Teknoloji ve maneviyat

Ufuk Batum / Yönetim Danışmanı ve Girişim Mentoru
27.05.2023

Türkiye bir yandan Batı dünyası ile arasındaki farkı ürettiği yeni teknoloji, bilgi ve deneyim ile kapatırken, diğer yandan da yetiştirdiği araştırmacılar, mühendisler, girişimciler ve teknologlar ile maneviyatını büyük oranda koruyabiliyor. Acaba bu dünya ile rekabetimizde ayağımızdaki bir pranga mı?


Teknoloji ve maneviyat

Bu yazıyı okuduğunuz günün akşamı sandıklar açılacak. Yani takke düşecek, kel görünecek. Demem o ki, toplumun istisnasız bir şekilde gösterdiği feraset ve irfan yine Türkiye'nin yararına ve geleceğinin teminatına yönelik olacak. Hazır seçim yasakları da varken, bir süredir üzerinde düşündüğüm bir başka konuyu ele almak istedim.

İnsanlık tarihi boyunca yenilikler, buluşlar ve teknolojik gelişmeler her daim oldu. Doğal olarak da tarih günümüze doğru akarken bilgi ve deneyim birikimi çoğalmaya, birikmeye ve sonra da taşmaya başladı. Hatta, o kadar ki günümüzde artık 4-5 yılda bir bilgi birikiminin iki katına çıktığı hesap ediliyor. Türkiye, bu bilgi üretiminin acaba neresinde? Tarihsel olarak baktığımızda, tükettiğinden daha fazla bilgiyi üreten ve yakaladığı bu avantajdan dolayı da güçlü bir imparatorluk olarak konumlandığımız örneğin 14.,15. ve 16. yüzyıllardan bahsetmek mümkün. Tabii bilgi üretimi ve bunun stratejik güce dönüştürülmesi zor bir iş iken, bu alandaki liderliği yüzyıllarca elinde tutabilmek şüphesiz ki daha da zor bir meseledir. Zaten, toplumların bunu başardığı dönemler sırasıyla pax-Romana, pax-Ottomana, pax-Britanica ve bugünkü pax-Americana olarak adlandırılıyor. Anlaşılıyor ki; tarihin hızlı akışı adeta zaman ve mekan daralması yaratıyor ve böylelikle bugünün küresel gücü sayılan Amerika'nın iktidarı yüz yıl bile dayanmıyor.

Dünya ile rekabet

Bilgi üretmenin ve teknoloji geliştirmenin gerisine düşen Osmanlı İmparatorluğu'nun son üç yüz yılının hiç de kolay olmadığını kaynaklar bize gösteriyor. Nitekim, devamı niteliğindeki cumhuriyetin ilk 70-80 yılında da bilgi ve teknoloji üretiminde arzu ettiğimiz seviyede olmadığımız açık bir durum. Ancak özellikle 2001 krizi sonrası, yani son yirmi yıl boyunca Ar-Ge, inovasyon, tekno girişimcilik alanlarında adeta sıfırdan bir ekosistem kurma konusundaki gayret ve atılım konusunda sanırım çoğumuz hemfikirdir. Bunda kamu politikalarının, kurulan ve Anadolu'ya yayılan teknopark, kuluçka merkezi ve teknoloji transfer ofislerinin payı olduğu kadar, ekip halinde çalışma, başarma ve dünya ile rekabet etme kültürünün oluşturulmasının ve rol modeli haline getirilmesinin de büyük payı vardır.

Türkiye, kayda değer sayıdaki alanda ve sektörde dünyanın gelişmiş ülkeleri ile arasındaki farkı kapatmayı başardı. Örnek olarak; savunma sanayi, havacılık, ulaşım, lojistik, yazılım ve mobil oyun sektörü, sağlık hizmetlerinin ihracatı verilebilir. Yakalanan bu momentum ve sağlanan haklı özgüven ile önümüzdeki beş-altı yılda da diğer alanlarda benzer başarıların geleceği memnuniyetle anlaşılıyor. Aklımı kurcalayan temel bir soru; "hızlı değişen ve toplumları, şirketleri, markaları, tüketicileri ve bireyleri etkileyen bu yeni teknolojileri nasıl karşıladığımız, nereye konumlandırdığımız?" Şüphesiz ki teknolojilerin sağladığı büyük avantajlar ve faydalar söz konusu. Ama diğer yandan, teknolojileri sorgusuz sualsiz kabullenmek ve adeta başkalarının ürettiği bu yeni uygulamaların istemeden de olsa ileri savunuculuğunu yapmak açıkçası zaman zaman beni kaygılandırıyor.

Pandemi sadece pandemi değildi

Artık daha rahat görebiliyoruz ki; pandemi sadece pandemi değildi. Belki de toplumların refleks ve dirençlerinin sınandığı, yeni iş modellerinin denendiği, sermayenin el değiştirdiği, hatta hayatların yeniden tanımlandığı, birilerinin 'büyük reset' diye ifade ettiği büyük bir dönüşümdü. Özellikle Batı ile oldukça yakın çalışma mesaisi içinde olan bizim gibi insanların arasında bu teknolojik gelişimin şampiyonluğuna soyunanlar da olmuyor değil.

