleri tasfiye ettiren korku bizatihi onların siyasi-askeri güçleri değil, halkla temas kabiliyetleriydi. Muhaliflerin tasfiyesi aynı zamanda halkın bir güç unsuru olamayacağı manasına geliyordu. 

TCF, çok-partili denemeye değil, bilakis çok-partili siyasi hayata misal olabilir. Çünkü TCF kurucuları, kimseden icazet almayacak kadar gerçek bir güce istinat ediyorlardı. Onların yanılgısının sebebi kendi güçlerinin niteliği hakkındaki kanaatleriydi.

Serbest Cumhuriyet Fırka’nın emir veya rica üzerine kendini feshetmesi de halk korkusu ile izah edilebilir. Çünkü kurucularının hemen hepsi daha önce CHF/P üyesi veya mebusu olan SCF’nin kontrol edilebilir bir muhalefet partisi hududunu geçip iktidar olacak bir teveccühe mazhar olması sadece İnönü ve CHF’nin değil aynı zamanda da Reis-i Cumhur Mustafa Kemal’in de sorunuydu. Cumhurbaşkanlığı seçimi sözkonusu olduğunda muhtemelen SCF’liler de Mustafa Kemal’e oy verecekti ama Mustafa Kemal artık kendi partisi ve iradesiyle değil, başka bir partinin himmetiyle bu makama gelebilecekti. Muhalefete düşen bir partinin üyesi olarak bu makama seçilmek Mustafa Kemal’e çok ağır gelmiş olmalıdır. Mesele sadece hangi oranda mevcut oldukları meşkûk bir “mürteci” kitlenin ne yapacağı, devrimlere seçimler kanalıyla nasıl yaklaşacağı değildi. 

DP iktidarı, bir partinin veya birkaç liderin başarısı değildi. Seçimi esasen DP kazanmış değil, CHP kaybetmişti. CHP karşısında DP ayarında herhangi başka bir parti de seçimleri alacaktı. 1950 seçimini CHP muhalifliği, 1954-57 seçimlerini ise DP kazanmıştır. Çünkü hiç kimse 1946 ve 50 seçimlerinde DP Genel Başkanı olan Bayar’a bakarak oy vermiş değildir. DP, 1950 zaferini kazandığında Menderes çok az insan tarafından bilinen bir mebustu. Yani 1950 zaferine hemen hiçbir katkı sunmamıştı. 

Demokrat Parti ve ‘söz milletin’

DP, iktidarda resmen milletin gücünü kullanıyordu. Çünkü ilk defa ve tek-dereceli bir seçimle iktidara milletin gücü yansıyordu. 1960 darbesi gibi darbeye tekaddüm eden günlerdeki öğrenci hareketlerinde hedef alınan güç, DP’nin ve Menderes’in iktidarı/devlet erkini kullanma şekline değil, istinat ettiği unsura, yani millet iradesineydi. Ancak ortaya inanılmaz bir manzara çıkmıştı: Güya Menderes diktatördü. 

Tayyip Erdoğan’ın bugün bazı kesimlerce diktatör olarak tavsif edilmesi kesinlikle Erdoğan’ın iktidar etme biçimine ve sert üslubuna yönelik değildir. Erdoğan, temsil ve istinat ettiği güce paralel bir iktidar gücü sergilemektedir. Birilerini ümitsizliğe sevk eden temel amil de,  ilk defa Erdoğan gibi birinin sergilediği iktidar gücünün, bu gücün kaynağı tarafından namus meselesi addedilmesi ve sahip çıkılmasıdır. Mesele Erdoğan’ın iki bakan, üç bürokrat, birkaç gazeteci ya da işadamı fırçalaması değildir. Birilerinin aslında kendi yaşamlarına müdahale edilmediğini çok iyi bilmelerine rağmen müdahale sözünü telaffuz etmelerinin sebebi kabul etmedikleri, yakın durmadıkları bir anlam dünyasının her türlü gayretlerine rağmen görünür hale gelmesidir. 

DP döneminde güç unsuru bizatihi milletti; şimdi ise millet sahip olduğu “değer”le birlikte anlam ifade ediyor. Bu değer görünür hale geldiği için ve Erdoğan bu değerin en güçlü mümessili olduğu için diktatör ithamına maruz kalıyor. Meselenin özü budur.

Erdoğan’a sahip çıkmak demek, aslında bir anlam dünyasına mensup olanların kendisine sahip çıkması demektir. Bu anlam dünyası başkalarına hayat hakkı tanır da mevzi kaybederse asıl diktatörlük o zaman zuhur eder.

 [email protected]