Herkesten önce öğrenmenin veya duyurmanın, hatta kullanmanın avantajını hiç kimseye bırakmak istemeyen, Süleyman Demirel'in 'GAP'ı Gaptırmam!' söylemini çağrıştıran fütüristler dikkatimi çekiyor. "Acaba teknolojiye sadece teknoloji perspektifi ile bakmak yeterli mi?" diye soruyorum kendi kendime. Teknolojinin getirdiği faydaların yanında toplumların inançlarıyla, değerleriyle, maneviyatıyla, sosyolojisiyle ve yaşamın olağan akışıyla nasıl uyumlandığını düşünmek hiç mi gerekmiyor? Bu tartışmayı özellikle, sosyal medya platformları, yeni iletişim teknolojileri, metaverse, yapay zeka, deep fake ve ölümsüzlük arayışı ile ilgili çalışmalar bağlamında düşünmeyi anlamlı buluyorum.

Tartışılacak bir haber

İşte size üzerinde tartışılacak bir haber: "Bloomberg'in haberine göre 45 yaşındaki ultra zengin teknoloji girişimcisi Bryan Johnson, kısa bir süre önce 17 yaşındaki oğlu Talmage ve 70 yaşındaki babası Richard'ı kuşaklar arası kan değişimi için ikna etti. Geçtiğimiz ay Teksas'ta fütüristlik görünümlü bir medikal SPA olan Resurgence Wellness'ı ziyaret etti. Talmage Johnson'dan tüm vücudundaki kanın yaklaşık 5'te biri alındı ve babasına nakledildi. Sonrasında Bryan Johnson da 70 yaşındaki babası için bir litre kan verdi. Böylece, bu ilginç(!) aile aktivitesinde üç kuşak, kan plazmalarını değiş tokuş etmiş oldu. Ancak ailenin genç ferdine geri kan nakli yapılmadı."

Şöyle bir Google'ladığımızda Bryan Johnson'ın yaşlanma karşıtı çılgın fikirleri ile medyanın karşısına zaman zaman çıktığını görebiliyorsunuz. Fakat belki de ilk kez bu eylemlerine çocuk yaşta olan oğlunu dahil etmesi toplumun bazı kesimlerini şaşırttı. Çünkü, "normalde bir çocuktan ne beklersiniz?" sorusu aklımıza geliyor. Herhalde ödevlerini yapması, iyi beslenmesi, sporla uğraşması, dişlerini fırçalayıp iyi bir uyku çekmesi diyebiliriz. Peki ya reşit olmayan (minor) bir çocuktan kan bağışı talep edilebilir mi? Siz eder misiniz? Genelde bir ebeveynin kendi çocuğundan böyle bir iyilik istemesi aslında pek de sık rastladığımız bir durum değil. Hele hele ortada bir sağlık sorunu bulunmuyorsa, durum sanki daha da tartışmalı oluyor.

Genç kalma arayışının şu anda bilimsel olarak kanıtlanmamış olduğu, ayrıca Food and Drug Agency'nin (FDA) tavsiye etmediği bir uygulama olan genç kan enjeksiyonlarının da şaibe altında olduğu bilinmekte. Her ne kadar bu alanda hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar olsa da, bu çalışmaların halen tartışmalı olduğu ve böyle bir değişimin insanlarda işe yarayacağını gösteren kayda değer bir kanıt olmadığı söylenebilir. Hatta bu uygulamaların tehlikeli yan etkilerinin olabileceği de düşünülmekte.

Etik nerede başlıyor?

Nedense dev teknoloji şirketleri haline dönüşen ve yüzlerce milyar dolar, hatta trilyon dolar piyasa değerine ulaşan ve aşan bu şirketlerin kurucuları adeta kendilerine tanrısal bir güç vehmediyor. Dünyayı yönetmeye, istedikleri gibi dönüştürmeye, geleceği hatta kainatı tasarlamaya soyunuyorlar. Sert kapitalizmin dişlilerinin ürettiği bu teknologlar için etik nerede başlıyor, nerede sonlanıyor? Sorumluluk? Peki ya maneviyat? Adeta Dan Brown'un, bugün ChatGBT'nin kendi başına yazabileceği o çok satan polisiye romanlarında teknoloji, sermaye, güç ve inanç ilişkisini ele alıp işlediği gibi.

Bütün bu yazı bağlamında önemli bir tesellim şudur ki; Türkiye bir yandan Batı dünyası ile arasındaki farkı ürettiği yeni teknoloji, bilgi ve deneyim ile kapatırken, diğer yandan da yetiştirdiği araştırmacılar, mühendisler, girişimciler ve teknologlar ile maneviyatını büyük oranda koruyabiliyor. Acaba bu dünya ile rekabetimizde ayağımızdaki bir pranga mı? Olabilir... Sanki tam da bu konu ile ilgili olarak söylemiş Alev Alatlı: "... çünkü Müslümanlar, kendilerini insanca koruyamayacak kadar yüksek standartlara ve değerlere sahiptirler." Haydi o zaman, bitirirken Alatlı'nın iki ciltlik 'FESÜPHANALLAH' ve 'HAFAZANALLAH' isimli kitaplarını önermeden geçmeyelim...

[email protected]